İstanbul’ da güneşli bir sabahtı. Topkapı Sarayı’nın avlusunda bulunan has odanın
kapısı açıldı. Başında görkemli bir kavuk taşıyan, uzun boylu genç, ağır adımlarla bahçeye
doğru ilerledi. Bu genç bütün dünyaya hükmeden Osmanlı Devleti’nin kudretli hükümdarı
Kanuni Sultan Süleyman’dı. Kanuni işinden vakit bulduğu zamanlarda hava almak için arka
bahçeye çıkar, ağaçları denizin maviliğini seyrederdi. Ağaçlardan birkaç tanesinin
yapraklarının buruşmuş olduğunu gördü. Aklına hemen bu ağaçları
ilaçlatmak geldi. Fakat birden durakladı. Ağaçlarda karıncalar vardı.
Karıncalar da can taşıyordu. Onlara zarar vermek doğru muydu? Bir
türlü işin içinden çıkamayan Kanuni, meseleyi çözmek için hocası
Ebusuud Efendiyi aradı. Hocası odasında yoktu. Hemen oracıkta
bulunan bir kâğıt parçasına kafasını kurcalayan soruyu yazdı ve
hocasının rahlesinin üzerine bırakarak oradan ayrıldı.
Hocası odasına geldiğinde kâğıdı görmüştü. Yazıyı okuduktan sonra hocası da
Kanuni’ye bir not yazdı. Kanuni Sultan Süleyman, yeniden hocasının odasına uğradı.
Hocası odada yoktu. Rahlenin üzerine bıraktığı kâğıt parçasına yazılmış notu gördü.
Merakla yazıya doğru eğildi. Okuduktan sonra tebessüm etti. Kâğıdın üst kısmında
Kanuni’nin hocasına yazdığı soru vardı. Merhametli sultan hocasına şöyle diyordu:
“ Meyve ağaçlarını sarınca karınca,
Günah var mı karıncayı kırınca?”
Hocası Ebussuud Efendi ise sorunun altına şu cümleleri eklemişti.
“ Yarın Hakk’ ın Divanına varınca,
Süleyman’dan hakkın alır karınca!”
Evet, merhametimiz o kadar büyük olmalı ki, bir küçücük karınca bile bunun
dışında kalmamalı. İşte bu ahlak ile ahlaklanan Kanuni Sultan Süleyman, bir karınca
karşısında duraklamış ve onu incitmekten çekinmiştir.