Gerçek Evlat

Gerçek Evlat 

Uzun yollar önce, Doğu’nun misk ve baharat kokan şehirlerinden birinde, hatırı sayılır miktarda helal kazanç elde etmiş bir tüccar vardı. Bir gün eceli geldi ve öldü. Herkes tüccarın bütün mirasının, biricik oğluna kaldığını biliyordu. Ama kimse bu oğlanı görmemişti. Çünkü çok uzun senelerdir seyahatteydi. Babasını yanına gelememişti. Bir süre sonra, şehre üç genç adam geldi. Onlar tüccarın öldüğünü ve kimsenin tanımadığı oğlunun mirasını almak için gelmesinin beklendiğini öğrendiler. Üçü de kadıya koşarak, beklenen varisin kendisi olduğunu söyledi. Kadı onlara iyice baktı. Ancak hangisinin sözüne inanacağına karar veremedi. Sonra, şehrin değme ressamlarından bir tanesine, tüccarın bir resmini yaptırdı. Resmi, bir köşeye astırdı ve üç gence: “ Bu resim, merhuma aittir. Şimdi siz ona ok atacaksınız. Hanginiz merhumu gözünden vurursa, gerçek oğlunun o olduğuna hükmedeceğim!” dedi. Birinci genç yayını gerdi ve ustalıkla attığı ok, tüccarın iki kaşının tam ortasına isabet etti. İkinci genç, okçuluk sanatında pek mahir idi. Yayını iyice gerdikten sonra, babasının tam gözünün kenarına mıhladı. Sıra üçüncü gence geldi. Yayı ve oku eline alan genç, bir süre resme baktı ve sonra, her ikisini de bir kenara atarak: “ Yerin dibine batsın miras! Yıllardır görmediğim babacığımın resmime ok atamam ben!” diye iç çeke çeke ağlamaya başladı. Bunun üzerine kadı, ilk iki genci, mahkemeden kovaladı ve tüccarın bütün mülkünü, üçüncü gence verdi. Rüşvet Ömer bin Abdüaziz, dost sohbetlerinin birinde canının elma arzu ettiğinden söz ett. Az vakit sonra, akrabalardan birisi kendisine güzel bir elma gönderdi. Halife o elmayı eline aldı. Baktı, baktı ve: “ Ne güzel bir elma! Ne hoş kokusu var, ne tatlı bir rengi var.” Sonra da: “ Bu elmayı al, onu bana getiren kimseye teşekkür et. Hediyesinden çok memnun kaldığını söyle ve elmayı kendisine geri ver.” Halifenin meclisinde bulunanlardan biri: “Ey müminlerin emiri! O elmayı size bir yabancı değil, öz amcanız göndermişti. Peygamber efendimiz kendisine gönderilen hediyeleri kabul buyurur, hem kendi yer, hem başkalarına yedirirdi. Siz bir elmayı neden geri çevirdiniz?” diye sordu. Halife’nin yüzü üzüntüyle soldu ve şöyle dedi: “ Bu sözleri söylemekten yüzün kızarmadı mı? Hazret-i Peygambere gönderilen hediyeler gerçekten hediye idiler. Ama şu günlerde bize sunulan en küçük bir şey bile rüşvet sayılır. Kabul etsek rüşvet almış oluruz. Ulu Caminin Şadırvanı Yıldırım Beyazıt Han, Niğbolu Zaferinden sonra, kendilerine böyle büyük bir zaferi nasip eden Allah’a bir şükür olsun diye, o zamanın başşehri Bursa’ya, yirmi cami yaptırmaya karar verdi. Ancak Emir Sultan hazretleri, Sultan Beyazıt’ın bu kararına karşı çıktı ve küçük yirmi cami yaptırmaktansa yirmi kubbeli büyük bir cami yaptırmasının daha güzel olacağını söyledi. Bu fikir Beyazı Hana da mantıklı gelmiş olacak ki, derhal emir verildi ve caminin yapılması için uygun bir yer aranmaya başlandı. Az zaman sonra aranan yer bulundu. Ancak küçük bir problem vardı. Arsadaki pek çok kimse, evini ve arazisini devlete sattığı halde, yaşlı bir kadıncağız, “ satmam” diye direniyordu. Neler neler teklif ettiler, bu inatçı nineyi ikna edemediler. “satmam! Evceğizimi yıktırmam”!diyor, başkaca bir şey söylemiyordu. Çaresiz, inşaat başlatıldı. Yaşlı kadının evine dokunulmadan, temeller kazıldı, duvarlar örüldü, kubbeler çatıldı, minareler dikildi. İnşaat tamam olduktan birkaç yıl sonra ise, o yaşlı kadın öldü. Geride kalan mirasçıları ise, hiç direnmeden evi devlete salıverdiler. Alınan ev derhal yıkıldı ve yerine güzel bir şadırvan yapıldı. İşte diğer camilerden farklı olarak, Bursa Ulu caminin, ortasında bulunan şadırvan, o yaşlı kadının evinin yerine yapılan şadırvandır. Ülkeleri fetheden, kaleleri düşüren, orduları deviren Koskoca Osmanlı, yaşlı ama haklı bir koca karının, küçücük virane evinden içeriye tek bir adım atmamıştı. Çünkü adaletin kılcı; halk için, fakir ve yaşlı kadınlar için, ne kadar keskinse-bu topraklarda o zamanlar- sultanlar içinde o kadar keskindi… Fareler Fakir bir adamcağız vardı. Bekârlık canına tak etmiş olacak ki: “ Hele bir evleneyim de gerisi kolay..” dedi ve kendisi ile evlenecek bir hanım bulup evlendi. Ancak, bir kişiyi bile canından bezdiren fakirlik, iki kişiye dünyayı hepten dar etmişti. Adamcağızın doğru düzgün bir işi yoktu. Bir gün orda, öteki gün burada çalışırdı ama bunun neticesinde eline geçen, katıksız ekmek ile tuz parasından ibaret. Hanımı da, öyle fakirliğe, ekmek tuza kanaat edecek cinsten bir hanım değildi. Birkaç ay sonra, soluğu hâkimin huzurunda aldı: “ Efendim, ben bu herifle evlendim. Lakin bunun eve ekmek getirdiği yok.” Dedi. “ Getirdiği zaman da bizden çok fareler yiyor!” Kadı: “ Kızım, çok mu fare var?” diye sordu. Kadın: “ Hem de ne çok ne çok!” diye cevap verdi. Kadı: “ Kızım o kadar fare evinizde barındığına göre, eve yiyecek giriyor demektir. Dediğin gibi olsa, durur mu o fareler sizde!” dedi. Kadın: “ Aman Kadı Efendi! O fareler bizim evi terk etmiyorlarsa bunun sebebi sadece vatan sevgisin dendir!” dedi