Sabahın Sahibi

Tarihi romanın sayfalarına öylesine dalmıştı ki; cenk meydanlarında mehter marşlarına
karışan at kişnemeleriyle yaşadığı coşku seli içinde annesinin odaya girdiğini fark etmedi
bile. Yıl boyunca ağır derslerin üstesinden gelebilmek için olanca gayretiyle çalışmış,
karne almaya iki gün kala tekrar romanlara dönmüştü. Her akşam olduğu gibi annesi
çalışma masasına çay bırakmaya gelmişti.
“Oğlum az konuşabilir miyiz?” derken tevekkül abidesi kadının yüzünde altında ezildiği
17sorunların çizgileri vardı. ”Tabii anneciğim” derken, sıkıntılı bir şeyler geliştiğini
anlamakta zorlanmadı.
-Nasıl başlayacağımı bilemiyorum evladım. Bu yıl orta okulu bitiriyorsun. Ağabeyin de
seneye fakülte ikinci sınıfa devam edecek. Yıllar yılı babanla omuz omuza vererek sizi
yetiştirmeye çabaladık. Artık gücümüzün son sınırındayız. İkinizin tahsili bize ağır
gelecek oğlum. Sen bu yıl bir atölyede işe başlasan diyoruz. N’olur beni anla evladım,
dedi.
Böyle bir teklifin geleceğini aylardır evdeki buhranlı atmosferden hissedebiliyordu. Tek
maaşlı baba, evlatlarını okutmak için direnmiş, demek buraya kadar dayanabilmişti.
Annesi üzgün bir halde odayı terk ederken kitabı kapattı, yan kanepeye geçip okulu,
istikbalini düşündü.
Hiçbir şey ağırına gitmiyordu da “takdirlik” bir öğrencinin sırf parasızlık nedeni ile
çıraklığa gidecek olmasını yediremiyordu. Üstelik, bu defa annesine de şaşırmıştı.
Ailenin geçirdiği bunca yıldır bunalımlarda hep teselli veren, geleceğe üzülenlere ”Acele
etmeyin, sabah olsun hayır bize gelsin, sabahın sahibi var” diyen kadın neden bu defa
öyle dememişti de acı gerçeğe teslim olmuştu?.
Yatak batıyor, uyku tutmuyordu. Bahçeye çıktı. Yıldızlara, aya ve karanlığa sımsıkı perde
çekmiş evlere bakarak: “Bir yolu olmalı. Sabahın Sahibi buna da bir çare bulmalı.” dedi.
İçeri döndü. Abdest alıp iki rekat namaz kıldı. El açtı: “Allah’ım annem bu defa acele etti.
Madem ki sabahın sahibi sensin, madem ki hazinen tükenmiyor, bana da ikram etmen
zor olmamalı. Versen hazinen eksilir mi sanki?” diye çocukça Rabbi’yle konuşuyor, kırık
kalbinde kopan fırtına gözlerinde hüzün çağlayanına dönüşüyordu.
18Sabah okuluna giderken mutsuzdu. Oysa, karne almaya sadece bir gün kalmıştı.
Öğretmenler not fişlerini idareye yetiştirme telaşı içinde sınıfı serbest bırakıyor,
öğrenciler doyasıya sohbet ediyordu. Yıl içinde “inekliyorsun sen” diye takılan
arkadaşları gıpta ile etrafında çevrelenmişti. Yine takdir alacaktı. İki dönem üst üste
takdir alanın resmi, okul girişindeki İftihar Tablosuna asılıyordu. Bu dönem O’nun da
resmi asılacaktı. Ama neye yarardı ki? Çalış, oku, meslek lisesinin ağır programını yüklen,
gideceğin yer elektrik atölyesi olsun. İşte bunu bir türlü gönlüne kabul ettiremiyordu.
Teneffüs aralarında da yalnız kalmak için kantin köşelerine kaçtı.
Son derse giriş zili çaldı. Laboratuar aletlerinden sık bahsettiği için “Erlenmayer Rüstem”
lakabını taktıkları Fen Bilgisi Hocası içeri girdi. O da karne yazımı için kürsüsüne çekildi.
Öğrenciler, isim-eşya-hayvan-şehir ya da adam asmaca oyunları ile vakit öldürüyordu.
Kapı vuruldu. Kırmızı kolluk takan nöbetçi öğrenci içeriye girdi. Erlenmayer Rüstem’e bir
not pusulası uzattı. Pusulayı uzun uzadıya süzen hoca, manalı gözlerle sınıfa baktı. İçi
“cızz” etmişti. Geçen sene de arkadaşlarından birine babasının ölüm haberi bu şekilde
gelmişti. Acaba bu defa kim üzülecek diye düşünürken öğretmen:
-Murat Oğlum! Müdür Bey seni istiyor, git bakalım, dedi.Heyecan ve korku dolu, tedirgin
adımlarla nöbetçi öğrencinin peşine takıldı. İdare odasının kapısı açıktı. Teknik Lise’nin
kıdemli müdürü, birlikte çay içtiği bürokrat görünümlü adamla koyu muhabbete
dalmıştı.O’nu fark eden adam müdüre dönerek:
-Hocam, ne diyorsunuz, layık mıdır bu çocuk? Diye sordu.Müdür:
-Elbette. Ailece tanırım. Çok başarılı. Ben kefilim. Beyefendinin yüzünü kara çıkarmaz
inanın, dedi.
19Orta yaşlı, resmi kisveli adamla ana kapıdan çıktılar. Neye layıktı? Beyefendi kimdi?
Nereye gidiyorlardı? Bir türlü kestiremiyordu. Lacivert Mercedes’in kapısını şık bir şoför
açtı. Yola koyuldular. İçinden “Belki de müdür bana bir iş buldu. Beyefendi de atölye
sahibi olsa gerek” diye geçirirken adam söze girdi:
-Bak Evladım! Seni saygın bir amcaya götürüyorum. Elini öp, söylediklerini dinlemekte
kusur etme! Sorulmadıkça da cevap verme oldu mu, dedi. “Peki efendim.” diyebildi
sadece. Sonra adam bir bir okulunu, derslerini, kardeşlerini sordu.
Araba, Haziran hararetiyle kavrulan asfaltları yutarcasına yol alıyordu. Villaları ile ünlü
semte keskin virajdan hızla girdiler. Duvarlarını sarmaşıklar kapatan büyük bahçeli yeşil
köşkün önünde durdular. Hizmetçi kızlar açtı kapıyı. Geniş bir sofadan kırmızı halı
serilmiş merdivenler yoluyla üst kata tırmandılar. Yağlı boya tablolarla bezeli geniş
salona girdiler. Yaşlıca bir adam, alçıya alınmış bacağını uzatmış, yarı yatalak vaziyette
gazete okuyordu. Yazı gözlüğünü burnuna doğru indirip:
-Hoş geldin evladım, rahat otur, dedi. El öptü ve gösterilen yere ilişti. Dünyaya gözlerini
açtığı gecekondu yanında bu köşk bir hayal evi gibi büyülemişti onu. Ancak siyah-beyaz
klasik Türk filmlerinde görmüştü böylesi evleri. Birlikte geldiği adam bu kişinin müdürü
falan olmalıydı. Gayet saygılı anlatıyor, adeta rapor veriyordu. Bir müddet kendi
aralarında konuştuktan sonra hasta Beyefendi söze girdi:
-Seni ben çağırttım çocuğum. Okulundan başarılı bir genç istedim, demek seni seçmişler.
Maşallah, edepli birine benziyorsun. Geleceğin de inşallah parlak olur, dedikten sonra
asıl konuyu açtı:
20-Evladım! Ben üç yıldır üst üste miraç gecelerinde trafik kazası geçiriyorum. Bu yıl da aynı
şey oldu ve ayağım kırıldı. Hocalarımıza danıştım. Bana kalıcı bir hayır işlememin iyi
olacağını söylediler. “Belalar sadakalarla savuşur” dediler. Bundan böyle ben senin
tahsilinin geriye kalan kısmını üstleniyorum. Muhasebe müdürüm Haşmet Bey, her ay
ailenin banka hesabına sana yetecek miktarda meblağı yatıracak. Tek isteğim; başarılı
bir vatan evladı olarak yetişmen, dedikten sonra sehpada duran evrak çantasından bir
kartvizit çıkararak uzattı:
-Bu benim kartım. Bana ulaşman zordur, ama her yarıyıl sonunda karneni görmek
isterim. Haydi çocuğum, Allah yardımcın olsun, ailene selam ilet, diyerek uğurladı.
Merdivenlere yönelirlerken:
-Haşmeeet! Çocuğu evine bırakın. Markete uğramayı da ihmal etmeyin haaa, diye
müdürüne talimat verdi.
-Anlaşıldı Beyefendi, baş üstüne efendim, diye yerlere kadar eğilerek saygı selamı yaptı
müdür.
Arabaya döndüler. Yolda emredilen alışverişler yapılmış, paketler, poşetler bagaja
konmuştu.
Minik kalbi sevinsin mi, şaşırsın mı, çığlık mı atsın karar veremiyor, gönül denizi
met-cezirler yaşıyordu.
Araba briket duvarlı bahçenin yanında durdu. İnene kadar cebindeki karta bakmayı
unutmuştu. Araç geri dönerken kartı okudu. Yazılı isim; şöhretini yerel gazetelerden
bildiği şehrin ilk üçte yer alan işadamlarından birine aitti. Zili çaldı. Kapıyı açan annesi
zaten gecikmesinden tedirginken, bir de paketleri görünce büsbütün heyecana kapıldı:
-Neredesin Oğlum? Bunlar da neyin nesi böyle, diye sordu.
21Gözlerinin içi gülüyor, şükür, minnet ve tevekkülün ödülünü almış olmanın mutluluğu ile
gülümsüyordu.
-Bu defa sen acele ettin anne! Sabahın Sahibi okuluma devam etmeme izin verdi.
Okuyacağım anne, okuyacağım, diyerek boynuna atıldı çilekeş kadının.
............
Dostlar;
Miraç Geceleri o işadamına üst üste kaza geçirten kim? İki bin öğrenci mevcudu olan
Teknik Liseden müdür niye bu çocuğu seçti?
Duanın gücüne ne kadar inanıyorsunuz?
Tevekkül anlayışınız hayatınızı ne derece etkiliyor?
Hayatınızın ne kadarını siz planlıyorsunuz?. .