Ahmed
Şemseddîn hazretleri Manisa'da
hocasının isteği doğrultusunda talebeler yetiştirmekle meşgûl oldu.
Ancak bu sırada Şâh İsmâil de, Ehl-i sünnet îtikâdını, müslümanların
Peygamber efendimizden gelen doğru inancı yıkmak için harekete
geçmişti. Bu gâye ile Anadolu'ya "dâî" adı verilen halîfeler göndermiş,
sahte şeyhler eliyle bozuk ve yanlış tarikatler kurdurmuştu. Ayrıca
Antalya'dan Bursa'ya kadar pek çok yerde isyanlar çıkartarak halkı
silâh gücü ile de sindirmek istemişlerdi. Karışıklık had safhada idi.
Öyle ki bu sahte şeyhler Osmanlı merkezine kadar sızdılar. İstanbul
sahte şeyhlerle doldu ve halk kime inanacağını şaşırdı.
Velî pâdişâh İkinci Bayezîd Han sahte
tarîkatlerin ayıklanarak kapatılmasını istedi. Böylece halkın yanlış
inanışlara kapılıp Ehl-i sünnet îtikâdından uzaklaşmasına mâni olmak
üzere harekete geçti. Kurulan bir mecliste şeyhlerin imtihana tâbi
tutulmasını istedi. Bu düğümü çözmek için de Ahmed Şemseddîn
hazretlerini Manisa'dan İstanbul'a dâvet etti.
Ahmed Şemseddîn hazretleri derhal bu ulvî
görevi kabûl edip İstanbul'da Sultan Bâyezîd-i Velî hazretlerinin
huzûruna çıktı ve Osmanlı Sultânının da hazır bulunduğu imtihan
heyetine reislik etti.
O gün Ahmed Şemseddîn hazretlerinin
tuttuğu şerîat süzgecinden hak ve doğru yolda bulunan şeyhler
rahatlıkla geçerken sahteleri tutuldu. Bunlar mahcup ve perişan
oldular. Tekkeleri kapatıldı ve yaptıkları işten men edildiler. Ahmed
Şemseddîn hazretlerine, imtihan sırasında gösterdiği kemâl, dirâyet ve
olgunluk sebebiyle "Yiğitbaşı" lakabı verildi. Pâdişâh çok hoşnut
kaldığı ve takdir ettiği bu büyük velîyi hediyelerle taltîf etti. O ise
bu hediyelerin tamamını fakirlere dağıttı. İstanbul'da kalması
tekliflerine rağmen, tekrar Manisa'ya döndü. Bu hâdise dilden dile,
şehirden şehire yayıldı. Sohbetine kavuşmak isteyenler Manisa'ya akın
ettiler ve çevresinde geniş bir sohbet halkası meydana getirdiler.
Ahmed Şemseddîn hazretlerinin kerâmetleri
Mısır'da Arab Molla nâmıyla tanınan bir zâta kadar ulaştı. Arab Molla,
ilmiyle mağrur bir zâttı. Ahmed Şemseddîn'i imtihan etmek üzere
Mısır'dan Manisa'ya geldi. Ahmed Şemseddîn hazretlerini çekemeyenler
derhal Arab Molla'nın etrafında tâzim, hürmet ve îtibâr halkası meydana
getirdiler. Ona, Yiğitbaşı Velî aleyhinde pek çok sözler söylediler. Bu
hal, Arab Molla'nın nefsini ve gurûrunu okşadı. Onlara:
"Siz onu bana bırakın. Onun hakkından ben
gelirim ve şeyhlik ne imiş ona gösteririm." dedi. Benlik dâvâsıyla
mağrur Arab Molla, ertesi gün Yiğitbaşı Velî'nin dergâhına geldi.
Dergahın bahçesinden içeri girmek üzereyken kapıda iki derviş kendisini
karşıladı ve; "Ey Molla! Şeyh hazretleri dergahında sizi bekliyor."
dediler. Arap Molla geleceğinden hiç bahsetmemiş ve bu dervişlerle de
daha önce karşılaşmamıştı. Şaşırdı ve dayanamayıp sordu:
"Ey Canlar! Yanlışlık olmasın. Siz kimi
karşılarsınız. Ben ziyâret edeceğimi bildirmemiştim." Dervişler tatlı
tatlı gülümseyerek sordular: "Mısır'dan gelen Arab Molla siz değil
misiniz?" Molla daha büyük bir şaşkınlıkla; "Evet." diyebildi ve
dervişlerin îkazıyla dergâhtan içeri girerek kendisini bekleyen Şeyh
hazretlerinin huzûruna vardı.
Yiğitbaşı hazretleri birkaç talebesiyle
sohbet etmekte, onlara İslâmiyetin güzel ahlâkından bahsetmekteydi.
Molla Arab'ın oturması ile sözüne devam etti:
"Ey dostlarım kibirden sakınınız.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Kalbinde zerre kadar
kibir olan Cennet'e giremez." buyurdu. Kibir, Allah'ın kullarına
hakâret, aşağılık gözü ile bakmaktır. Kendini herkesten üstün
görmektir. Ebû Hâşim Sûfi hazretleri; "Dağı iğne ile kazıp yerinden yok
etmek, kalpden kibri söküp atmaktan daha kolaydır." demektedir."
Bunca nasîhata rağmen Arab Molla'nın hâlâ
inkâr çukurunda olan nefsi, Yiğitbaşı ile yarışmak ister. Onun bir
müddet duraklamasını fırsat bilerek gururlu bir edâ ile ve kelimelerin
üzerine basa basa:
"Ey Şeyh, sizin erbaîninizi, çile
çekmenizi, nefsinizi yola getirmekteki gayretinizi çok medhettiler.
Birlikte erbaîne, çile çekmeye girsek ne dersiniz?" diye sordu. Ahmed
Şemseddîn hazretleri tebessüm ederek:
"Hay hay!.. Biz misafirimizi kırmayız."
buyurdu.
Arab Molla:
"Ancak benim bir şartım var. Yemek içmek
serbest, fakat dışarıya çıkmak ve ihtiyâcınızı görmek yasak olacaktır."
diye ekledi. Şeyh hazretleri:
"Kabul. Her şartınızı kabul ediyorum."
deyince, birlikte bir hücreye girdiler. Yiğitbaşı hazretleri
talebelerine kendisine kuzu dolması getirilmesini ve misafirine de ne
isterse verilmesini istedi. Ancak Arab Molla sadece birkaç zeytin ile
iktifâ etti. Şeyhin kuzu dolmasını yemesini seyrediyor ve biraz sonra
dayanamaz dışarı çıkar diyerek için için gülüyordu. Ancak zamânın su
gibi geçmesine, Şeyh hazretlerinin nefis, leziz yiyecekleri birbiri
ardısıra bitirmesine rağmen, Molla'nın beklediği an bir türlü gelmedi:
Bir, iki, üç ve nihayet dördüncü gün o nefis yiyecekleri yiyen sanki
Şeyh hazretleri değil de oymuş. Kendisini nasıl dışarıya atacağını
bilemedi. İhtiyâcını gördükten sonra dışarıda kendisini bekleyen
dervişlere; "Yahu! Ben iki üç zeytin tanesiyle dayanamadım. Bu zat
bunca yemeği nasıl yiyor ve nasıl duruyor?" diye söylendi. Dervişler
ise şu cevâbı verdiler:
"Bu, mollalıkla şeyhlik arasındaki
farktır."
Arab Molla hatasını anlamıştı. Derhal
Yiğitbaşı hazretlerinin ellerine sarılarak affedilmesini diledi ve; "Ey
zamânın Yûsuf'u, sen Mısır'a sultan olmuşsun. Bu günâhkârı da
bendelerin arasına kabul et" dedi. Tövbe ve istiğfâr ettikten sonra
talebeliğe kabûl edilen Molla Arab, Ahmed Şemseddîn hazretlerinin en
büyük halîfelerinden oldu.
Hacet Duası
Büyüklerden biri, Ahmed Rıfâî'ye duâ etmesi için bir
hasta getirdi.
Hasta birkaç gün kaldığı hâlde, Ahmed Rıfâî hiçbir şey söylemedi. Bunun
üzerine hizmetçisi Yâkûb;
- Efendim! Bu hasta için duâ etmemenizin sebebi nedir? deyince;
Ahmed Rıfâî hazretleri;
- Ey Yâkûb! Cenâb-ı Hakk'ın izzetine yemîn olsun ki, Allah katında, benim kabûl olunacağı vâd olunan yüz hâcetim vardır. Şimdiye kadar hiçbirini dilemedim., cevabını verdi.
Yâkûb;
- Bir tânesi bu biçâreye sarf edilse nasıl olur? deyince,
Ahmed Rıfâî hazretleri;
- Sen benim edebe aykırı hareket eden bir kimse olmamı mı istiyorsun?" buyurup; "Dikkat ediniz, halk ve emir O'na mahsûstur. Âlemlerin Rabbi Allah çok yücedir." (A'raf sûresi:54) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu, sonra; "Ey Yâkûb, aslında fakîr olan bir kişi, bir hâcet istirhâm edip, kabûle mazhâr olduğu zaman, eski vekar ve şerefinden de bir kademe kaybeder." buyurdu.
Hizmetçisi;
- Efendim, namazlardan sonra her zaman duâ ettiğinizi görüyorum." deyince de,
Ahmed Rıfâî;
- O başka, bu başkadır. Namazlardan sonra yapılan, ilâhî emre uymak için yapılan kulluk duâsıdır. Bu ise hâcet duâsıdır ve husûsî şartları vardır." buyurdu.
Bu konuşmadan iki gün sonra o hasta şifâ buldu.
- Efendim! Bu hasta için duâ etmemenizin sebebi nedir? deyince;
Ahmed Rıfâî hazretleri;
- Ey Yâkûb! Cenâb-ı Hakk'ın izzetine yemîn olsun ki, Allah katında, benim kabûl olunacağı vâd olunan yüz hâcetim vardır. Şimdiye kadar hiçbirini dilemedim., cevabını verdi.
Yâkûb;
- Bir tânesi bu biçâreye sarf edilse nasıl olur? deyince,
Ahmed Rıfâî hazretleri;
- Sen benim edebe aykırı hareket eden bir kimse olmamı mı istiyorsun?" buyurup; "Dikkat ediniz, halk ve emir O'na mahsûstur. Âlemlerin Rabbi Allah çok yücedir." (A'raf sûresi:54) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu, sonra; "Ey Yâkûb, aslında fakîr olan bir kişi, bir hâcet istirhâm edip, kabûle mazhâr olduğu zaman, eski vekar ve şerefinden de bir kademe kaybeder." buyurdu.
Hizmetçisi;
- Efendim, namazlardan sonra her zaman duâ ettiğinizi görüyorum." deyince de,
Ahmed Rıfâî;
- O başka, bu başkadır. Namazlardan sonra yapılan, ilâhî emre uymak için yapılan kulluk duâsıdır. Bu ise hâcet duâsıdır ve husûsî şartları vardır." buyurdu.
Bu konuşmadan iki gün sonra o hasta şifâ buldu.
Vakıf Zerdalisi
Ahmed
Câmî hazretlerinin
bir zaman canı
zerdâli istedi. Nefsine; "Bir yıl oruç tutarsan zerdâli veririm." dedi.
Nefsi bunu kabûl etti. Bir yıl oruç tuttu. Bir yıl, tamam olunca nefsi
seslenip; "Ben hizmetimi bitirdim. Sen de verdiğin sözü yerine getir!"
diyordu. Babadan miras kalan bir bağı vardı. Oraya gitti. Bağda bir
hayvan öldürülmüş ve karnı deşilmişti. Mîdesinde çiğnenmeden yutulan
zerdâliler vardı. Onlardan bir tane alıp temizledi. Nefsi feryad edip;
"Senin bana vermeyi söz verdiğin zerdâli böyle hayvan mîdesinden
çıkarılan zerdâli değildi." dedi. "Bu da zerdâlidir. Eğer îtirâz
edersen, bunu da vermem." dedi. Nefsi kabûl etmedi. "Tek bana bunu
verme! Başka bir şey istemem." dedi. Sonra birkaç tâne zerdâliyi daldan
kopararak eline aldı.
Dostu Ebû Tâhir'in yanına varınca, zerdâlileri önüne koydu.
- Ahmed! Bize vakıf zerdâlisi mi getirdin? dedi.
- Vakıf değildir. Kendi ağacımdan, kendi elimle toplayıp getirdim, dedi.
- Vakıf zerdâlisi getiriyorsun, sâhibiyim diye bize veriyorsun, bizi görmüyor sanıyorsun, dedi.
Edepsizlik olmasın diye sustu. İçinden de Allahü teâlâya münâcaat edip; "Yâ Rabbî! Sen de biliyorsun ki, bu zerdâlileri, babamdan bana mîras kalan bağdaki kendi ağacımdan alıp getirdim. O ise vakıf zerdâlisi olduğunu söylüyor. Bu işin doğrusunu onun kalbine ilhâm eyle!" dedi. Biraz sonra Ebû Tâhir oğlunu çağırıp;
- Git, kendi süründen bir koyun getirip kes. Açlık Ahmed'in başına ve beynine vurmuş, ne söylediğini bilmiyor. Vakıf zerdâlisini, kendi malı sanıyor. Çorba ve et pişirsinler, dedi.
Çorba ve eti pişirip getirdiler. Ahmed Câmî'nin gönlüne, bu etten ve çorbadan yememek geldi. Çünkü helâl değildi. Sâdece kuru ekmek yedi.
Ebû Tâhir; - Niçin yemiyorsun? diye sorunca;
- Böyle hoşuma gidiyor., dedi. Isrâr etti. Bunun üzerine kalbine gelen ilhâmı anlattı. Oğlunu çağırıp, koyunu nereden getirdiğini sordu.
Oğlu;
- Sürü uzak gitmişti. Siz acele istediğiniz için, eti falan kasaptan aldım, dedi.
Kasabı çağırıp sordular. Kasap:
- Bu koyunu bekçi haksız olarak bir yerden almış. Bana getirdi. Ben de kestim. Yarısını bekçi alıp gitti. Diğer yarısını da, oğlunuz gelince ona sattım, dedi.
Bu hal anlaşılınca, Ebû Tâhir başını önüne eğdi. Ahmed Câmî de kalkıp yakında bulunan mağaraya gitti. Orada ona bir ağlama hâli geldi. "Yâ Rabbî! O etin durumunu ona gösterdin. Zerdâlinin de durumunu ona ihsân eyle." diye münâcaatta bulundu. Bu sırada Ebû Tâhir mağaraya geldi. Arkasından Hızır aleyhisselâm geldi ve;
- Ey Ebû Tâhir! Ahmed'in malına vakıf dersin. Şüpheli ete helâl dersin. Bunu kimden öğrendin? Ahmed'in mertebesi çok yüksektir, buyurdu. Ebû Tâhir o zaman meseleyi anlamış oldu.
Dostu Ebû Tâhir'in yanına varınca, zerdâlileri önüne koydu.
- Ahmed! Bize vakıf zerdâlisi mi getirdin? dedi.
- Vakıf değildir. Kendi ağacımdan, kendi elimle toplayıp getirdim, dedi.
- Vakıf zerdâlisi getiriyorsun, sâhibiyim diye bize veriyorsun, bizi görmüyor sanıyorsun, dedi.
Edepsizlik olmasın diye sustu. İçinden de Allahü teâlâya münâcaat edip; "Yâ Rabbî! Sen de biliyorsun ki, bu zerdâlileri, babamdan bana mîras kalan bağdaki kendi ağacımdan alıp getirdim. O ise vakıf zerdâlisi olduğunu söylüyor. Bu işin doğrusunu onun kalbine ilhâm eyle!" dedi. Biraz sonra Ebû Tâhir oğlunu çağırıp;
- Git, kendi süründen bir koyun getirip kes. Açlık Ahmed'in başına ve beynine vurmuş, ne söylediğini bilmiyor. Vakıf zerdâlisini, kendi malı sanıyor. Çorba ve et pişirsinler, dedi.
Çorba ve eti pişirip getirdiler. Ahmed Câmî'nin gönlüne, bu etten ve çorbadan yememek geldi. Çünkü helâl değildi. Sâdece kuru ekmek yedi.
Ebû Tâhir; - Niçin yemiyorsun? diye sorunca;
- Böyle hoşuma gidiyor., dedi. Isrâr etti. Bunun üzerine kalbine gelen ilhâmı anlattı. Oğlunu çağırıp, koyunu nereden getirdiğini sordu.
Oğlu;
- Sürü uzak gitmişti. Siz acele istediğiniz için, eti falan kasaptan aldım, dedi.
Kasabı çağırıp sordular. Kasap:
- Bu koyunu bekçi haksız olarak bir yerden almış. Bana getirdi. Ben de kestim. Yarısını bekçi alıp gitti. Diğer yarısını da, oğlunuz gelince ona sattım, dedi.
Bu hal anlaşılınca, Ebû Tâhir başını önüne eğdi. Ahmed Câmî de kalkıp yakında bulunan mağaraya gitti. Orada ona bir ağlama hâli geldi. "Yâ Rabbî! O etin durumunu ona gösterdin. Zerdâlinin de durumunu ona ihsân eyle." diye münâcaatta bulundu. Bu sırada Ebû Tâhir mağaraya geldi. Arkasından Hızır aleyhisselâm geldi ve;
- Ey Ebû Tâhir! Ahmed'in malına vakıf dersin. Şüpheli ete helâl dersin. Bunu kimden öğrendin? Ahmed'in mertebesi çok yüksektir, buyurdu. Ebû Tâhir o zaman meseleyi anlamış oldu.
İsteseydin Verilirdi
Herat şehrinde Abdullah
zâhid isminde bir
zat vardı. Senenin oruç tutması câiz olmayan beş günü hâriç, otuz
senedir bütün sene boyunca oruç tutardı. Herkes tarafından tanınır,
sözleri kıymetli olup, dinlenirdi. Ahmed-i Nâmıkî Câmî hazretlerinin
Herat'a geldiğini haber alıp, hanımına;
- Elbisemi getir. Üstad Ahmed hazretlerinin büyük velî olduğunu söylüyorlar. O gelmiş. Bakalım hâli nasıldır? dedi.
Hanımı:
- Eğer onu denemek, imtihan etmek için gidiyorsan sakın gitme, çünkü o senin zannettiğin gibi değildir. Eğer sohbetinde bulunmak, sözlerinden istifâde etmek niyetin varsa, git ve ne derse riâyet eyle. Eğer söylediklerine uymazsan ziyân edersin, dedi.
Zâhid kızıp;
- Haydi elbisemi getir! Sen böyle şeyleri bilmezsin, dedi.
Elbisesini giyip, Ahmed Câmî'nin huzûruna gelip, selâm verdi. Ahmed Câmî selâmını aldı ve;
- Bize selâm vermeye niyet ettiğin zaman, hanımının sana ne söylediğini hatırlıyor muydun? Söz dinler misin? buyurdu.
Zâhid;
- Söylenilen söz doğru olduktan sonra niçin tutmayayım, niçin söz dinlemeyeyim, dedi.
Bunun üzerine Ahmed Câmî buyurdu ki:
- Geri dön. Falan mahalleye git. Muhammed Kassab-ı Mervezî'nin dükkânında, kenarda çengelde asılı olan kuzu etini satın al. Bakkaldan da biraz pekmez ve yağ al. Kendi elinle evine götür. Çünkü hadîs-i şerîfte; "Bir kimse kendi ihtiyâcını kendi taşırsa, kibirden uzak olur." buyruldu. Eti pişir, tatlıyı da yanına alıp, hanımınla berâber ye. Sonra gusül eyle. Sonra, bu zamâna kadar isteyip de elde edemediğin bir şey varsa, gel Ahmed Câmî'ye talebe ol. Onun sözünden hiç çıkma! buyurdu.
Zâhid, bana yapamayacağım şeyleri söylüyor. Ben otuz senedir gündüz bir şey yemiyorum ki... diye düşündü. Bunun üzerine Ahmed Câmî hazretleri;
- Zâhid, neler düşünüyorsun? Haydi! Bunlar kolaydır. Korkma! Eğer bunları yapmak sana çok zor geliyorsa Hâce Ahmed'den (kendisinden) yardım iste! buyurdu.
Zâhid kalktı ve Ahmed Câmî hazretlerinin söylediklerini yerine getirdi. Eti pişirdiler. Tatlı yaptılar ve yediler. Hamama gidip gusledince, şehrin dört duvarı arasında bulunan şeyler kendisine keşf olunmaya, onları görmeye başladı. Sonra Ahmed Câmî'nin yanına geldi. Ahmed Câmî kendisine;
- Ahmed'in bunda kabahati yoktur. Eğer şehrin dört duvarı içinde olan şeylerin keşfini değil de, dünyânın dört bucağı arasında bulunan şeylerin keşfini isteseydin, elbette o da verilirdi., buyurdu.
- Elbisemi getir. Üstad Ahmed hazretlerinin büyük velî olduğunu söylüyorlar. O gelmiş. Bakalım hâli nasıldır? dedi.
Hanımı:
- Eğer onu denemek, imtihan etmek için gidiyorsan sakın gitme, çünkü o senin zannettiğin gibi değildir. Eğer sohbetinde bulunmak, sözlerinden istifâde etmek niyetin varsa, git ve ne derse riâyet eyle. Eğer söylediklerine uymazsan ziyân edersin, dedi.
Zâhid kızıp;
- Haydi elbisemi getir! Sen böyle şeyleri bilmezsin, dedi.
Elbisesini giyip, Ahmed Câmî'nin huzûruna gelip, selâm verdi. Ahmed Câmî selâmını aldı ve;
- Bize selâm vermeye niyet ettiğin zaman, hanımının sana ne söylediğini hatırlıyor muydun? Söz dinler misin? buyurdu.
Zâhid;
- Söylenilen söz doğru olduktan sonra niçin tutmayayım, niçin söz dinlemeyeyim, dedi.
Bunun üzerine Ahmed Câmî buyurdu ki:
- Geri dön. Falan mahalleye git. Muhammed Kassab-ı Mervezî'nin dükkânında, kenarda çengelde asılı olan kuzu etini satın al. Bakkaldan da biraz pekmez ve yağ al. Kendi elinle evine götür. Çünkü hadîs-i şerîfte; "Bir kimse kendi ihtiyâcını kendi taşırsa, kibirden uzak olur." buyruldu. Eti pişir, tatlıyı da yanına alıp, hanımınla berâber ye. Sonra gusül eyle. Sonra, bu zamâna kadar isteyip de elde edemediğin bir şey varsa, gel Ahmed Câmî'ye talebe ol. Onun sözünden hiç çıkma! buyurdu.
Zâhid, bana yapamayacağım şeyleri söylüyor. Ben otuz senedir gündüz bir şey yemiyorum ki... diye düşündü. Bunun üzerine Ahmed Câmî hazretleri;
- Zâhid, neler düşünüyorsun? Haydi! Bunlar kolaydır. Korkma! Eğer bunları yapmak sana çok zor geliyorsa Hâce Ahmed'den (kendisinden) yardım iste! buyurdu.
Zâhid kalktı ve Ahmed Câmî hazretlerinin söylediklerini yerine getirdi. Eti pişirdiler. Tatlı yaptılar ve yediler. Hamama gidip gusledince, şehrin dört duvarı arasında bulunan şeyler kendisine keşf olunmaya, onları görmeye başladı. Sonra Ahmed Câmî'nin yanına geldi. Ahmed Câmî kendisine;
- Ahmed'in bunda kabahati yoktur. Eğer şehrin dört duvarı içinde olan şeylerin keşfini değil de, dünyânın dört bucağı arasında bulunan şeylerin keşfini isteseydin, elbette o da verilirdi., buyurdu.
Nuşirevanın Adaleti
Hazreti
Ömer ve Sa'd İbni Vakkas Hazretleri, İran'a at satmaya gitmişlerdi.
İran'a
vardıkları zaman şehrin girişinde cirit oynayan bir kısım genç görüp
seyre
daldılar. Bir ara yabancıların kendilerini seyretmekte olduğunun
farkına
farkına varan gençlerden birisi yanlarına gelip "Bedeviler" gibi
sözlerle hakaret ettikten sonra, satmak için getirdikleri ve üzerine
bindikleri
Arap atlarını ellerinden zorla aldılar.
Hazreti Ömer ve Sa'd ibni Ebi Vakkas Hazretleri ticaret maksadıyla geldikleri şehre meyüs ve mükedder vaziyette girdiler. Yanlarında yiyecek bir şeyleri olmadığı gibi paraları da kalmamıştı. Aç susuz akşam olmasını beklediler. Akşam olunca da bir hana vardılar. Kapıdan girer girmez hancı, misafirlerin yabancı olduğunu ve üzüntülü olduklarını anladı. Neden üzüntülü olduklarını sordu. Hazreti Ömer daha üzüntülü görünüyordu. O hiç konuşmadı. İbni Vakkas Hazretleri ise başından geçenleri hancıya dert yanarak anlattı. Hancı misafirlerini dinledikten sonra:
Hazreti Ömer ve Sa'd ibni Ebi Vakkas Hazretleri ticaret maksadıyla geldikleri şehre meyüs ve mükedder vaziyette girdiler. Yanlarında yiyecek bir şeyleri olmadığı gibi paraları da kalmamıştı. Aç susuz akşam olmasını beklediler. Akşam olunca da bir hana vardılar. Kapıdan girer girmez hancı, misafirlerin yabancı olduğunu ve üzüntülü olduklarını anladı. Neden üzüntülü olduklarını sordu. Hazreti Ömer daha üzüntülü görünüyordu. O hiç konuşmadı. İbni Vakkas Hazretleri ise başından geçenleri hancıya dert yanarak anlattı. Hancı misafirlerini dinledikten sonra:
-
Siz kederlenmeyin, bizim hükümdarımız son derece âdildir. Ya atlarınızı
buldurur, yahut bedelini tazmin eder. Sizin anlattığınıza göre
elinizden atları
alan hükümdarın kendi oğludur. Ama o mutlaka bu meseleyi halleder,
diyerek
teselli verdikten sonra:
-Her
sabah hükümdarımız pazar yerinde halkın önünden geçer ve halk ona dert
ve
dileklerini bildirirler. O da ne icab ediyorsa hemen yapar. Siz
sabahleyin
hemen pazar yerine gidin vaziyeti anlatın dedi.
Sabah,
Hazreti Ömer ve arkadaşı pazar yerine çıkıp hükümdarı beklemeye
başladılar. Biraz sonra hükümdar yanında tercümanları olduğu halde
geldi.
Herkes nesi varsa açık açık söylüyor o da gerekeni hemen orada yapıyor
veya
yapılmasını emrediyordu. Sıra Hz. Ömer ve İbni Vakkas'a geldi. Onlarda
başlarından geçenleri anlattılar., atlarının bulunup geri veilmesini
dilediler.
Hükümdar
bunları dinleyince yüzü çok asıldı ve üzüntülü olduğu her halinden
belli idi. Bir kese altın verdi ve atlarının da bulunacağını söyledi.
Hükümdar
tercüman vasıtası ile konuşuyordu, tercüman ise atı alanların
hükümdarın oğlu
olduğunu söylememişti. Hazreti Ömer ve Ebû Vakkas Hazretleri yine akşam
kaldıkları hana geldiler. Bu sefer yanlarında paraları da vardı,
karınları da
toktu. Hancının parasını verdiler, o gece de orada kalıp sabahleyin
yola
çıkmayı düşünüyorlardı. Hancı ne olduğunu sordu. Onlar hükümdarla
görüştüklerini ve atları bulacağını söylediler, dedi.
Hancı
birden öfkelendi ve :
-Demek
kendi oğlu olduğu zaman iş değişiyor, dedi.
Sabah
oldu bu sefer hükümdarın karşısına hancı çıkıp:
-Hükümdarım,
suçu işleyen başkası olur ceza verirler de, sizin oğlunuz olursa
cezasız kalır öyle mi? dedi.
Nuşirevan
bunu duyunca rengi değişti ve çok sinirli olduğu besbelli idi:
-At
sahipleri yarın şehir terketsinler... Fakat biri şehrin kuzey, biri
güney
kapısından çıksın dedi.
Sabah
oldu ve atların değerinden fazla para verdi. Hazreti Ömer ve Ebû Vakkas
Hazretleri şehri terkediyorlardı. Bir de ne görsünler, şehrin bir
kapısına atı
alan genç, diğer kapısına ise hükümdara yanlış bilgi veren tercüman
asılmışlar
ve ölmüşler bile...
Fakat
ne yazıktır ki, adaletiyle meşhur bu hükümdara iman nasip olmamış ve
Efendimiz (s.a.v.) imansız gittiklerine teessüf ettiği isimler arasında
bunu da
saymıştır.
Ben Nuşirevandan Daha Adilim
Hazreti
Ömer Halife-i İslâm, Sa'd ibni Ebi Vakkas ise
Mısır valisi oldu. Mısır'i İslamlaştırma ameliyesinde bir de cami
yapılacaktı.
Bu camiye en müsait yer ise bir yahudinin yeri idi. Mısır valisi
yahudinin
yerine cami yapımına başladı. Yahudi çaresiz bir şekilde düşünürken
müslümanlardan bir zat:
-Nedir
senin bu halin? diye sordu.
O:
-Bir
evim vardı, başka bir şeyim yoktu. Vali şimdi oraya cami yapıyor.
Ben ne
yapabilirim? Şimdi açıkta kaldım, dedi.
Müslüman
ona:
-Sen
git
Medine'ye... Orada Halife Ömer vardır. Derdinei ona anlat.
Senin
derdine mutlaka çare bulur, dedi.
Yahudi
daha İslamiyetin nasıl bir din olduğunu bilmiyordu. Medine'ye
vardı.
Halife'yi sordu, bahçede olduğunu söylediler. Gitti bahçeyi buldu.
Baktı ki,
oarad bir adam çalışıyor, yanına yaklaşıp:
-Ben
Halife Ömer'le görüşmek istiyorum, dedi.
Ona
göre
hükümdarın tarlada ne işi vardı. Karşısındaki:
-Derdini
anlat! Ömer benim, dedi.
Yahudi
derdini anlatıp, bir çare bulunmasını söyleyince Hazreti Ömer,
öfkelibir
şekilde , bir kemiğin üzerine bir şeyler yazıp adamın eline verdi:
-Götür
bunu valiye ver, dedi.
Yahudi
bu yazışmadan pek bir şey anlamamıştı. Bundan bir şey çıkmaz,
diyordu
kendi kendine...
Mısır'a
gelip kemiği Sa'd ibni Ebi Vakkas'a verince, vali çok
korkmuştu. Hemen
evi eskisinden daha güzel bir şekilde tamir etti ve yahudiye verdi.
Hemde
memnun etmek için bir miktar yardımda bulundu. Hazreti Ömer'in
gönderdiği
kemiğin üzerinde sadece şu iki kelime yazılı idi:
-Ben
Nuşirevan'dan daha adilim!...
Adalet
İstanbul'un
fethinden sonra Hazreti Fatih bütün mahkumları serbest
bırakmıştı.
Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini
söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka
yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için
hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin
etmişlerdi.
Durum
Hazreti Fatih'e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna
davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Hazreti
Fatih'e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap
etti:
-
Sizlere
şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği
memleketimi geziniz, müslüman hakimlerin ve müslüman halkımın
davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm
görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız
gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu isbat ediniz.
Hazreti
Fatih'in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan
aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk
vardıkları yerlerden biri Bursa idi... Bursa'da şöyle bir hadiseyle
karşılaştılar:
Bir
Müslüman bir yahudiden bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye
satılan at hasta imiş. Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha
ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını
beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş.
Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan
bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek
atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece
ölmüş.
Hadiseyi
daha sonra öğrenen kadı, atı alan müslümanı çağırtıp meseleyi şu
şekilde halletmiş:
-
Siz ilk
geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı
sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda
bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine madem ki ben sebep
oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın
parasını müslümana vermiş.
Papazlar
islam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını
ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin
etmesi karşısında hayret etmişler.
Mahkemeden
çıkan papazların yolu İznik'e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme
ile karşılaşmışlar:
Bir
müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın alarak ekin zamanı
tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin
sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç
heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın
aldığı öbür müslümana götürüp teslim etmek ister;
-
Kardeşim
ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın
içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiata bana
satmazdın. Al şu altınlarını, der.
Tarlanın
ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler:
-
Kardeşim
yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile
beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden,
içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar
senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele
kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının
huzurunda da tekrarlarlar.
Kadı,
her
iki şahsada çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı
birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını
cehiz olarak verir.
Papazlar
daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul'a
Hazreti Fatih'in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de
aynen nakledip şöyle derler:
- Bizler artık inandık ki,
bu kadar
adalet ve biribirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle
bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar.
Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde
hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler.
Büyük Dini
Hikayeler,
İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi
Koyun Çoban İçin Değildir
Yalnız yaşayan bir derviş, sahranın bir köşesinde
oturuyordu. Yanından
adamlarıyla bir hükümdar geçti. Derviş, başını kaldırıp hükümdara
iltifat etmedi. Hükümdar öfkelendi. Vezir dervişe dedi ki:
- Niçin saygı göstermedin?
Derviş cevap verdi:
- Hükümdara söyle, kim kendisinden nimet umuyorsa saygıyı ondan beklesin. Şunu da bilsin ki, hükümdarlar halkın koruması içindir. Koyun, çoban için değildir. Fakat çoban, koyun içindir.
Hükümdar, dervişin sözünü beğendi:
- Benden bir şey iste, dedi.
Derviş cevap verdi:
- Bir daha beni rahatsız etmemenizi istiyorum.
Hükümdar:
- O halde bana öğüt ver, deyince derviş şunu söyledi:
- Şimdi elinde nimet varken düşün! Zirvedesin, Allah için ne yapacaksan şimdi yap. Bu devlet de, saltanat da elden ele geçip gidecektir. Kalıcı olan ahiret için yapılandır. Yapılan ibadet bile olsa Allah rızası için yapılmamışsa dünyalık olur, dünyada kalır.
- Niçin saygı göstermedin?
Derviş cevap verdi:
- Hükümdara söyle, kim kendisinden nimet umuyorsa saygıyı ondan beklesin. Şunu da bilsin ki, hükümdarlar halkın koruması içindir. Koyun, çoban için değildir. Fakat çoban, koyun içindir.
Hükümdar, dervişin sözünü beğendi:
- Benden bir şey iste, dedi.
Derviş cevap verdi:
- Bir daha beni rahatsız etmemenizi istiyorum.
Hükümdar:
- O halde bana öğüt ver, deyince derviş şunu söyledi:
- Şimdi elinde nimet varken düşün! Zirvedesin, Allah için ne yapacaksan şimdi yap. Bu devlet de, saltanat da elden ele geçip gidecektir. Kalıcı olan ahiret için yapılandır. Yapılan ibadet bile olsa Allah rızası için yapılmamışsa dünyalık olur, dünyada kalır.
Domuz Çobanı
Kilis
beldesinden bir kadının oğlu
Frenk memleketinde esir düşmüştü. Kadın, Ebû Bekr Efendiye gelip
oğlunun kurtulması için duâ istedi.
Ebû Bekr Efendi;
-Demek ki oğlunun kurtulmasını istiyorsun? Öyleyse bana pirinç ile bir tavuk pişir getir, dedi.
Kadın, pirinç ile bir tavuğu güzelce pişirip, getirdi.
Ebû Bekr Efendi; "Kızıl Hamûr!" diye seslendi. Yanına kızıl bir köpek geldi. Tavuğu onun önüne atıp;
- Ye! dedi.
Köpek tavuğu yedi. Kadın bunu görünce, özen göstererek hazırladığı yemeğin köpeğe verilmesine üzüldü. Köpek tavuğu bitirince, Ebû Bekr Efendi, asâsiyle işâret ederek;
- Haydi şimdi git! dedi.
Köpek dağlara doğru hızla gitti. Aradan bir süre geçince Ebû Bekr Efendi kadına;
- Evine dön! buyurdu.
Kadın evine gidince oğlunun kapı önünde durduğunu gördü. Nasıl kurtulduğunu sordu. O da:
- Frenk memleketinde esirdim. Onlar beni domuz çobanı yaptılar. Domuzların başında çobanlık yaparken, kırmızı bir köpek gelip bana hücûm etti. Korkup kaçmaya başladım. Düşe kalka kaçıyordum. Nihâyet düşüp bayıldım. Ayıldığımda kendimi Kilis yakınlarında buldum, dedi.
Akrabâları ve annesi çok sevinçli idi. Annesi bâzı hediyeler alıp, Şeyhin yanına gelmek için yola çıktı. Yolda talebeleri onu geri çevirerek, Şeyhin yanına girmesine izin vermediler. Çünkü Ebû Bekr Efendi bu sırrın yayılmasını istemiyordu.
Ebû Bekr Efendi;
-Demek ki oğlunun kurtulmasını istiyorsun? Öyleyse bana pirinç ile bir tavuk pişir getir, dedi.
Kadın, pirinç ile bir tavuğu güzelce pişirip, getirdi.
Ebû Bekr Efendi; "Kızıl Hamûr!" diye seslendi. Yanına kızıl bir köpek geldi. Tavuğu onun önüne atıp;
- Ye! dedi.
Köpek tavuğu yedi. Kadın bunu görünce, özen göstererek hazırladığı yemeğin köpeğe verilmesine üzüldü. Köpek tavuğu bitirince, Ebû Bekr Efendi, asâsiyle işâret ederek;
- Haydi şimdi git! dedi.
Köpek dağlara doğru hızla gitti. Aradan bir süre geçince Ebû Bekr Efendi kadına;
- Evine dön! buyurdu.
Kadın evine gidince oğlunun kapı önünde durduğunu gördü. Nasıl kurtulduğunu sordu. O da:
- Frenk memleketinde esirdim. Onlar beni domuz çobanı yaptılar. Domuzların başında çobanlık yaparken, kırmızı bir köpek gelip bana hücûm etti. Korkup kaçmaya başladım. Düşe kalka kaçıyordum. Nihâyet düşüp bayıldım. Ayıldığımda kendimi Kilis yakınlarında buldum, dedi.
Akrabâları ve annesi çok sevinçli idi. Annesi bâzı hediyeler alıp, Şeyhin yanına gelmek için yola çıktı. Yolda talebeleri onu geri çevirerek, Şeyhin yanına girmesine izin vermediler. Çünkü Ebû Bekr Efendi bu sırrın yayılmasını istemiyordu.
Çobanın Ziyafeti
İran'a
açtığı seferde Sivas'a doğru yol almakta iken, yaşlı bir çoban
koşarak
Yavuz'un huzuruna geldi ve:
-
Sulağımıza hoş geldin Sultanım! Görüyorum ki yorgunsun, açsın. Bu
fakire
misafir olursan gönül alırsın, dedi
Yavuz Sultan Selim Han:
Yavuz Sultan Selim Han:
- Ben
tek başıma değilim çoban baba. Ardımda koca bir ordu var, buyurunca,
çoban tevekkülle boynunu büktü ve:
-Allah
Teâlâ kerimdir. Hele sen bir mola ver. Misafir kısmetiyle gelir, dedi.
Sultan
Selim Han:
"Bunda
bir hikmet olsa gerektir" diyerek ordusuna mola emri verdi.
Çadırlar kuruldu. Çoban sürüden dört koyun seçerek yüzüp temizledi ve
kazana
koydu. Sonra Sultan Selim Han'a:
-Sultanım,
askerler eti yerken kemikleri kırmasınlar, diyerek tenbihde
bulundu.
Kazanlarda
etler pişirildi ve gaziler davet edilerek kemiklerin kırılmaması bir
daha tenbihlendi. Nöbet nöbet sofralara oturuldu. Bütün ordu doyuncaya
kadar
koyunlardan yemelerine rağmen bu dört koyunun etlerini bitiremediler.
Sonra
çoban, kemikleri bir araya getirerek dua etti. Askerler "Âmin"
dediler. Koyunlar Allah Tela'nın izniyle dirildiler ve sürüye tekrar
katıldılar. Sadece koyunlardan biri topallıyordu. Olanlara herkes
şaşırmıştı.
Yavuz Sultan Selim Han, çobana:
- Bu
niçin topallıyor? diye sorunca çoban:
- Bir
kemiği noksan olduğu için, dedi.
Bunun
üzerine Sultan Selim Han, sakladığı aşık kemiğini çıkardı ve:
-Baba!
Sizi denemek istemiştim. Kamil bir veli olduğunuz anlaşıldı. Kusurumuz
afola. Bizi dualarınızdan eksik etme, diye rica etti.
Çoban da:
- Allah
Teala'nın yardımı senin üzerindedir. Alemlere rahmet olarak gönderilen
sevgili ve şerefli Peygamber Efendimiz ve sahabeleri senin
yanındadırlar. Merak
etme, zafer senin olacak, muzaffer olarak döneceksin, dedi.
Kaynak:
Büyük Veli Yavuz Sultan
Selim, Rahmi Serin, Pamuk Yayıncılık, 2003
Çobandaki Feraset Ve Marifet
Abdullah
bin
Mübarek (rah) bir gün Medine dışında seyahat ediyordu. Yolda koyun
otlatan genç
bir çoban gördü. Gence acıdı. Bu zavallı genç, çocuklukta cobanlık
yaparsa
büyüyünce Allah Teala'nın ibadet ve marifetini nasıl öğrenir, diye
düşündü ve
kendi kendine, `Gideyim, ona Allah Teala'yı tanıması için bazı şeyler
söyleyeyim, bir kaç mesele öğreteyim" deyip genç çobanın yanına geldi.
Ona
selam verip tanıştıktan sonra,
"Evladım, Allah Teala'yı bilir misin? diye sordu. Çoban,
"Kul sahibini nasıl bilmez?" dedi. Abdullah bin Mübarek,
"Allah Teala'yı ne ile nasıl tanıdın, kim öğretti? diye sordu. Çoban,
"Bu koyunlarımla tanıdım" dedi. Abdullah bin Mubarek,
"Bu koyunlarla O`nu ne şekilde tanıdın ki? diye sordu. Çoban,
"Düşünsene, bu bir kaç koyun sahipsiz ve çobansız olmaz, olan da bir işe yaramaz. Bunlara su ve ot verecek, kurttan ve diğer tehlikelerden koruyacak birisi lazımdır. Bundan anladım ki kainat, insanlar, cinler, hayvanlar, diğer canlılar ve şu üzerimde uçan kanatlı kuşlar bir koruyucuya muhtaçtır. Hem bunlar kendi kendine olmaz. Şu alemde ki binlerce çeşit varlıkları yaratan, koruyan, kollayan, hepsine gücü yeten biri vardır. Bu Allah Teala'dan başkası değildir. İşte bu koyunlarla Allah Teala'nın varlığını böylece bildim" dedi. Abdullah bin Mübarek,
"Allah Teala'yı nasıl bilirsin?" diye sordu. Çoban,
"O`nu hiçbir şeye benzetmeden bilirim" dedi.
"O`nun hiçbir şeye benzemediğini nasıl bildin?" diye sordu. Çoban,
"Yine bu koyunları düşünerek böyle olduğunu bildim" dedi. Abdullah bin Mübarek,
"Nasıl düşündün?" diye sordu. Çoban,
"Şöyle düşündüm: Ben bu koyunların çobanıyım, onları sevk ve idare ediyorum. Bakıyorum, ne onlar bana benziyor, ne de ben onlara. Bundan anladım ki, bir çoban koyunlarına benzemezse, bütün varlıkların sahibi olan Allah Teala da kullarına benzemez" dedi. Abdullah bin Mübarek,
"Güzel, doğru söyledin. İlimden bir şey öğrendin mi? diye sordu. Çoban,
"Ben bu sahralarda, nasıl ilim tahsil edebilirim ki" dedi. Abdullah bin Mübarek,
"Peki, bu ferasetle başka ne öğrenmişsin?" diye sordu. Çoban,
"Yüce Allah'ın yardımı ile üç çeşit ilim öğrendim. Bunlar gönül ilmi ve beden ilmidir" dedi. Abdullah bin Mübarek,
"Bunlar nelerdir?" diye sorunca, genç çoban şöyle açıkladı.
"Gönül ilmi şudur: Allah bana kalp verdi. Orayı kendisine muhabbet ve marifet yeri yaptı. İstedi ki bu kalp ile O`nu bileyim, tanıyayım ve seveyim. Ayrıca O`nun sevdiklerini de seveyim, sevmediklerine kalbimde yer vermeyeyim, onlardan uzak kalayım.
Dil ilmi şudur: Allah bana dil verdi. Bu dilimle kendisini zikretmemi, adını anmamı ve nimetlerini anlatmamı istedi. Dilime kötü sözü yasakladı.
Beden ilmi şudur: Yüce Allah bana beden verdi. Onunla kendisine hizmet ve ibadet yapmamı istedi. Hayırda koşmayı, kötü işlerden uzaklaşmayı emretti."
Genç çobandan bunları dinleyen Abdullah bin Mübarek, işittiklerine hayret etti. Çok memnun oldu. Çobanı tebrik etti ve ona,
"Ey genç, senin bu söylediklerin öncekilerin ve sonrakilerin bilmesi gereken ilimdir. İlmin aslını ve herkese lazım olanı sen söyledin. Şimdi o temiz gönlünle bana bir nasihat et" dedi. Genç çoban şunları söyledi.
"Efendi, yüzünüzden alim bir zat olduğunuz belli oluyor. Eğer ilmi Allah rızası için öğrendi iseniz artık insanlardan bir şey istemeyin, onlardan bir menfaat beklemeyin. Eger din ilmini dünya kazanmak icin ögrenmişseniz ahirette bir faydasını göremezsiniz, cennete giremezsiniz. Ayrıca vebali de sana kalır" dedi.
Abdullah bin Mübarek (rah), genç çobana dua ederek ve yüce Allah'a şükrederek oradan ayrıldı
Ateşin Yakmadığı Aşık, Dilaver Selvi, Semerkand Yayınları
"Evladım, Allah Teala'yı bilir misin? diye sordu. Çoban,
"Kul sahibini nasıl bilmez?" dedi. Abdullah bin Mübarek,
"Allah Teala'yı ne ile nasıl tanıdın, kim öğretti? diye sordu. Çoban,
"Bu koyunlarımla tanıdım" dedi. Abdullah bin Mubarek,
"Bu koyunlarla O`nu ne şekilde tanıdın ki? diye sordu. Çoban,
"Düşünsene, bu bir kaç koyun sahipsiz ve çobansız olmaz, olan da bir işe yaramaz. Bunlara su ve ot verecek, kurttan ve diğer tehlikelerden koruyacak birisi lazımdır. Bundan anladım ki kainat, insanlar, cinler, hayvanlar, diğer canlılar ve şu üzerimde uçan kanatlı kuşlar bir koruyucuya muhtaçtır. Hem bunlar kendi kendine olmaz. Şu alemde ki binlerce çeşit varlıkları yaratan, koruyan, kollayan, hepsine gücü yeten biri vardır. Bu Allah Teala'dan başkası değildir. İşte bu koyunlarla Allah Teala'nın varlığını böylece bildim" dedi. Abdullah bin Mübarek,
"Allah Teala'yı nasıl bilirsin?" diye sordu. Çoban,
"O`nu hiçbir şeye benzetmeden bilirim" dedi.
"O`nun hiçbir şeye benzemediğini nasıl bildin?" diye sordu. Çoban,
"Yine bu koyunları düşünerek böyle olduğunu bildim" dedi. Abdullah bin Mübarek,
"Nasıl düşündün?" diye sordu. Çoban,
"Şöyle düşündüm: Ben bu koyunların çobanıyım, onları sevk ve idare ediyorum. Bakıyorum, ne onlar bana benziyor, ne de ben onlara. Bundan anladım ki, bir çoban koyunlarına benzemezse, bütün varlıkların sahibi olan Allah Teala da kullarına benzemez" dedi. Abdullah bin Mübarek,
"Güzel, doğru söyledin. İlimden bir şey öğrendin mi? diye sordu. Çoban,
"Ben bu sahralarda, nasıl ilim tahsil edebilirim ki" dedi. Abdullah bin Mübarek,
"Peki, bu ferasetle başka ne öğrenmişsin?" diye sordu. Çoban,
"Yüce Allah'ın yardımı ile üç çeşit ilim öğrendim. Bunlar gönül ilmi ve beden ilmidir" dedi. Abdullah bin Mübarek,
"Bunlar nelerdir?" diye sorunca, genç çoban şöyle açıkladı.
"Gönül ilmi şudur: Allah bana kalp verdi. Orayı kendisine muhabbet ve marifet yeri yaptı. İstedi ki bu kalp ile O`nu bileyim, tanıyayım ve seveyim. Ayrıca O`nun sevdiklerini de seveyim, sevmediklerine kalbimde yer vermeyeyim, onlardan uzak kalayım.
Dil ilmi şudur: Allah bana dil verdi. Bu dilimle kendisini zikretmemi, adını anmamı ve nimetlerini anlatmamı istedi. Dilime kötü sözü yasakladı.
Beden ilmi şudur: Yüce Allah bana beden verdi. Onunla kendisine hizmet ve ibadet yapmamı istedi. Hayırda koşmayı, kötü işlerden uzaklaşmayı emretti."
Genç çobandan bunları dinleyen Abdullah bin Mübarek, işittiklerine hayret etti. Çok memnun oldu. Çobanı tebrik etti ve ona,
"Ey genç, senin bu söylediklerin öncekilerin ve sonrakilerin bilmesi gereken ilimdir. İlmin aslını ve herkese lazım olanı sen söyledin. Şimdi o temiz gönlünle bana bir nasihat et" dedi. Genç çoban şunları söyledi.
"Efendi, yüzünüzden alim bir zat olduğunuz belli oluyor. Eğer ilmi Allah rızası için öğrendi iseniz artık insanlardan bir şey istemeyin, onlardan bir menfaat beklemeyin. Eger din ilmini dünya kazanmak icin ögrenmişseniz ahirette bir faydasını göremezsiniz, cennete giremezsiniz. Ayrıca vebali de sana kalır" dedi.
Abdullah bin Mübarek (rah), genç çobana dua ederek ve yüce Allah'a şükrederek oradan ayrıldı
Ateşin Yakmadığı Aşık, Dilaver Selvi, Semerkand Yayınları
Çoban Çaldı Düdüğü
Tanzimat
yıllarında İç Anadolu’nun büyük şehirlerinden
birinde Ulucamide va’az veren bir hoca vardı. Hoca her gün kürsüden
va’azını
verir, sözü bitince kürsüye elini şiddetle vurur ve “Çoban çaldı
düdüğü” der,
kürsüden inerdi. Bu hal senelerce devam etti. Bir gün cemaattan
bazıları
sordular:
Altınoluk Dergisi
2007 - Nisan, Sayı: 254, Sayfa: 025
- Hocam,
senelerdir, “Çoban çaldı düdüğü” deyip
duruyorsunuz. Fakat bunun ne demek olduğunu izah etmiyorsunuz. Biz de
merak
ediyoruz. İzah eder misiniz?
Hoca da
bu talebin üzerine cemaatı kırmayıp şöyle
bir hikaye anlattı:
Biz
vaktiyle medresede talebe idik. Bir arkadaşımla
bir başka köye va’z için gidiyorduk. Yolda bir su başında bir çoban
bizi
uzaktan görmüş. Sarığımızdan ve kıyafetimizden bizim medrese mollası
olduğumuzu
tahmin etmiş: Biz su başına varıncaya kadar abdest alıp cemaatle namaz
kılarız,
diye beklemeye başlamış. Biz varınca hemen saygıyla karşıladı ve namaz
kılalım
dedi. Biz de hazırlandık ve cemaatle namazı kıldık. Çoban bize azığında
ne
varsa ikram etti, beraber yedik. O zaman çoban dedi ki:
-Haydi
herkes içinden
bir niyet tutsun ve niyetin kabulü için beraberce düa edelim.
Herkes
içinden bir niyet tuttu ve hep beraberce düa
ettik, dileklerimizin kabulünü istedik. Düa bitince çoban dedi ki:
-Şimdi
herkes, aklından geçirdiği duasını söylesin.
Bunun
üzerine arkadaş dedi ki:
-Ben
meşihat dairesine yani fetva merkezine aza olmak istedim, bunun
takakkuku
için Allah’a yalvardım.
- Ben de
dedim ki:
-Memleketimdeki
Ulu camiye eskiden
beri va’z olmak isterdim, bunun tahakkuku için Allah’a niyaz ettim.
En son
çoban
dedi ki:
-Ben de
Allah’ın ve Peygamberinin razı olduğu bir kul olarak iman-ı
kâmil üzere ruhumu teslim edip cennete gitmekliğimi diledim,
Rabbim’den...
Aradan
zaman geçti. Arkadaşım emeline nail olup fetva
heyetine aza oldu. Ben de Ulu camiye va’ız oldum. Senelerdir burada
va’z
ediyorum. Bizim duamız kabul olduğuna göre çobanın da duası kabul olmuş
görünüyor. Biz dünyalık istedik, o ebedî kurtuluş istemiş, muhtemelen
kurtulmuştur. Bir çoban kadar basiretli olamadığım için hayıflanır
dururum.
Demek ki ilim de yetmiyormuş, basiret ve izan olmayınca!
Prof.
Dr. Süleyman Hayri BolayAltınoluk Dergisi
2007 - Nisan, Sayı: 254, Sayfa: 025
Çoban Babanın Kuzucukları
Erzurum’un
Ruslar tarafından
kuşatıldığı ve dadaşların aslanlar gibi çarpıştığı yıllar... Bir garip
çoban,
sürüsünü almış, otlata otlata dağa doğru çıkıyordu. Kendi kendisiyle
söyleşe
halleşe hayli yol almış, hayli de yorulmuştu.
Birden
susadığını hissetti Çoban Baba!.. Gözünün önüne kara topraktan
fışkırmış
kol kol billur sular geldi. Fakat o yana baktı, bu yana baktı su
bulamadı.
Etrafta ne bir pınar, ne bir su birikintisi vardı.
Bir türlü su bulamıyordu
Bir türlü su bulamıyordu
Çoban
Baba, yürümeye, koyunları da kendisiyle birlikte gelmeye devam
ediyordu,
fakat aradığı suyu bir türlü bulamıyordu.
Çoban’ın
susuzluğu gittikçe arttı. Ciğeri göz göz dağlandı. O arada baktı ki,
oğlaklar, kuzular dilleri dışarıda meleşiyor. Koyunların başları
önlerine
düşmüş. Koçlar huysuz ve öfkeli. Gün akşama dönünceye kadar, bütün sürü
su
arıyor Köpekler ayaklarıyla yeri deşiyor, çoban o çalının dibinden
ötekine
koşuyor, ama nafile!
Çoban
Baba sonunda yorgun ve takatsiz düştü... Mis gibi kokulu bir mersin
kümesinin dibinde toprağa çöktü. Başını secdeye koydu:
“Rabbim”
dedi: “Güzel Rabbim! Sürüm de ben de susuzluktan öleceğiz. Ben
susuzluktan ölsem bir şey lazım gelmez, ama bu hayvancıkların
meleşmeleri beni
kahrediyor!.. Sen her şeye kadirsin Allahım...”
Çoban
hem söylüyor, hem ağlıyordu. O kadar çok ağlıyordu ki, gözünün yaşı
toprağı yıkıyordu. Başı hâlâ o toprakta secdedeydi. Birden dudaklarına
bir
serinlik geldi... Önce ne olduğunu anlayamadı. Başını kaldırdı ve
hayretle
gördü ki, yerden bir pınar fışkırmış, gürül gürül... Serin, tatlı, ışıl
ışıl...
Duası kabul olmuştu...
Duası kabul olmuştu...
Şimdi
Çoban Baba daha çok ağlıyordu. Çünkü, Rabbi duasını kabul etmişti. Bu
sevinçle, az evvelki adağını unutacak değildi ya. Çoban Baba’nın son
sözleri
şunlar oldu:
“Artık
ölebilirim güzel Allah’ım!.. Artık ölebilirim... Değil mi ki sürüm
susuzluktan kurtulacak, değil mi ki duamı hemen kabul ettin, artık bu
can bana
lâzım değil!..”
Çoban
Baba oracıkta ruhunu teslim etti. Sürüdeki hayvanlar, gidenden,
gelenden
habersiz pınara baş uzatmış, kana kana içiyorlardı...
Kaynak:
Meşhurların Son Sözleri,
Vehbi Tülek, Türkiye Gazetesi, 26 Ağustos
2006 Cumartesi
Misafir Rızkı İle Gelir
Misafirperver
bir sahabi vardı. Hanımı ise her gün kocasının yanında
birkaç misafirle gelmesine tahammül edemez ve kocasına:
-Sen her gün birkaç
misafirle geliyorsun,
gelen misafirler, çocuklarımızın
rızıklarını yiyorlar, der.
Kocası, aldırış
etmez eve gelirken her
gün yanında birkaç misafir
getirmekte devam eder. Kadın sahabi dayanamayıp, gider durumu
Resûlullah'a::
-Ya resûlallah!
Kocam her akşam eve
birkaç misafir getiriyor, böylece
de
kocamın kazandıkları hep misafirlere gidiyor. Bir gün hastalanıverse,
açlıktan
ölmekten korkarım, der..
Peygamber Efendimiz
(s.a.v.) kadının
kocasını, huzuruna çağırtır,
durumu birde
ondan dinler. Sahabi:
-Ben misafirsiz
edemem! Soframda misafir
olması, bana neş'e ve bereket
veriyor,
der.
Bu sefer
Peygamberimiz (s.a.v.) kadına,
bundan sonra fazla değil, bir
misafire
razı olup olmadığını sordu. Kadın buna da razı olmayarak:
-Ben çocuklarımın
rızkını başkalarının
yemesine rıza gösteremem, der.
Adam hiç olmazsa
bir misafirde ısrar
edince; kadın boşanmaktansa, bir
misafire
razı olur. Fakat o akşam üzeri beyinin, yine eve iki misafirle
geldiğini gördü.
Kadın sinirlenmişti, içi rahat değildi. Yemek hazırlamak için mutfağa
girdi, üç
kişilik yemek hazırlayıp tepsiyi kocasına verdi. Biraz sonra da,
misafirlerden
birinin çıkıp gittiğini gördü. Hazırlanan yemeklerden biri yenmemişti.
Kadın kocasına:
-Misafirin biri
niçin yemek yemeden çıkıp
gitti? diye sorar.
Adam, ikinci
misafirin farkında değildir:
-Sen hangi
misafirden bahsediyorsun. Ben
bir misafirle geldim, o da
içerde işte,
diye cevap verdi.
Kadın çok iyi
görmüştü. Misafirin birisi
yemek yemeden çıkmıştı.
Bu münakaşanın
içinden çıkamayacaklarını
anlayan karı-koca, hemen
Efendimiz
Hazretlerine müracaata gittiler ve durumu anlattılar...
Onları dinleyen
Peygamber Efendimiz şöyle
buyurdu:
-Evet! Eve iki
misafir gelmişti. Fakat
bunlardan birisi hakiki insan
değil,
insan sûretine giren rızıktı. Allah (c.c.) hanımını akıllandırmak için
rızkı
insan kılığına sokmuştu. Hanımın ise, yine misafirler için bir miktar
rızkı
gözden çıkarıp hazırladı, ama o rızık, eksilmedi.
Şunu iyi bilesiniz
ki, her misafir kendi
rızkı ile gelir. Ve kimse,
kimsenin rızkını yiyemez, eksiltemez... Hatta misafir, bir evin
bereketini
artırır ve o evin rızkında artma olur, buyurdular. Tabiî ki kadın, bu
hadiseden
sonra itiraz edecek durumda değildi.
Kimse Kimsenin Rızkını Yiyemez
Yahyâ
Efendi
bir zaman
sevdiklerinden
birkaçıyla yolculuğa çıkmıştı. Bir yerde durdular. Talebelerinden
birini çağırıp;
“Burada bir değirmen var.
Oraya gidip tâze yumurta
alalım. Yiyelim ve şükredelim.” buyurdu.
Değirmene gittiler. İsmi
Hasan
Efendi olan değirmenci, güzel huylu biriydi.
Yahyâ Efendi değirmenciye;
“Efendi bize tâze yumurta
getir.” buyurdu.
Değirmenci;
“Efendim! Bir
tâne bile kalmadı. Yumurta alıcısı geldi, hepsini alıp gitti.” dedi.
Bunun üzerine Yahyâ
Efendi;
“Kimse kimsenin nasîbini
alamaz. Alayım
dese bile, buna yol bulamaz. Var sen kümesi aç. Bize de kalmıştır.”
buyurdu.
Kümesi açtığında her taraf
yumurta doluydu. O zaman Yahyâ
Efendi;
“Bak Hasan Efendi!
Allahü
teâlâ bizim rızkımızı da yaratmış.”
buyurdu ve bir avuç altına bir sepet yumurta alıp yola devâm ettiler.
Arslanın Rızkı
Ebû Muhammed Şenbekî bir
defâsında Ebû Bekr el-Betâihî'nin yanına
gitmişti. Huzûrunda büyük bir arslan vardı. Arslan, Ebû Bekr
el-Betâihî'nin huzûrunda ağzını yüzünü toprağa sürüyordu. Ebû Bekr
el-Betâihî ise, bâzı suâllere cevap veriyormuş gibi arslana bir şeyler
söylüyordu. Biraz sonra arslan oradan ayrılıp gitti. Ebû Muhammed
Şenbekî, Ebû Bekr el-Betâihî'ye yaklaşıp;
"Size hayvanlarla konuşup onlara faydalı olmak gibi nîmetleri ihsân eden Allahü teâlâ için bana söyler misiniz? O arslan size ne dedi? Siz ona ne söylediniz?" dedi.
Buyurdu ki:
"Yâ Şenbekî! Arslan bana dedi ki, üç gündür ağzıma yiyecek bir şey almadım. Açlık beni çok rahatsız etti. Seher vakti Allahü teâlâya yalvardım. Bana, senin rızkın, Hemâmiyye köyündeki bir inektir. Onu parçalayıp yiyeceksin. Onu avlarken sana da bir zarar isâbet edecek, denildi. Ben ise şimdi, bana geleceği bildirilen o zarardan korkuyorum. Ne yapayım? Ben de arslanın anlattıklarını dinledikten sonra ona, sana isâbet edecek zarar, sağ tarafında hafif bir yaradır. O yara sebebiyle bir hafta elem çekersin. Sonra yara iyi olur, dedim. Çünkü o köydeki bir ineğin bu arslanın rızkı olduğunu, o ineği avlarken o köyden on bir kişinin çıkıp buna hücûm edeceklerini, adamlardan üçünün çarpışma sırasında ağır olarak yaralanacağını, arslanın da sağ tarafından bir yara alacağını, yaralılardan birinin öleceğini, bir saat sonra ikincisinin ve yedi saat sonra üçüncüsünün öleceğini, arslanın da bir hafta sonra yarasının iyi olacağını Levh-i mahfûzda görmüştüm." diye anlattı.
Ebû Muhammed Şenbekî, bu anlattıklarını hayretle dinledikten sonra, hâdiseyi tâkib etmek üzere Hemâmiyye köyüne doğru yola çıktı. Oraya vardığında arslanın ondan önce köye vardığını gördü. Durum aynen Ebû Bekr el-Betâihî'nin bildirdiği gibi olmuştu. Bir hafta sonra Ebû Bekr el-Betâihî'nin yanına tekrar geldi. Baktı ki yine o arslan, Ebû Bekr el-Betâihî'nin huzûrunda duruyordu ve yarası da iyileşmişti.
"Size hayvanlarla konuşup onlara faydalı olmak gibi nîmetleri ihsân eden Allahü teâlâ için bana söyler misiniz? O arslan size ne dedi? Siz ona ne söylediniz?" dedi.
Buyurdu ki:
"Yâ Şenbekî! Arslan bana dedi ki, üç gündür ağzıma yiyecek bir şey almadım. Açlık beni çok rahatsız etti. Seher vakti Allahü teâlâya yalvardım. Bana, senin rızkın, Hemâmiyye köyündeki bir inektir. Onu parçalayıp yiyeceksin. Onu avlarken sana da bir zarar isâbet edecek, denildi. Ben ise şimdi, bana geleceği bildirilen o zarardan korkuyorum. Ne yapayım? Ben de arslanın anlattıklarını dinledikten sonra ona, sana isâbet edecek zarar, sağ tarafında hafif bir yaradır. O yara sebebiyle bir hafta elem çekersin. Sonra yara iyi olur, dedim. Çünkü o köydeki bir ineğin bu arslanın rızkı olduğunu, o ineği avlarken o köyden on bir kişinin çıkıp buna hücûm edeceklerini, adamlardan üçünün çarpışma sırasında ağır olarak yaralanacağını, arslanın da sağ tarafından bir yara alacağını, yaralılardan birinin öleceğini, bir saat sonra ikincisinin ve yedi saat sonra üçüncüsünün öleceğini, arslanın da bir hafta sonra yarasının iyi olacağını Levh-i mahfûzda görmüştüm." diye anlattı.
Ebû Muhammed Şenbekî, bu anlattıklarını hayretle dinledikten sonra, hâdiseyi tâkib etmek üzere Hemâmiyye köyüne doğru yola çıktı. Oraya vardığında arslanın ondan önce köye vardığını gördü. Durum aynen Ebû Bekr el-Betâihî'nin bildirdiği gibi olmuştu. Bir hafta sonra Ebû Bekr el-Betâihî'nin yanına tekrar geldi. Baktı ki yine o arslan, Ebû Bekr el-Betâihî'nin huzûrunda duruyordu ve yarası da iyileşmişti.
Beratımı Ver
Hac zamânında yabancı birisi
Ebû Amr ez-Zücâcî'nin yanına
gelerek;
"Haccımı yaptım. Berâtımı ver. Senin arkadaşların, berâtımı almam için sana gönderdiler.
Ebû Amr, o kimsenin gönlünün temiz ve saf olduğunu gördü. Ona şaka yaptıklarını anladı. Kâbe'nin kapısı ile Hacer-ül-esved arasındaki Mültezim'e işâret ederek;
"Git oraya ve yâ Rabbî! Bana berâtımı ver, de!" dedi.
Bir süre sonra o yabancı, elinde bir kâğıt ile geri döndü. Kâğıdın üzerinde yeşil hat, yazı ile;
"Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu falan oğlu falanın Cehennem'den berât kâğıdıdır." yazılı idi.
"Haccımı yaptım. Berâtımı ver. Senin arkadaşların, berâtımı almam için sana gönderdiler.
Ebû Amr, o kimsenin gönlünün temiz ve saf olduğunu gördü. Ona şaka yaptıklarını anladı. Kâbe'nin kapısı ile Hacer-ül-esved arasındaki Mültezim'e işâret ederek;
"Git oraya ve yâ Rabbî! Bana berâtımı ver, de!" dedi.
Bir süre sonra o yabancı, elinde bir kâğıt ile geri döndü. Kâğıdın üzerinde yeşil hat, yazı ile;
"Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu falan oğlu falanın Cehennem'den berât kâğıdıdır." yazılı idi.
Berat Kağıdı
Abdullah-ı Rûmî, bir
sohbetinde
Ebülleys-i Semerkandî'den naklen şöyle anlattı:
Bir târihte Bağdât'ta, zenginler hacca gidiyorlardı. Peygamber efendimizin aşkıyla yanan bir fakîr de, o sene hacca gitmeye niyet etti ve hac kâfilesiyle yola çıktı. Kâfile hareket etmeden önce, herkes eşi-dostu ile helâllaştı.
Şehir dışına çıkıldığında, zenginlerden biri bir fakîrin de hacca gittiğini görünce;
"Bineğin yok, azığın yok. Sen hacca nasıl gideceksin? Bâri cebinde birkaç bin altının var mıdır?" diye alay etti.
Fakîr, bu zenginin alaylı sorusuna çok üzüldü ve;
"Allahü teâlâ ne güzel vekîldir. Mahlûkâtın rızkını o vermektedir. Hepimiz O'nun verdiklerini yiyoruz." diyerek, zenginin bulunduğu yerden mahzûn bir şekilde ayrıldı. Hac vazîfelerini yapana kadar da o zengine hiç görünmedi. Herkes Mekke-i mükerremeden, Medîne-i münevvereye yola çıktıkları zaman, o zengin, fakîri sağ sâlim tekrar karşısında görünce hayret etti ve;
"Komşu, sen de buraya kadar gelip hac vazîfeni yapabildin mi?" diye sormaktan kendini alamadı.
Fakîr de;
"Allahü teâlâya sonsuz hamdü senâlar olsun. Yüzümüzün karasına bakmayıp, bu mübârek makâmı ziyâret etmeyi nasîb etti. Geldim, Beyt-i şerîfi tavaf ettim. Sağ sâlim dönüyorum." dedi.
Zengin;
"Hacı efendi! Acabâ sana da berât verdiler mi?" diye sordu.
Fakîr; "Bu ne berâtıdır ki?" dedi.
Zengin;
"Beyt-i şerîfi ziyâret edenlere, Cehennem'den âzâd olduğuna dâir berât kâğıdı verilir." diyerek, koynundan herhangi bir kağıt çıkarıp fakîri aldattı.
Fakîr, berât kâğıdının kendisine verilmediğine çok üzüldü. Derhal geriye dönüp Harem-i şerîfe geldi. İki gözü iki çeşme hâlinde, kanlı yaşlar akıtarak çok inledi. Allahü teâlâya kırık bir gönülle duâlar etmeye, yalvarmaya başladı:
"Ey âlemleri yaratan yüce Rabbim! Sen herşeye kâdirsin, ganî bir pâdişâhsın. İhsânların bütün kullarına her ân yağmaktadır. Cehennem'den âzâd olup orada incinmemeleri için kullarının bâzısına berat vermişsin. Bu fakîr kuluna berât verilmedi. Yoksa bu garîb kulun âzâd olmadı mı?" deyip bayıldı. Baygın hâlde iken, mânâ âleminden yanına bir kimse gelip;
"Ey fakîr! Başını kaldır ve şu berâtını alıp arkadaşlarına yetiş!" diyerek elindekini ona verdi. O ânda fakîr kendine gelerek ayıldı. Elinde, dünyâ kâğıtlarına hiç benzemeyen, yeşil renkli nûrdan yazıları olan ve misk gibi kokan bir berât kâğıdı vardı. Kâğıdı defâlarca öpüp başına koyan fakîrin sevincinden neredeyse aklı gidecekti. Şükür secdesine kapandı. Ömründe hiç görmediği o berâtı, yüzüne ve gözüne sürdü, bağrına bastı ve koynuna sokarak arkadaşlarına yetişmek için hızlı adımlarla yürümeğe başladı. Arkadaşları, geriden fakîrin geldiğini görünce gülüşmeğe başladılar. Yanlarına soluk soluğa gelen fakîre alayla;
"Cehennem'den âzâd olma berâtını alabildin mi?" diye sordular.
Fakîr de koynundan berâtını çıkararak;
"İşte! Rabbimizin ihsânı olan berâtım!" diyerek, misk kokulu berâtını zengine sunuverdi. Herkes yerinde donakalmıştı. Berâtı alan zengin, nûrdan yazılarla fakîrin Cehennem'den âzâd olduğunu okuyunca, aklı başından gidip, atından düştü. Bir süre yerde baygın yatan zengini zor ayılttılar. Kendine gelen zengin, kâğıdı öpmeye, misk kokusunu koklamağa başladı. Kendi kendine de; "Vâh, vâh benim boşa geçen ömrüme! Keşke ben de bu fakîr gibi sâdık bir fakîr olsa idim. Onun kavuştuğu bu saâdete ben de kavuşsaydım. Bu fakîr, sadâkati sebebiyle bu mertebelere ulaştı. Ben ise zenginliğim sebebiyle gurûra kapıldım ve bundan mahrûm oldum. Bütün malımı versem, bu kâğıttakilerin bir noktasını alamam" diyerek âh eyledi. Gözlerinden kanlı yaşlar döktü.
Fakîr;
"Hacı efendi! Berâtım sende kalsın. Sakla. Ben öldüğüm zaman kefenimin arasına koyun da kabrimde suâl meleklerine onu göstereyim." dedi.
Hacı efendi berâtı büyük bir îtinâ ile koynuna koydu. Uzun yolculuktan sonra evlerine ulaştılar. Zengin olan hacı, berâtı sandığına koydu. Aradan günler geçti. Zengin, ticâret için başka memlekete gittiğinde, fakir vefât etti. Yıkayıp kefenlediler, fakat berâtını bulup kefenin içine koyamadılar. Fakîrin cenâzesini kabre defnettiler. Ancak birkaç ay geçtikten sonra, zengin ticâretinden döndü. Fakîri sorduğunda; "Sizlere ömür! Sen gittikten sonra vefât etti." dediler.
Zenginin sanki dünyâsı başına yıkıldı. Çok ağladı ve;
"O zavallının bende pek kıymetli bir emâneti vardı. Onu yerine getiremedim. Böylece vasiyetini yapamamış oldum. O âhirete göçtü, berâtı ise bende kaldı. Berâtını yanına koyamadım." dedi. Hemen sandığın yanına varıp ağzını açtı. Fakat berâtı koyduğu yerde bulamadı. Tekrar tekrar aramasına rağmen yine bulamadı. "Kabrine gidip bakayım. Belki, birisi beratı alıp ona vermiştir." dedi.
Kazma kürek alarak kabre gitti. Mezarını açmak istedi. O anda;
"Kabri açma! Biz ona o berâtı verdik, dışarıda bırakmadık!" diyen bir ses işitti. Nereden geldiği belli olmayan bu ses karşısında zengin, düşüp bayıldı. Mânâ âleminde fakîri gördü.
Fakîr;
"Ey hacı efendi! Allahü teâlâ sana selâmet versin. O berât bana verildi. Hamdolsun. Münker ve Nekîr meleklerine gösterdim. Onu görünce sorgu suâl bile etmediler. Bu berâtı almama hacdan dönerken sen sebeb olmuştun. Cenâb-ı Hak senden râzı olsun." deyip kayboldu. Zengin ayıldığında, doğru evine gidip, fakir için hatimler okuttu. Yemekler pişirtip, yetimleri, fakirleri doyurdu.
Bir târihte Bağdât'ta, zenginler hacca gidiyorlardı. Peygamber efendimizin aşkıyla yanan bir fakîr de, o sene hacca gitmeye niyet etti ve hac kâfilesiyle yola çıktı. Kâfile hareket etmeden önce, herkes eşi-dostu ile helâllaştı.
Şehir dışına çıkıldığında, zenginlerden biri bir fakîrin de hacca gittiğini görünce;
"Bineğin yok, azığın yok. Sen hacca nasıl gideceksin? Bâri cebinde birkaç bin altının var mıdır?" diye alay etti.
Fakîr, bu zenginin alaylı sorusuna çok üzüldü ve;
"Allahü teâlâ ne güzel vekîldir. Mahlûkâtın rızkını o vermektedir. Hepimiz O'nun verdiklerini yiyoruz." diyerek, zenginin bulunduğu yerden mahzûn bir şekilde ayrıldı. Hac vazîfelerini yapana kadar da o zengine hiç görünmedi. Herkes Mekke-i mükerremeden, Medîne-i münevvereye yola çıktıkları zaman, o zengin, fakîri sağ sâlim tekrar karşısında görünce hayret etti ve;
"Komşu, sen de buraya kadar gelip hac vazîfeni yapabildin mi?" diye sormaktan kendini alamadı.
Fakîr de;
"Allahü teâlâya sonsuz hamdü senâlar olsun. Yüzümüzün karasına bakmayıp, bu mübârek makâmı ziyâret etmeyi nasîb etti. Geldim, Beyt-i şerîfi tavaf ettim. Sağ sâlim dönüyorum." dedi.
Zengin;
"Hacı efendi! Acabâ sana da berât verdiler mi?" diye sordu.
Fakîr; "Bu ne berâtıdır ki?" dedi.
Zengin;
"Beyt-i şerîfi ziyâret edenlere, Cehennem'den âzâd olduğuna dâir berât kâğıdı verilir." diyerek, koynundan herhangi bir kağıt çıkarıp fakîri aldattı.
Fakîr, berât kâğıdının kendisine verilmediğine çok üzüldü. Derhal geriye dönüp Harem-i şerîfe geldi. İki gözü iki çeşme hâlinde, kanlı yaşlar akıtarak çok inledi. Allahü teâlâya kırık bir gönülle duâlar etmeye, yalvarmaya başladı:
"Ey âlemleri yaratan yüce Rabbim! Sen herşeye kâdirsin, ganî bir pâdişâhsın. İhsânların bütün kullarına her ân yağmaktadır. Cehennem'den âzâd olup orada incinmemeleri için kullarının bâzısına berat vermişsin. Bu fakîr kuluna berât verilmedi. Yoksa bu garîb kulun âzâd olmadı mı?" deyip bayıldı. Baygın hâlde iken, mânâ âleminden yanına bir kimse gelip;
"Ey fakîr! Başını kaldır ve şu berâtını alıp arkadaşlarına yetiş!" diyerek elindekini ona verdi. O ânda fakîr kendine gelerek ayıldı. Elinde, dünyâ kâğıtlarına hiç benzemeyen, yeşil renkli nûrdan yazıları olan ve misk gibi kokan bir berât kâğıdı vardı. Kâğıdı defâlarca öpüp başına koyan fakîrin sevincinden neredeyse aklı gidecekti. Şükür secdesine kapandı. Ömründe hiç görmediği o berâtı, yüzüne ve gözüne sürdü, bağrına bastı ve koynuna sokarak arkadaşlarına yetişmek için hızlı adımlarla yürümeğe başladı. Arkadaşları, geriden fakîrin geldiğini görünce gülüşmeğe başladılar. Yanlarına soluk soluğa gelen fakîre alayla;
"Cehennem'den âzâd olma berâtını alabildin mi?" diye sordular.
Fakîr de koynundan berâtını çıkararak;
"İşte! Rabbimizin ihsânı olan berâtım!" diyerek, misk kokulu berâtını zengine sunuverdi. Herkes yerinde donakalmıştı. Berâtı alan zengin, nûrdan yazılarla fakîrin Cehennem'den âzâd olduğunu okuyunca, aklı başından gidip, atından düştü. Bir süre yerde baygın yatan zengini zor ayılttılar. Kendine gelen zengin, kâğıdı öpmeye, misk kokusunu koklamağa başladı. Kendi kendine de; "Vâh, vâh benim boşa geçen ömrüme! Keşke ben de bu fakîr gibi sâdık bir fakîr olsa idim. Onun kavuştuğu bu saâdete ben de kavuşsaydım. Bu fakîr, sadâkati sebebiyle bu mertebelere ulaştı. Ben ise zenginliğim sebebiyle gurûra kapıldım ve bundan mahrûm oldum. Bütün malımı versem, bu kâğıttakilerin bir noktasını alamam" diyerek âh eyledi. Gözlerinden kanlı yaşlar döktü.
Fakîr;
"Hacı efendi! Berâtım sende kalsın. Sakla. Ben öldüğüm zaman kefenimin arasına koyun da kabrimde suâl meleklerine onu göstereyim." dedi.
Hacı efendi berâtı büyük bir îtinâ ile koynuna koydu. Uzun yolculuktan sonra evlerine ulaştılar. Zengin olan hacı, berâtı sandığına koydu. Aradan günler geçti. Zengin, ticâret için başka memlekete gittiğinde, fakir vefât etti. Yıkayıp kefenlediler, fakat berâtını bulup kefenin içine koyamadılar. Fakîrin cenâzesini kabre defnettiler. Ancak birkaç ay geçtikten sonra, zengin ticâretinden döndü. Fakîri sorduğunda; "Sizlere ömür! Sen gittikten sonra vefât etti." dediler.
Zenginin sanki dünyâsı başına yıkıldı. Çok ağladı ve;
"O zavallının bende pek kıymetli bir emâneti vardı. Onu yerine getiremedim. Böylece vasiyetini yapamamış oldum. O âhirete göçtü, berâtı ise bende kaldı. Berâtını yanına koyamadım." dedi. Hemen sandığın yanına varıp ağzını açtı. Fakat berâtı koyduğu yerde bulamadı. Tekrar tekrar aramasına rağmen yine bulamadı. "Kabrine gidip bakayım. Belki, birisi beratı alıp ona vermiştir." dedi.
Kazma kürek alarak kabre gitti. Mezarını açmak istedi. O anda;
"Kabri açma! Biz ona o berâtı verdik, dışarıda bırakmadık!" diyen bir ses işitti. Nereden geldiği belli olmayan bu ses karşısında zengin, düşüp bayıldı. Mânâ âleminde fakîri gördü.
Fakîr;
"Ey hacı efendi! Allahü teâlâ sana selâmet versin. O berât bana verildi. Hamdolsun. Münker ve Nekîr meleklerine gösterdim. Onu görünce sorgu suâl bile etmediler. Bu berâtı almama hacdan dönerken sen sebeb olmuştun. Cenâb-ı Hak senden râzı olsun." deyip kayboldu. Zengin ayıldığında, doğru evine gidip, fakir için hatimler okuttu. Yemekler pişirtip, yetimleri, fakirleri doyurdu.
Bire Yediyüz
İmâm-ı Hasen ve imâm-ı Hüseyn ve Abdüllah bin Ca'fer (r.a.) Medîne-i münevvereye giderken, yolda erzâkları kalmadı. Sahrâda oldukları için, yiyecek birşey alacak yer de olmayıp, açlık ve susuzlukdan gâyet muzdarib oldular. Allahü teâlâya tevekkül etdik deyip, yoldan sapdılar. Birâz gitdikleri gibi, ovanın orta yerinde bir karaltı gördüler. Ona doğru sürüp, gitdiler. Bakdılar ki, bir kara çadır içinde, bir kadıncıkdan başka kimse yok. Kadıncağıza selâm verdiler. O kadıncağız da, letâfet ile selâmlarını alıp ve bunlara dikkat ile bakdı. Hâtırına bu geldi ki, bu üç sultânın dünyâda benzerleri az bulunur.
Kadına dediler ki,
-Bir yiyeceğin var mıdır.
-Bir keçim vardır. Kendiniz sağınız, sütünü içiniz.
İmâmlardan birisi sağdı, bir çanak südü bir imâma verdi. Bir çanak da Abdüllaha verdi. Bir çanak da kendi içdi. Ondan sonra kadına dediler ki,
-Başka yiyeceğin yok mudur.
-Bu keçimi boğazlayıp, yiyin.
O kadın, bunu böyle söyleyince, Abdüllah hazretleri o keçiyi kesip, pişirip, yidiler. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine hamd edip, atlarına bindiler. Sonra kadıncağıza dediler ki,
-Medîne-i münevvereye vardığın zemân, mutlaka bize uğrayasın ki, biz Seyyidlerdeniz ve Hâşimîlerdeniz. Se'âdetle dönüp, gitdiler.
Bir zemân sonra o kadıncağızın kocası geldi. Gördü ki, ortada keçi yok.
-Keçi ne oldu diye sordu. Hanımı da meydâna gelen hâdiseyi anlatdı. Kocası da huzûrsuz olup,
-Ey akılsız hanım! Niçin böyle yapdın. Bizim ondan gayri nesnemiz yok idi, dedi.
-Allahü teâlâ rahîmdir. Kullarını aç koymaz. Bunun gibi güzel yiğitler, asîlzâdeler evimize geldi. Onları müsâfir etmeden göndermek insâf değildir. Bir keçi nedir ki, öyle sultânlardan esirgerim.
Ammâ kadıncağız, imâmları bilmez idi. Güzel yiğitleri gördüğünde, mubârek yüzlerinin nûrânîliğinden ve sözlerinin tatlılığından, firâsetle bildi ki, asîlzâdeler ve çelebî insanlardır. Onun için kendilerinden bir nesne esirgemedi.
Bu dünyâda bütün malı bir keçi olup, onu da müsâfirlerine ikrâm etmek o kadıncağızın kemâl derecede cömerdliğini gösterir.
Artık, kadıncağız, kocası ile birşeyler alıp-satmak için, Medîne-i münevvereye gitdiler. Şehir içinde gezerken, hikmet-i ilâhî, imâm-ı Hüseyn 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine Bâb-ı selâm önünden geçerken rast geldiler. İmâm hazretleri, kadıncağızı gördü ve tanıdı. Acele adam gönderip, huzûr-ı şerîflerine getirdiler. Kadıncağıza hitâb edip, buyurdular ki,
-Benim kim olduğumu bilir misin?
-Bilmem, deyip, cevâb verdi.
İmâm hazretleri buyurdu ki,
-O üç yiğit, bir zemân senin çadırına uğradılar. Sen onlara süt içirdin. Keçiyi kesdiler. Onların biri, benim.
Emr etdi, bunlara ziyâde ikrâmda bulundular. Hikmet-i Rabbânî imâm hazretlerinin yanında fazla bir şey bulunmadığından, beyt-ül mâl emînine adam gönderdiler.
-Bize bin dirhem gümüş ve yüz koyun versin. İnşâallah biz yine veririz, dediler. Beyt-ül mâl emîni verdi. Huzûr-ı şerîflerine getirdiler. Temâmını kadıncağıza verip, bizi ma'zûr tut, dedi. Yanlarına adam verip, imâm-ı Hasen (r.a.) hazretlerine gönderdi. İmâm-ı Hasen de bunları iyi karşılayıp, yanında bulunduğu kadar ikrâm etdi. Ve onların yanında fazla nesne bulunmadığı için, beyt-ül mâl emînine adam gönderip, bin dirhem ile ikiyüz koyun ödünç aldılar. Hepsini o kadıncağıza verip, özr dilediler. Sonra yanlarına bir adam verip, Abdüllah bin Ca'fer hazretlerine gönderdiler.
Abdüllah hazretleri,
-İmâmlar ile buluşdunuz mu diye süâl etdi.
-Evet, onlardan geliriz, dediler.
Abdüllah hazretleri buyurdu:
-Ne olaydı, önce bizim yanımıza gelseydiniz! Zîrâ onların ellerinde, dünyâ malı karâr etmez. Hâzır nesneleri bulunmadığı için, belki ızdırâb çekmişlerdir. Bunlar dediler ki, her biri biner dirhem ve yüz ve ikiyüzer koyun ihsân etdiler. Abdüllah hazretleri çok ni'metler verip, ikibin dirhem ve dörtyüz koyun ihsân etdi. Hazret-i Abdüllah bin Ca'fer varlıklı idi. Ondan sonra, kadıncağız kocası ile dörtbin dirhem gümüş ve yediyüz koyunu alıp, sevinerek evlerine döndüler. Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin evlâdının cömerdliği, ikrâmları bu mertebede olunca, lâyık olan odur ki, ümmeti olan kişi dünyâya rağbet etmeyip, eline geçeni infâk edip, onların izinden gidip, tâ ki, dünyâda müslimânlıkları ma'mûr, âhıretde de günâhları afv edilmiş olur.
Kadına dediler ki,
-Bir yiyeceğin var mıdır.
-Bir keçim vardır. Kendiniz sağınız, sütünü içiniz.
İmâmlardan birisi sağdı, bir çanak südü bir imâma verdi. Bir çanak da Abdüllaha verdi. Bir çanak da kendi içdi. Ondan sonra kadına dediler ki,
-Başka yiyeceğin yok mudur.
-Bu keçimi boğazlayıp, yiyin.
O kadın, bunu böyle söyleyince, Abdüllah hazretleri o keçiyi kesip, pişirip, yidiler. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine hamd edip, atlarına bindiler. Sonra kadıncağıza dediler ki,
-Medîne-i münevvereye vardığın zemân, mutlaka bize uğrayasın ki, biz Seyyidlerdeniz ve Hâşimîlerdeniz. Se'âdetle dönüp, gitdiler.
Bir zemân sonra o kadıncağızın kocası geldi. Gördü ki, ortada keçi yok.
-Keçi ne oldu diye sordu. Hanımı da meydâna gelen hâdiseyi anlatdı. Kocası da huzûrsuz olup,
-Ey akılsız hanım! Niçin böyle yapdın. Bizim ondan gayri nesnemiz yok idi, dedi.
-Allahü teâlâ rahîmdir. Kullarını aç koymaz. Bunun gibi güzel yiğitler, asîlzâdeler evimize geldi. Onları müsâfir etmeden göndermek insâf değildir. Bir keçi nedir ki, öyle sultânlardan esirgerim.
Ammâ kadıncağız, imâmları bilmez idi. Güzel yiğitleri gördüğünde, mubârek yüzlerinin nûrânîliğinden ve sözlerinin tatlılığından, firâsetle bildi ki, asîlzâdeler ve çelebî insanlardır. Onun için kendilerinden bir nesne esirgemedi.
Bu dünyâda bütün malı bir keçi olup, onu da müsâfirlerine ikrâm etmek o kadıncağızın kemâl derecede cömerdliğini gösterir.
Artık, kadıncağız, kocası ile birşeyler alıp-satmak için, Medîne-i münevvereye gitdiler. Şehir içinde gezerken, hikmet-i ilâhî, imâm-ı Hüseyn 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine Bâb-ı selâm önünden geçerken rast geldiler. İmâm hazretleri, kadıncağızı gördü ve tanıdı. Acele adam gönderip, huzûr-ı şerîflerine getirdiler. Kadıncağıza hitâb edip, buyurdular ki,
-Benim kim olduğumu bilir misin?
-Bilmem, deyip, cevâb verdi.
İmâm hazretleri buyurdu ki,
-O üç yiğit, bir zemân senin çadırına uğradılar. Sen onlara süt içirdin. Keçiyi kesdiler. Onların biri, benim.
Emr etdi, bunlara ziyâde ikrâmda bulundular. Hikmet-i Rabbânî imâm hazretlerinin yanında fazla bir şey bulunmadığından, beyt-ül mâl emînine adam gönderdiler.
-Bize bin dirhem gümüş ve yüz koyun versin. İnşâallah biz yine veririz, dediler. Beyt-ül mâl emîni verdi. Huzûr-ı şerîflerine getirdiler. Temâmını kadıncağıza verip, bizi ma'zûr tut, dedi. Yanlarına adam verip, imâm-ı Hasen (r.a.) hazretlerine gönderdi. İmâm-ı Hasen de bunları iyi karşılayıp, yanında bulunduğu kadar ikrâm etdi. Ve onların yanında fazla nesne bulunmadığı için, beyt-ül mâl emînine adam gönderip, bin dirhem ile ikiyüz koyun ödünç aldılar. Hepsini o kadıncağıza verip, özr dilediler. Sonra yanlarına bir adam verip, Abdüllah bin Ca'fer hazretlerine gönderdiler.
Abdüllah hazretleri,
-İmâmlar ile buluşdunuz mu diye süâl etdi.
-Evet, onlardan geliriz, dediler.
Abdüllah hazretleri buyurdu:
-Ne olaydı, önce bizim yanımıza gelseydiniz! Zîrâ onların ellerinde, dünyâ malı karâr etmez. Hâzır nesneleri bulunmadığı için, belki ızdırâb çekmişlerdir. Bunlar dediler ki, her biri biner dirhem ve yüz ve ikiyüzer koyun ihsân etdiler. Abdüllah hazretleri çok ni'metler verip, ikibin dirhem ve dörtyüz koyun ihsân etdi. Hazret-i Abdüllah bin Ca'fer varlıklı idi. Ondan sonra, kadıncağız kocası ile dörtbin dirhem gümüş ve yediyüz koyunu alıp, sevinerek evlerine döndüler. Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin evlâdının cömerdliği, ikrâmları bu mertebede olunca, lâyık olan odur ki, ümmeti olan kişi dünyâya rağbet etmeyip, eline geçeni infâk edip, onların izinden gidip, tâ ki, dünyâda müslimânlıkları ma'mûr, âhıretde de günâhları afv edilmiş olur.
Selavatın Kefareti
Râbia-tül Adeviyye, babası İsmâil'in üç kızı vardı. Bir tane daha doğunca adını Râbia (dördüncü) koydu. Babası çok fakir olduğundan Râbia doğduğu gece evde ihtiyaç olan şeylerden hiçbiri yoktu. Bu duruma annesi çok ağlayıp mahzûn oldu. Efendisine;
-Filân komşuya gidip, bir mikdar kandil yağı isteyebilir misin?, dedi.
Hazret-i Râbia'nın babası, Allahü teâlâdan başka kimseden bir şey istememeğe söz vermişti. Bununla beraber hanımını üzmemek için komşuya gitti. Kapıya elini sürdü ve geri gelip;
-Kapı açılmadı, deyince hanımı ağladı. O da çok üzüldü.
Babası, başını dizine dayadı ve öylece uyuya kaldı. Rüyâsında Peygamber efendimizi gördü.
Peygamber efendimiz, kendisine buyurdu ki:
-Hiç üzülme! Bu kızın, öyle bir hanım olacak ki, ümmetimden yetmiş bin kişiye şefâat edecek. Yârın bir kâğıda şöyle yaz:
"Sen her gece Peygamber efendimize yüz salevât-ı şerîfe, Cumâ geceleri de dört yüz salevât gönderirdin. Bu Cumâ gecesi unuttun. Bunun keffâreti olarak, bu yazıyı sana getiren zâta dört yüz altını helâl parandan ver." Sonra Basra vâlisi Îsâ Zâdân'a git. O yazıyı ver."
Hazret-i Râbia'nın babası uyandığında, Peygamber efendimizi görmenin şevkiyle ağlıyordu. Hemen kalktı, denileni yaptı ve Îsâ Zâdân'ın yanına gitti. Vâli mektubu alınca, Resûlullah efendimizin kendisini hatırlamasının şükrü için, binlerce altını fakirlere sadaka verdi. Râbia-tül Adeviyye'nin babası İsmâil Efendiye de mektupta yazılanı ve ona ilâve olarak pekçok altını da sadaka verip, bir ihtiyâcı olursa tekrâr gelmesini tenbîh etti. Altınları aldıktan sonra lüzumlu ihtiyaçlarını temin etti. Böylece bolluğa kavuştular ve kızlarına rahatça bakıp güzel edeb ve terbiye ile büyüttüler.
Suret Ve Siret
İmam Şafiî Hazretleri şöyle bir hatırasını anlatır:
'İlm-i firaset (sezgi ve anlayış bilgisi) ile ilgili kitaplar aramak için Yemen'e gittim. Konuyla ilgili kitapları derleyip toparladım. Geri dönerken konaklamak için, yolda evinin avlusunda duran bir adama uğradım.
Adam gök gözlü ve çıkık alınlı biriydi. Bu suret ise firaset ve kıyafet ilmine göre olumsuz sîretin (ahlâk noksanlığının) habercisiydi. Beni evine misafir etti. Bir de gördüm ki, pek cömert bir adam! Bana akşam yemeği ve güzel koku, hayvanıma alaf, ayrıca yatak ve yorgan gönderdi.
Bunları görünce kendi kendime dedim ki: İlm-i firaset, bu adamın oldukça düşük bir şahsiyete sahip olduğunu gösteriyor. Ben ise ondan hayır ve iyilikten başka bir şey görmüyorum. Demek ki bu ilim boş ve gerçek dışıymış!
Sabah olunca yanımdaki hizmetçi çocuğa hayvanı eyerlemesini söyledim. Hayvana binip çıkacağım sırada adama dedim ki:
- Mekke'ye geldiğin zaman, Muhammed b. İdris'in (Şafiî) evini soruver. Adam dedi:
- Peki, dün gece sana yaptığım hizmetin karşılığı nerede?
- Neymiş o?
- Sana iki dirheme yemek aldım; ayrıca aynı fiyatlarla katık, güzel koku, hayvanına yem, sana yatak ve yorgan alıverdim...
Çocuğa dedim ki:
- Oğlum, ona istediğini ver! Başka bir şey kaldı mı?
- Ev kirası nerede? Ben evimi sana genişletip kendime daralttım!
Bu durumu görünce kanaatim güçlendi ki, firaset ilmi gerçekmiş. (Ancak İslâm dini, ona uyan insanın tabiatını terbiye eder, tevbe de kötü adet ve huylarını değiştirip ıslah eder.)
Şu güzel söz, konumuzu aydınlatır:
'Suretin sîretine şahittir; başka şahit aramak zaiddir.'
Yusuf Yavuz
Semerkand dergisinden alınmıştır.
'İlm-i firaset (sezgi ve anlayış bilgisi) ile ilgili kitaplar aramak için Yemen'e gittim. Konuyla ilgili kitapları derleyip toparladım. Geri dönerken konaklamak için, yolda evinin avlusunda duran bir adama uğradım.
Adam gök gözlü ve çıkık alınlı biriydi. Bu suret ise firaset ve kıyafet ilmine göre olumsuz sîretin (ahlâk noksanlığının) habercisiydi. Beni evine misafir etti. Bir de gördüm ki, pek cömert bir adam! Bana akşam yemeği ve güzel koku, hayvanıma alaf, ayrıca yatak ve yorgan gönderdi.
Bunları görünce kendi kendime dedim ki: İlm-i firaset, bu adamın oldukça düşük bir şahsiyete sahip olduğunu gösteriyor. Ben ise ondan hayır ve iyilikten başka bir şey görmüyorum. Demek ki bu ilim boş ve gerçek dışıymış!
Sabah olunca yanımdaki hizmetçi çocuğa hayvanı eyerlemesini söyledim. Hayvana binip çıkacağım sırada adama dedim ki:
- Mekke'ye geldiğin zaman, Muhammed b. İdris'in (Şafiî) evini soruver. Adam dedi:
- Peki, dün gece sana yaptığım hizmetin karşılığı nerede?
- Neymiş o?
- Sana iki dirheme yemek aldım; ayrıca aynı fiyatlarla katık, güzel koku, hayvanına yem, sana yatak ve yorgan alıverdim...
Çocuğa dedim ki:
- Oğlum, ona istediğini ver! Başka bir şey kaldı mı?
- Ev kirası nerede? Ben evimi sana genişletip kendime daralttım!
Bu durumu görünce kanaatim güçlendi ki, firaset ilmi gerçekmiş. (Ancak İslâm dini, ona uyan insanın tabiatını terbiye eder, tevbe de kötü adet ve huylarını değiştirip ıslah eder.)
Şu güzel söz, konumuzu aydınlatır:
'Suretin sîretine şahittir; başka şahit aramak zaiddir.'
Yusuf Yavuz
Semerkand dergisinden alınmıştır.
Dede
Yalnızdı... Üzerinde yıllardır eskitemediği çizgili pijaması, yüzünde çizgiler... Kendi kendine konuşuyordu, her zaman olduğu gibi:
"-Hay Allah! Yine elektrik kesildi. Ne de karanlık oldu birden bire... İnsan ürküyor. Bilmem mezarda ne olur halimiz?"
Yeri neredeyse hiç değişmeyen kibrit kutusunu, yaşının verdiği ağırlıkla biraz geç de olsa buldu ve emin olmak için salladı.
"-İşte kibrit burada... Şurada bir yerde de mum olacaktı.Yakayım da gözümün önünü göreyim... Hah, tamaaam."
Sonra yıllar öncesinde buluverdi kendini. Gülümsedi... Ve anlatmaya başladı, biri dinliyormuş gibi:
"-Çocukken, elektrik kesildiğinde, küçük odanın perdelerini açar, ay ışığında sohbet ederdik, annem, babam, kardeşim ve ben... Ne hoş olurdu Ya Rabbi!
Babam, köyde eşekten nasıl düştüğünü, annem, tarzancılık oynayayım derken, ağaç dalında nasıl asılı kaldığını anlatırdı... Biz de gülerdik.
Elektriğin kesilmesine hep sevinirdik. Çünkü birbirimize en yakın olduğumuz, hatıralarımızı, mutluluğumuzu ve acılarımızı paylaştığımız, güzel ve ne yazık ki nadir zamanlardı onlar... Başka günlerde televizyon seyretmekten, karşılıklı oturup konuşamazdık çoğunlukla.
Ah teknoloji! Nasıl da uzaklaştırdı insanları birbirinden... Ya da belki biz insanlar beceremedik. Her şeyden vazgeçip, görmemişler gibi davrandık. Sanki futbol maçları hanımlardan, filmler çocuklardan daha mı önemliydi? Yooo...
Huzurevleri daha mı sıcaktı sanki evlerden? Hem çocuklarını, hem ailesini, hem de anasını, babasını ihmal eder oldu insanlar. Zaten ben de, sırf huzurevine gitmemek için kalmadım mı böyle yapayalnız?
Ahh... Ah! Hay hak! Mum da ne güzel yanıyor. Yandıkça eriyor. Eridikçe aydınlatıyor. Aydınlattıkça bitiyor..."
Dede, aniden farklı bir ruh haliyle haykırdı:
"-Hazreti Ömer! Allah senden razı olsun! Ne ince, ne yüce insandın sen öyle... Kendi işi için ayrı, devlet işi için ayrı mumlar yakacak kadar, haramdan ve kul hakkından korkardın. O'nun ümmetiydin ne de olsa, Rasulullah'ın ashabıydın!
Hazreti Ebubekir! Hazreti Hatice! Hazreti Fatıma! Hazreti Zeyd! Sizleri özledim..."
Biraz durakladı ve ağlamaklı bir sesle haykırdı tekrar:
"-Senin adaletine, Senin şefkatine, Senin nur yüzüne hasretim ya Rasulallah! Hasret bütün ağaçlar! Hasret bütün insanlar!
Çocuklarımın sesine, torunlarımın gürültüsüne hasretim..."
Ağladı... Sanki yıllarca hiç ağlamamıştı da, yıllar sonra bugün, ağlamaya bile hasret kalmışçasına ağladı...
Gayet iyi biliyordu ki, gözyaşı, kaderi değiştirmez. Belki sadece biraz rahatlatır, hüzün dolu bir kalbi...
Burnunu çekti. Mendiliyle sildi yüzünü... Ve sanki daha bir güçlü hissederek kendini, rest çekti:
"-Peh! Ben de iyice çocuklaştım canım! Vurayım kafama! Ne güzel işte. Sessiz sakin... Bir de torun mu çekecektim bu yaştan sonra? Cır cır cır cır!"
Tam bu sırada, elektrik geldi ve oda aydınlandı. Dede, tavandaki lambaya ters ters baktı.
"-Hıh! Niye geldiysen! Mum ışığında özlemlerim, sevgilerim dost olmuştu bana. Oda kararınca, kalbim ışımıştı. Gönlüm aydınlanmıştı."
Elektrik düğmesine doğru yürüdü, bir dededen beklenmeyecek kadar hışımla. Sert bir hareketle dokundu düğmeye ve ışığı söndürdü.
"-Sönün ışıklar! Sönün yalancı aydınlıklar! Siz yanınca, umutlarım sönüyor!"
...Ve ağır adımlarla yatağına doğru yürüdü. Biraz uyumalıydı. Çocukların, torunların, hiç kimsenin olmadığı yapayalnız bir evde, bir gece daha...
Çekilmezdi bu yalnızlık, umutlar da olmasa... Ve çekilmezdi eğer, sığınak bildiği Rabbi'ne el açmasa...
Yine O'na yöneldi, O'na sığındı bir kez daha:
"-Allah'ım! Bu gece ve her gece bildim ki, Senden başkası yar olmaz bana... Koru beni Allah'ım. Yavrularımı koru, onlara merhamet ver. Onları affet Allah'ım. Beni affet... İman ile al yanına... Ölüm nasıl da yakın..."
Dede, bir yandan semaya açtığı ellerini yüzüne sürerken, diğer yandan da amin diyordu. Amin...
Yatağına uzanırken hasret yorgunu, dilinde her zamanki ümit bestesi vardı: Bismillahirrahmanirrahim...
Kısa zamanda, huzurla daldı uykuya.
...Ve bir daha uyanmadı dünyaya.
Neslihan Nur Türk
Şebnem Dergisi, 11.sayı
"-Hay Allah! Yine elektrik kesildi. Ne de karanlık oldu birden bire... İnsan ürküyor. Bilmem mezarda ne olur halimiz?"
Yeri neredeyse hiç değişmeyen kibrit kutusunu, yaşının verdiği ağırlıkla biraz geç de olsa buldu ve emin olmak için salladı.
"-İşte kibrit burada... Şurada bir yerde de mum olacaktı.Yakayım da gözümün önünü göreyim... Hah, tamaaam."
Sonra yıllar öncesinde buluverdi kendini. Gülümsedi... Ve anlatmaya başladı, biri dinliyormuş gibi:
"-Çocukken, elektrik kesildiğinde, küçük odanın perdelerini açar, ay ışığında sohbet ederdik, annem, babam, kardeşim ve ben... Ne hoş olurdu Ya Rabbi!
Babam, köyde eşekten nasıl düştüğünü, annem, tarzancılık oynayayım derken, ağaç dalında nasıl asılı kaldığını anlatırdı... Biz de gülerdik.
Elektriğin kesilmesine hep sevinirdik. Çünkü birbirimize en yakın olduğumuz, hatıralarımızı, mutluluğumuzu ve acılarımızı paylaştığımız, güzel ve ne yazık ki nadir zamanlardı onlar... Başka günlerde televizyon seyretmekten, karşılıklı oturup konuşamazdık çoğunlukla.
Ah teknoloji! Nasıl da uzaklaştırdı insanları birbirinden... Ya da belki biz insanlar beceremedik. Her şeyden vazgeçip, görmemişler gibi davrandık. Sanki futbol maçları hanımlardan, filmler çocuklardan daha mı önemliydi? Yooo...
Huzurevleri daha mı sıcaktı sanki evlerden? Hem çocuklarını, hem ailesini, hem de anasını, babasını ihmal eder oldu insanlar. Zaten ben de, sırf huzurevine gitmemek için kalmadım mı böyle yapayalnız?
Ahh... Ah! Hay hak! Mum da ne güzel yanıyor. Yandıkça eriyor. Eridikçe aydınlatıyor. Aydınlattıkça bitiyor..."
Dede, aniden farklı bir ruh haliyle haykırdı:
"-Hazreti Ömer! Allah senden razı olsun! Ne ince, ne yüce insandın sen öyle... Kendi işi için ayrı, devlet işi için ayrı mumlar yakacak kadar, haramdan ve kul hakkından korkardın. O'nun ümmetiydin ne de olsa, Rasulullah'ın ashabıydın!
Hazreti Ebubekir! Hazreti Hatice! Hazreti Fatıma! Hazreti Zeyd! Sizleri özledim..."
Biraz durakladı ve ağlamaklı bir sesle haykırdı tekrar:
"-Senin adaletine, Senin şefkatine, Senin nur yüzüne hasretim ya Rasulallah! Hasret bütün ağaçlar! Hasret bütün insanlar!
Çocuklarımın sesine, torunlarımın gürültüsüne hasretim..."
Ağladı... Sanki yıllarca hiç ağlamamıştı da, yıllar sonra bugün, ağlamaya bile hasret kalmışçasına ağladı...
Gayet iyi biliyordu ki, gözyaşı, kaderi değiştirmez. Belki sadece biraz rahatlatır, hüzün dolu bir kalbi...
Burnunu çekti. Mendiliyle sildi yüzünü... Ve sanki daha bir güçlü hissederek kendini, rest çekti:
"-Peh! Ben de iyice çocuklaştım canım! Vurayım kafama! Ne güzel işte. Sessiz sakin... Bir de torun mu çekecektim bu yaştan sonra? Cır cır cır cır!"
Tam bu sırada, elektrik geldi ve oda aydınlandı. Dede, tavandaki lambaya ters ters baktı.
"-Hıh! Niye geldiysen! Mum ışığında özlemlerim, sevgilerim dost olmuştu bana. Oda kararınca, kalbim ışımıştı. Gönlüm aydınlanmıştı."
Elektrik düğmesine doğru yürüdü, bir dededen beklenmeyecek kadar hışımla. Sert bir hareketle dokundu düğmeye ve ışığı söndürdü.
"-Sönün ışıklar! Sönün yalancı aydınlıklar! Siz yanınca, umutlarım sönüyor!"
...Ve ağır adımlarla yatağına doğru yürüdü. Biraz uyumalıydı. Çocukların, torunların, hiç kimsenin olmadığı yapayalnız bir evde, bir gece daha...
Çekilmezdi bu yalnızlık, umutlar da olmasa... Ve çekilmezdi eğer, sığınak bildiği Rabbi'ne el açmasa...
Yine O'na yöneldi, O'na sığındı bir kez daha:
"-Allah'ım! Bu gece ve her gece bildim ki, Senden başkası yar olmaz bana... Koru beni Allah'ım. Yavrularımı koru, onlara merhamet ver. Onları affet Allah'ım. Beni affet... İman ile al yanına... Ölüm nasıl da yakın..."
Dede, bir yandan semaya açtığı ellerini yüzüne sürerken, diğer yandan da amin diyordu. Amin...
Yatağına uzanırken hasret yorgunu, dilinde her zamanki ümit bestesi vardı: Bismillahirrahmanirrahim...
Kısa zamanda, huzurla daldı uykuya.
...Ve bir daha uyanmadı dünyaya.
Neslihan Nur Türk
Şebnem Dergisi, 11.sayı
Uyan Çavuş Tiz Uyan
Birinci Cihan Harbinde Jandarma çavuşluğu yapmış Murteza Baba İstanbul'un işgal hangâmesinde sallandığı yıllarda Rumlar Batı Anadolu köylerinde muzırlık yapmaya başlayınca, oralara sevk edilen kuvvetlerin içinde Murtaza Çavuş'da varmış.
RumIarı geri püskürte püskürte Daya Kadın diye bir yere varmışlar. Hem epey yoruldukları için, hem de gece bastırdığı için, orada, Balkan Harbinden kalma tabyalarda geceleme durumu hasıl olmuş. Bir nöbetçi dikmişler, diğerleri yatmış.
Murtaza Çavuş da yatmış tabii, derken, bir müddet sonra nöbetçi de uyuklayınca Murtaza Çavuş'a görünmeyen biri:
Uyan Çavuş tiz uyan!
Atik ol kurnaz davran!
Hemen kaldır eratı,
Aha geliyor düşman!
der gibi tekmelemeye başlıyor! Hemen uyanıyor' tabii, asker tetikte uyur. Sonra dikkatlice etraflarına şöyle bir bakıyor ki, Rumlar sürüne sürüne kendilerine doğru geliyor! Ayın ondördüymüş o gün, ay ışığında görüyor bunu. Ondan sonra, askerleri uyandırarak bir cayırtı koparıyorlar! RumIarın bir kısmı ölü, bir kıs mı yaralı def olup gidiyorlar ..
Sabah olunca, gece kendisine görünmeyen bir kimse tarafından tekme atılan yeri kazdırınca bir Türk şehidi çıkıyor.
Evet!
O şehid uyandırmış Murtaza Çavuşu!
Sübhanallah, Sübhanallah!
RumIarı geri püskürte püskürte Daya Kadın diye bir yere varmışlar. Hem epey yoruldukları için, hem de gece bastırdığı için, orada, Balkan Harbinden kalma tabyalarda geceleme durumu hasıl olmuş. Bir nöbetçi dikmişler, diğerleri yatmış.
Murtaza Çavuş da yatmış tabii, derken, bir müddet sonra nöbetçi de uyuklayınca Murtaza Çavuş'a görünmeyen biri:
Uyan Çavuş tiz uyan!
Atik ol kurnaz davran!
Hemen kaldır eratı,
Aha geliyor düşman!
der gibi tekmelemeye başlıyor! Hemen uyanıyor' tabii, asker tetikte uyur. Sonra dikkatlice etraflarına şöyle bir bakıyor ki, Rumlar sürüne sürüne kendilerine doğru geliyor! Ayın ondördüymüş o gün, ay ışığında görüyor bunu. Ondan sonra, askerleri uyandırarak bir cayırtı koparıyorlar! RumIarın bir kısmı ölü, bir kıs mı yaralı def olup gidiyorlar ..
Sabah olunca, gece kendisine görünmeyen bir kimse tarafından tekme atılan yeri kazdırınca bir Türk şehidi çıkıyor.
Evet!
O şehid uyandırmış Murtaza Çavuşu!
Sübhanallah, Sübhanallah!
İmanın Yarısı Şükür
Ebû Hüreyre -radıyallâhü anh-'ın rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, Peygamber -sallallâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz'in şöyle buyurduğu nakledilmektedir:
"İsrâiloğulları arasında, biri ala tenli (abraş), biri kel, biri de kör, üç kişi vardı. Allah Teâlâ onları denemek istedi ve kendilerine bir melek gönderdi.
Melek, ala tenliye gelerek:
«-En çok istediğin şey nedir?» dedi. Ala tenli:
«-Güzel (bir) renk, güzel (bir) ten ve insanların iğrendiği şu hâlin benden giderilmesi...» dedi. (Bu söz üzerine) melek onu sıvazladı ve vücudundaki ala tenlilik gitti, rengi güzelleşti. Melek bu defa:
«-Peki, en çok sahip olmak istediğin mal nedir?» dedi. Adam:
«-Devedir.» dedi. Ona on aylık gebe bir deve verildi. Melek:
«-Allah sana bu deveyi bereketli kılsın.» diye duâ etti (ve yanından ayrıldı).
Sonra kele giderek:
«-En çok istediğin şey nedir?» diye sordu. Kel:
«-Güzel (bir) saç ve insanları benden uzaklaştıran şu kelliğin giderilmesi.» dedi. Melek onun (başını) sıvazladı, (bir anda) kelliği kayboldu. Kendisine gür ve güzel (bir) saç verildi. Melek devamla:
«-Peki, en çok sahip olmak istediğin şey nedir?» diye sordu. O da:
«-Sığır...» dedi. Ona da gebe bir inek verildi. Melek:
«-Allah sana bunu bereketli kılsın!» diye duâ ettikten sonra körün yanına gitti ve:
«-En çok istediğin şey nedir?» diye sordu. Kör:
«-Allâh'ın gözlerimi bana geri vermesini ve insanları görmeyi çok istiyorum.» dedi. Melek (onun gözlerini) sıvazladı. Allah onun gözlerini iâde etti. Bu defa melek:
«-Peki, en çok sahip olmak istediğin şey nedir?» diye sordu. O da:
«-Koyun...» dedi. Bunun üzerine ona, döl veren bir gebe koyun verildi.
Deve ve sığır yavruladı, koyun da kuzuladı. Neticede birinin vadi dolusu develeri, diğerinin vadi dolusu sığırları, ötekinin de bir vadi dolusu koyun sürüsü oldu.
Daha sonra melek, ala tenliye, eski kılığında geldi ve:
«-Fakirim, yoluma devam edecek imkânım yok. Gitmek istediğim yere, önce Allah, sonra senin yardımın ile ulaşabilirim. Rengini ve cildini güzelleştiren Allah aşkına, senden yolculuğumu tamamlayabileceğim bir deve istiyorum.» dedi.
Adam:
«-Mal verilecek yer çoook.» dedi. Melek:
«-Ben seni tanıyor gibiyim. Sen insanların kendisinden iğrendikleri, fakirken Allâh'ın zengin ettiği abraş (ala tenli) değil misin?» dedi. Adam:
«-Bana bu mal, atalarımdan miras kaldı.» dedi. Melek:
«-Eğer yalan söylüyorsan, Allah seni eski hâline çevirsin.» dedi ve sonra eski kılığına girip kelin yanına gitti. Ona da abraşa söylediklerini söyledi. Kel de abraş gibi cevap verdi. Melek ona da:
«-Yalan söylüyorsan, Allah seni eski hâline çevirsin.» dedi. Daha sonra körün kılığına girip bu sefer de onun yanına gitti ve:
«-Fakir ve yolcuyum. Yoluma devam edecek imkânım kalmadı. Bugün önce Allâh'ın, sonra da senin yardımınla yoluma devam edeceğim. Sana gözlerini geri veren Allah aşkına, senden bir koyun istiyorum ki, onunla yoluma devam edebileyim.» dedi. Bunun üzerine (eski) kör:
«-Ben gerçekten kördüm. Allah gözlerimi iâde etti. İstediğini al, istediğini bırak. Allâh'a yemin ederim ki, bugün alacağın hiçbir şeyde sana zorluk çıkarmayacağım.» dedi.
Melek:«-Malın senin olsun. Bu, sizin için bir imtihandı. Allah senden râzı oldu, arkadaşlarına gazab etti.» cevabını verdi (ve oradan ayrıldı)."
(Buhârî, Enbiyâ, 51; Müslim, Zühd, 10)
"İsrâiloğulları arasında, biri ala tenli (abraş), biri kel, biri de kör, üç kişi vardı. Allah Teâlâ onları denemek istedi ve kendilerine bir melek gönderdi.
Melek, ala tenliye gelerek:
«-En çok istediğin şey nedir?» dedi. Ala tenli:
«-Güzel (bir) renk, güzel (bir) ten ve insanların iğrendiği şu hâlin benden giderilmesi...» dedi. (Bu söz üzerine) melek onu sıvazladı ve vücudundaki ala tenlilik gitti, rengi güzelleşti. Melek bu defa:
«-Peki, en çok sahip olmak istediğin mal nedir?» dedi. Adam:
«-Devedir.» dedi. Ona on aylık gebe bir deve verildi. Melek:
«-Allah sana bu deveyi bereketli kılsın.» diye duâ etti (ve yanından ayrıldı).
Sonra kele giderek:
«-En çok istediğin şey nedir?» diye sordu. Kel:
«-Güzel (bir) saç ve insanları benden uzaklaştıran şu kelliğin giderilmesi.» dedi. Melek onun (başını) sıvazladı, (bir anda) kelliği kayboldu. Kendisine gür ve güzel (bir) saç verildi. Melek devamla:
«-Peki, en çok sahip olmak istediğin şey nedir?» diye sordu. O da:
«-Sığır...» dedi. Ona da gebe bir inek verildi. Melek:
«-Allah sana bunu bereketli kılsın!» diye duâ ettikten sonra körün yanına gitti ve:
«-En çok istediğin şey nedir?» diye sordu. Kör:
«-Allâh'ın gözlerimi bana geri vermesini ve insanları görmeyi çok istiyorum.» dedi. Melek (onun gözlerini) sıvazladı. Allah onun gözlerini iâde etti. Bu defa melek:
«-Peki, en çok sahip olmak istediğin şey nedir?» diye sordu. O da:
«-Koyun...» dedi. Bunun üzerine ona, döl veren bir gebe koyun verildi.
Deve ve sığır yavruladı, koyun da kuzuladı. Neticede birinin vadi dolusu develeri, diğerinin vadi dolusu sığırları, ötekinin de bir vadi dolusu koyun sürüsü oldu.
Daha sonra melek, ala tenliye, eski kılığında geldi ve:
«-Fakirim, yoluma devam edecek imkânım yok. Gitmek istediğim yere, önce Allah, sonra senin yardımın ile ulaşabilirim. Rengini ve cildini güzelleştiren Allah aşkına, senden yolculuğumu tamamlayabileceğim bir deve istiyorum.» dedi.
Adam:
«-Mal verilecek yer çoook.» dedi. Melek:
«-Ben seni tanıyor gibiyim. Sen insanların kendisinden iğrendikleri, fakirken Allâh'ın zengin ettiği abraş (ala tenli) değil misin?» dedi. Adam:
«-Bana bu mal, atalarımdan miras kaldı.» dedi. Melek:
«-Eğer yalan söylüyorsan, Allah seni eski hâline çevirsin.» dedi ve sonra eski kılığına girip kelin yanına gitti. Ona da abraşa söylediklerini söyledi. Kel de abraş gibi cevap verdi. Melek ona da:
«-Yalan söylüyorsan, Allah seni eski hâline çevirsin.» dedi. Daha sonra körün kılığına girip bu sefer de onun yanına gitti ve:
«-Fakir ve yolcuyum. Yoluma devam edecek imkânım kalmadı. Bugün önce Allâh'ın, sonra da senin yardımınla yoluma devam edeceğim. Sana gözlerini geri veren Allah aşkına, senden bir koyun istiyorum ki, onunla yoluma devam edebileyim.» dedi. Bunun üzerine (eski) kör:
«-Ben gerçekten kördüm. Allah gözlerimi iâde etti. İstediğini al, istediğini bırak. Allâh'a yemin ederim ki, bugün alacağın hiçbir şeyde sana zorluk çıkarmayacağım.» dedi.
Melek:«-Malın senin olsun. Bu, sizin için bir imtihandı. Allah senden râzı oldu, arkadaşlarına gazab etti.» cevabını verdi (ve oradan ayrıldı)."
(Buhârî, Enbiyâ, 51; Müslim, Zühd, 10)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)