Bir vakit ezana geç kalacak olsa ödü kopardı. Mesleğine ilahi bir aşkla bağlı olan İbrahim
7Hoca, yirmi beş yıldır aynı köyde imamlık yaparken yıllık izin nedir bilmemişti. “Hocam
biraz da sen dinlen, git dolaş şöyle tatil yap” diyenlere “Ezan tatil olmaz, cami tatil
olmaz” diye karşı çıkardı. Namaz memuru olmaktan öte, köylüler için vazgeçilmez bir
toplumsal denge unsuru olmayı başarmıştı. Her Perşembe akşamı, yatalak hastaları
ziyaret ederek moral verir, aile içi problemi olanları özel olarak dinler, dertleri sır tutarak
çözümler, dargınları ustalıkla barıştırır, köye gelen resmi misafirleri en güzel ikramlarla
karşılar, ağırlanmalarına öncülük ederdi.
Tabiatın yeniden dirildiği bir bahar günü, camiin bahçesindeki asma dalları ile örtülü
çardak altında cemaatle sohbet ederken, birden bire kalbinin tuhaf bir sıcaklıkla
yandığını, nefesinin kesildiğini, gözlerinin karardığını hissetti. Kendine geldiğinde
kasabanın hastanesinde idi. Kalp krizi ve yüksek tansiyonla tanışıyordu ilk kez. Herkese
deva olmaya çalışan bu güzel insan; şikâyetlenmek isyandır ilkesi ile kendi dertlerini
kimselere açmamış, yüreği yılların çile ve sıkıntılarını taşıyamaz olmuştu artık. Doktor:
“Hocam, en az üç ay dinlenmeli, hatta farklı bir bölgede hava değişimi yapmalısınız”
demişti.
Kendisi gibi imamlık yapan oğlu Ahmet’in yanına Lüleburgaz ’ın bir köyüne gitmeyi ve
orada dinlenmeyi tercih edecekti. Eskişehir’den kalkıp Trakya’ya gelmek, farklı insanları
tanımak, göçmen kökenli yaşlılarla Bulgaristan’daki Osmanlı Medreselerini konuşarak
sıcak sohbetler yapmak ona epeyce şifa vesilesi olmuştu. Toparlandığını hissettiği ilk
anda hemen köyüne ve camiine dönmek üzere yola çıktı.
Otobüs, Topkapı otogarı’nın Trakya kısmına girerken, İstanbul’un deniz mavisi
semalarına akşamın kurşunî perdesi çekiliyor, müezzinler akşam ezanını terennüm
ediyordu. Oğlu Muhiddin’le birlikte hemen soluğu otogarın mescidinde aldılar. Aylar
sonra ilk kez bu mescitte dönüyordu mihraba, imamete.
8Namazdan sonra karşı yakaya, Haydarpaşa’ya geçecekler, oradan da gece yarısı kalkan
Anadolu Ekspresi ile köye döneceklerdi. Dolmuşa binerken oğluna:
“Yavrum, Muhteşem Süleymaniye’yi pek merak ederim. Ne dersin, yatsıyı orada kılsak
trene geç kalır mıyız?” dedi.
Çocukluktan ilk gençliğe adım atmak üzere iken tarifi güç dini heyecanlar yaşayan
Muhiddin: “Olur baba, hemen gidelim, geç kalmayız inşallah” dedi can atarak. Vezneciler
dolmuşu ile geldiler tarihi Süleymaniye semtine.
Ezana dakikalar kalmıştı. Şadırvanda abdest alırken içinden geçenleri sesli düşünerek
mırıldandı:
“Ahhh!. Ne olurdu şu camiin mihrabında bir Kur’an okuyabileydim.”
Hemen yanında abdest alan oğlu, bu defa karamsardı: “Baba, burası İstanbul. Pek çok
mevlithan ve hafızın arasında seni kim tanır da Kur’an okumana izin verir?”
“Haklısın oğlum. Ben kim, Süleymaniye’de Kur’an okumak kim?” diyor ve biraz da
içleniyordu. Ne kadar da samimi arzulamıştı bunu; ne kadar da derinden ah etmişti.
Camiye girerken biraz buruk, biraz da heyecanlı idi.
Koca Süleymaniye’de bir yaz akşamı sadece beş saf cemaat vardı. Çarşılar neşeli,
sokaklar kalabalık, ama camiler garipti.
Namaz bitmiş, tesbihat tamamlanmış, sıra müezzinin “el fatiha” demesine gelmişti.
9Müezzin “velhamdulillahirabbilalemin” derken imam el işareti ile fatiha dememesini
istedi. Bu, imamın aşir okuyacağı anlamında idi.
Cemaat, imamın başlamasını beklerken O cemaate dönüp birini öne doğru çağırıyordu.
İbrahim Hoca başını kaldırdığında imamla göz göze geldi. Aman Allah’ım!.. İmam kendini
çağırıyordu. “Hayır, olamaz, ben olamam, belki yanımda ya da arkamda birini çağırıyor”
diye umursamadı. Sessizlik sürüyordu. Bir kez daha baktığında yine göz göze geldiler.
Bu defa da kaçırdı bakışlarını. Bekleyiş ve sessizlik uzamak üzere iken, Süleymaniye
İmamının sözleri böldü sükûtu:
“Evet siz!.. Üçüncü saftaki sarı sakallı siz, siz!.. Ön tarafa buyurun”
Artık çare yoktu. Muhatap belli idi. Mahcup, ürkek ve titrek adımlarla safta duranların
omuzlarını elleri ile aralaya aralaya mihraba gitti. İmamın sağ yanında yerini aldı.
“Bu camiye bir Kur’an borcunuz var. Buyurun ödeyin” dedi İmam. Kendini toparladı ve
aşkla çekti Euzu Besmele’yi. Arapçası yoktu. Düzenli bir ilim tahsili de olmamış, Kur’an’ın
yasak olduğu dönemlerde bulduğu hocalardan gizli dersler almıştı. Elif-Bayı ahırda atlar
arasında öğrendiğini söylerdi. Ancak yetiştirmişti kendini. Kur’an surelerinin genel
anlamlarını bilir, manâyı düşünerek tilavet etmeye özen gösterirdi. Manâ derinliğini
düşünerek okumayı sevdiği surelerden biri bu defa Süleymaniye kubbesinde yankı
buluyordu: “Hâ miiiim..Vel kitabil mübin” diye başlayan Duhan Suresi ayet ayet akıyordu
dilinden, imanlı gönüllere.
Aşr-i şerif bittiğinde cemaatten tebrikleşenler ve musafaha edenlerle ayaküstü
tanıştılar. Hepsiyle kucaklaşmış, sıra O’nu ön tarafa çağıran imama gelmişti. Önceden
10tanışıklıkları yoktu. Namazdan önce de konuşmaları söz konusu değildi. Beyninde
çalkalanan hayret ve soruları “Hocam bu nasıl bir sır?” diyerek sordu. Koca Süleymaniye’
nin heybetli ve nur yüzlü imamı işaret parmağını dudaklarına götürerek susmasını
tembihledi. İbrahim Hoca ise sırrı merak ediyor ve cevap için ısrarlı gözlerle bakıyordu.
İmam kulağına eğilip şunları fısıldadı:
“Kalpleri evirip çeviren, şahdamarımızdan daha yakın olan Allah ise; kulda keramet
aramak niye?..”
Vedalaşıp ayrılırlarken kalbi derin bir huzur duyuyor, ödül alan öğrenciler gibi sevinçle
memleketin yolunu tutuyordu.
............
Dostlar;
Rasulullah (as) “Ameller niyete göredir” buyurdu değil mi? Bu hadisi bir kez daha
düşünün. Hayrı, iyiliği ve Allah için olan işleri niyete aldıktan sonra; acabaları,
imkânsızları, sebepleri atın kafanızdan. Bize düşen sadece niyet. Yaratmak mı? O’nun
sahibi belli zaten!..