Yorucu dersler, günler boyu süren seminerler sonunda, hafta tatilini kendine özgü
dinlenme programları ve hobilerle değerlendirirdi. Sabahleyin, üniversiteli gençlerin
devam ettiği küçük çay ocağına gitti. Burada bir bardak çay parasına günlük gazeteleri
tarayabiliyor, rastladığı arkadaşlarından sınavlara hazırlanma taktikleri alıyordu. Saatler
öğleye doğru akarken, mutat uğrak yerlerinden birine gitmek üzere yola çıktı. Bu soğuk
sonbahar gününde; yaygılarını açan işportacılar, turistlere musallat olan kartpostalcılar,
her seferinde “Tartalım ağabey..” diyerek boyun büken çocukların yanı sıra, az sayıda
temizlik işçisine ekmek tekneliği yapıyordu şehrin caddeleri. Alaaddin Tepesi’nden
Mevlana Bulvarı’na uzanan yolda ağır adımlarla ilerlerken okuduğu kitapların genel bir
özetini beyninde değerlendiriyor, hatta bazen sesli olarak kendi kendine konferanslar
veriyor, hayali katılımcılarla açık oturumlar düzenliyordu. Bir gören olsa “Kendi kendine
13konuşan dalgın bir genç, kim bilir ne derdi var?” demekten kendini alamazdı.
Öğle ezanı okunurken Sultan Selim Camii’ne girdi. Namazdan sonra, her hafta sonu
yaptığı gibi Mevlana Türbesi’ni ziyaret edecek, bugün galeri olarak kullanılan derviş
hücrelerinde yeni açılan hat ve ebru sanatı sergisini ziyaret edecekti.
Okuduklarıyla kendi yaşam tarzını, hayat çizgisini olgunlaştırmaya çabalarken
anlayamadığı ve hep isyan ettiği şey; bu ülkede İslam’ın algılanma biçimleriydi. Cahil
çoğunluk bidat ve hurafeler kıskacında, atadan miras din anlayışı içinde mutlu
olduğunu zannederken, aydın geçinenler genellikle dine ve dince kutsal değerlere sırt
çevirmeyi entelektüel etiketi almanın ön şartı sayıyor, sanatçı kimliği kuşananlar ise
Mevlana ve Yunus’un sadece kuru edebiyatını yapıyordu.
Türbeye yaklaştı. Aşkın Sultanı ve derviş ana bir fatiha, üç ihlas takdim ettikten sonra,
kalabalıktan sıyrılarak kapıya yöneldi. Türbenin büyük sandukası önünde saatlerce
ayakta dikilen sosyete bayanlara, top sakallı adamlara, dekolte kıyafetini şeffaf bir tülle
güya örtmeye çalışan genç kızlara öfke doluydu. “İslam böyle yaşanmaz, yaşanacaksa
toptan yaşanır, işine geleni yap, gelmeyeni terk et, çifte standart bu, münafıklığın ta
kendisi!..” diye mırıldana mırıldana avluya çıktı. Hele bir de “İslam’ın en güzel yaşandığı
ülke Türkiye” demezler mi, çıldırıyordu bu lafa. Düşlediği İslamî hayat, okuduğu
kitaplarda ve asr-ı saadette kalmıştı. Ama mutlaka yaşanmalıydı. Okulu hele bir bitirsin,
hele bir topluma ekonomik anlamda da katılsın, o zaman hem yaşayacak, hem de
yaşatacaktı İslam’ı. Görecekti millet adam gibi Müslümanlığın nasıl olduğunu.
Sararan akasya yapraklarının serin hazan rüzgarlarıyla raks ettiği ara sokaklardan
öğrenci yurduna döndü. İdare odasına uğrayıp emekli din görevlisi Veysel Hoca’ya
14selam verecek, birkaç dakika sohbetini dinledikten sonra odasına çıkacaktı. Yazı
gözlüğü kullanmadan evrak inceleyemeyen Veysel Hoca, hafta sonları daktilo ve
makbuz işlerine yardım eden gençleri pek sever, bin bir çeşit dua eşliğinde
kütüphanesindeki dini eserlerden hediye ederdi.
Milli Eğitim Müdürlüğü’nden gelen yazıya cevap yazmak üzere yazı makinesinin başına
geçtiğinde kapıda duran nöbetçi arkadaşı içeri girdi.
-Veysel Hocam, bir hanımla iki adam geldi. Sizinle görüşmek istiyorlar, dedi. Veysel
Hoca:
-Bekletme evladım, al içeri, al hemen, dedikten sonra yazıya ara verdiler. Kapıdan giren
bayan böylesi vakıflara yolu düşecek tiplerden değildi. Vizon kürkü, yüksek ökçeli yılan
derisi ayakkabıları, boya küpüne düşmüşçesine makyajlı yüzüyle bu kadın ve ardında
duran siyah paltolu bodyguard tipli adamların vakıfla ne işi olabilirdi ki?..
Veysel Hoca:
-Buyur hanım kızım, hoş geldiniz, dedi. Hanım, tedirgin ve aceleci bir eda ile:
-Hacı Baba, benim bir adağım vardı. Para bıraksam koç alıp keserek öğrencilere yedirir
misiniz? dedi.
Hoca:
-Tabii kızım. Bağışınızı kaydeder, hemen yaparız. Ama önce makbuz kesmeliyim, dedi.
Genç hanım, çantasından bir tomar para çıkarıp uzattı. Veysel Hoca, itina ile saydıktan
sonra:
-Ama burada bir koç parasından daha fazlası var, diyerek bir kısmını iade etmek istedi.
Hanım:
15-Amma yaptın Hacı Baba, fazlası talebelere benim hediyem olsun, diye reddetti. Hoca
makbuz kesmek üzere kasayı açarken:
-Hacı Baba makbuz istemez, bize müsaade, diyerek kapıya yöneldi hanım.
-Olur mu, bizi de denetliyorlar, acele etmeyin az durun, bir çayımızı için, diyerek ısrarla
makbuz koçanını açtı Hoca. Genç hanım, isim sorulmasından son derece rahatsızdı.
Utana sıkıla:
-Perihan yaz Hacı Baba, Perihan Altınses, dedi. Veysel Hoca kalın gözlüklerini takarak
ismi yazdıktan sonra “Adres neresi?” diye sordu. Kadın daha da fena olmuş, acı
kaderinin tokadı atılmışçasına anlamlı bir hüznün derin izleri suratına çöküvermişti.
-Adres olmasa olmaz mı be Hacı Baba, diye sızlandı. Hoca ısrar edince de derin bir “off”
çekerek:
-Yaz Hacı Baba yaz!.. Roma Pavyonu yaz, oldu mu, dedi ve çantasını kaptığı gibi aceleyle
kendisini getiren iki adamın refakatinde arabaya binerek uzaklaştı.
Veysel Hoca “Amma da tez canlı kadınmış, makbuzu almadı bile” diye hayret ifade
ederken, delikanlı, daktilo başında izlediği bu olayda kadının ne iş yaptığını ve nasıl bir
dînî hisle adak için yurda geldiğini daha ilk görüşte anlamıştı.
Demek; bu ülkede pavyon konsomatrisleri bile adak inancı içindeydiler!.. Öyleyse
kafasını değiştirmeli, okuduğu ideal yaşamla ülkenin realitesini yeniden özümsemeliydi.
Artık, Mevlana Türbesi’nde saatlerce kendinden geçen sosyeteye, huşû içinde Allah’a
açılan manikürlü ellere kızmayacaktı. Herkes kendi adına ne kadarına gücü yeterse
öylece yaşamalıydı dinini. Kişi kendinden sorumluydu. İslam’ın tamamını yaşamak,
sanıldığı kadar da kolay değil, hatta altından kalkılması güç bir iddia idi.
16Yurttan çıkıp klasiklerin sembolik fiyatlara satıldığı M.E.B Yayınevi’ne koştu. Mesnevi ve
Yunus Emre Divanı alarak, her kesimden insanı kucaklayan bu insanların İslam anlayışını
kavramaya çalışacak; sert, radikal tutumları bir kenara bırakarak “Yaratılanı Yaratandan
ötürü sevenlerin”, “Ne olursan ol yine gel.” diyenlerin yolunu anlamaya çalışacaktı.
............
Dostlar;
Başkalarını Allah adına yargılamak, İslam’ı bizim zihniyetimizle algılamayanlara burun
kıvırmak, kendi cemaatimizi tek hakikât saymak, elimize iman-küfür damgasını alarak
önümüze geleni mühürlemek yanlışına daha ne kadar devam edeceğiz?
Mevlana’nın cenazesinde Yahudi ve Hıristiyanlar da saf tutmuş, ağlamıştı. UNESCO,
geçtiğimiz yıllarda dünya çapında Yunus Emre Sevgi Yılı Kampanyası düzenlemişti.
Bizden yetişen ve dünyaya mâl olan bu şahsiyetleri azıcık merak etmiyor musunuz?
Soralım kendimize; son yüzyıllarda neden Yunus ve Mevlana ölçeğinde adamlar
yetişmiyor içimizden?!.