Süt İçermisin Dede

- Hadi kızım hadi, Allah versin !
- Şeyyy... Mendil alır mıydınız Dede ?
- Hadi dedik uzatma! Çık dışarııı !
Ne zaman galerinin kapısını dilenci ya da mağdur bir satıcı aralasa böyle bağırırdı.
“Plaza”sında koltuğuna yaslanıp, bir de piposunu yaktı mı, küçük dağları yaratmışçasına
gurura kapılır, görenlere heybet salardı.
Yirmi dörder daireli iki blok apartmandan aldığı kiralar, “hipermarket” açtığı zemin kat ve
kendine ayırdığı oto galeri ile şehrin hatırı sayılır simalarındandı. Cami derneği ya da
kurs temsilcileri makbuzla yanına gelse, senetler ve borçlarından dem vurarak ağlar,
fazla para vermemek için bin bir kılığa girerek kelimelere takla attırırdı. Onlar gidince:
“Kardeşim memlekete okul lazım, bunlar boş buldukları yere cami inşaatı başlıyor” diye
mırıldanır ama hiçbir okul davetine icabet etmemeyi de ustalıkla başarırdı.
Kiracılardan biri ödemeyi iki gün geciktirse dünyanın hakaretini saydırır, yanına gelen
her misafire aklını iyi kullanmanın, kimselere muhtaç olmamanın altın prensiplerini
sıralayarak babacan edalarla nasihat ederdi.
Şehrin dışında yeşille bezeli, göle nâzır yamaca yaptırdığı villada akşamları havuz başı
sefaları düzenler, viski çekerek saatlerce gurubun suya akseden pırıltılarına dalarak
şezlonga sızar; ama belli çevreleri kaybetmemek için çarşı camiinin en ön safında Cuma
namazı kılmaktan da geri kalmazdı.
Fakir, dar gelirli ve maaşa talim edenlerin hepsi aptaldı ona göre. Akıllı adamın mutlaka
bol parası olurdu.
Özel siparişle İtalya’da yaptırdığı yatağına gömülerek uzanınca, kazanma ve elinde olanı
kaybetmeme hırsı, uykuda da yakasını bırakmaz, her gece mallarını talan eden
hırsızların başrol oynadığı karabasanlar görür, deliksiz bir uykunun hasretini çekerdi.
Kavurucu Ağustos sıcağı, şehri yaşanmaz kılarken; orman içindeki villasında olmanın
huzuru ile derin bir uyku çekmek istiyordu. O akşam erkenden çekildi odasına.
Vakit gece yarısını geçmişken dehşetengiz bir korku ile açtı gözlerini. Yerin altından o
güne değin hiç duyulmamış acayip uğultular geliyor, bina şiddetle sarsılıyor, odayı
dolduran billur avizenin kristal taşları şakır-şakır birbirine vuruyordu. Az sonra elektrikler
de kesildi. Güç-bela kendini bahçeye attığında saatler 03.02’yi gösteriyordu. Sarsıntı 45
saniye sürmüş, ancak yaşayanlara bir ömür kadar uzun gelmişti. Az sonra, hiçbir lüksten
kaçınmaksızın ithal malzemelerle inşa ettirdiği saray yavrusu villa sarsıntıya yenik
düşüp, moloz yığınına dönüşüyordu.
Birdenbire şehir merkezindeki gayri menkulleri aklına düştü. Hemen otomobiline atlayıp,
gaza yüklenirken her şeyinin tükenmesi endişesi içini kemiriyordu. Caddeler; siren
sesleri, canhıraş feryatlar ve belli belirsiz koşuşturmalarla mahşerî bir keşmekeşi
yaşarken aracını açık araziye park edip, koşmaya başladı.
Gece, siyah elbisesini aydınlığa doğru soyunurken yıkıntılar arasından zorlukla
dükkanına ulaştı. Galeri yerinde yoktu. Koca apartman bloklarından biri yan yatmış,
diğeri de olduğu yere öylece çakılmıştı. İnsanlar içeride kalan yakınları için ağlaşarak
çırpınırken, bodrum-zemin ve birinci katın toprağa gömülmüş olduğunu, ikinci katın
zemin seviyesine geldiğini hayretle müşahede etti.
Olduğu yere çöküverdi. Her şeyi elinden gitmişti artık. Kiracılarından biri koluna girerek:
“Biz belediye çadırına çorba almaya gidiyoruz, hadi sen de gel” dediğinde dilini yutmuş
gibi sessizce bakakaldı.
Bir taşın üstünde çorbasını yudumlarken kurtarma birlikleri, belediyeler, sağlıkçılar ve
askerlerin yanı sıra kalabalık bir medya ordusu da şehre akın ediyordu. Genç bir
kameraman mikrofonu uzattığında ağlamaklı cümlelerle şöyle konuştu :
-Aha, şu taraftaki iki blok benimdi... Birinin altındaki oto galeride henüz yeni aldığım 6
mercedes, 5 BMW ve bir o kadar da Reno araba toprağın dibine gitti. Market de yok.
Kira aldığım daireler de yerle yeksan oldu.
Daha fazla konuşamadı... Hıçkırıklara boğuluyordu. Muhabir kızın aşevi hizmeti hakkında
sorusuna şöyle karşılık verdi :
-Bir gün bu kuyruktan çorba alacağım söylense hakaret sayardım. Hepsi boşmuş.
Servetin de işe yaramadığı gün demek ki bugünmüş. Dayanamıyorum, daha fazla
konuşamayacağım...
Onu yormamak için röportaja devam etmediler. Etrafa süzgün gözlerle bakıyordu.
Dilenci-dar gelirli-zengin-ev sahibi-kiracı hepsi aynı kuyrukta çorba bekliyordu. Başını,
ağarmakta olan gökyüzüne çevirdi. “Yoo, sancılar içinde bu kadarı da fazla... Meğer her
şey seninmiş; ben yanılmışım, kendimin sanmışım ey Allah’ım!” diyerek el açtığında
gözyaşları avuçlarını ıslatıyordu.
Derin düşüncelerin komasında, parmaklarını ağaran saçlarına doğru sokarak başını
ellerinin arasına alırken sükûtu bölen bir sesle irkildi:
-Süt içer misin Dede?
Sesin olduğu yöne doğru gözlerini çevirdiğinde karşısında duran kız çocuğunu gözü bir
yerlerden ısırıyordu. Daha üç gün önce kâğıt mendil satmak için dükkâna gelen ve
gürleyen azarlamasıyla, korkup kaçan; önlüğü eski, ayakkabısı yırtık ilkokul öğrencisi
sübyandan başkası değildi bu. Bir cep harçlığını esirgediği minik yavru, onu dede bilerek
Kızılay’dan aldığı süt şişesini paylaşmak istiyordu. O an içinden bir şeylerin koptuğunu
hissetti. İnsanlığından utanmıştı. Geriye dönmek, yeniden iyi insan olmak için vakit çok
geçti artık.
............
Dostlar;
Benim diyerek sahiplendiklerinizin acaba ne kadarı sizin ?!..