Hayra Niyet Edince

Keçecizade Hayrettin Efendi adında dar gelirli bir esnaf, padişahların yaptırdığı selatin camilerini görüp imrenerek, “Allah'ın mescitlerini, ancak Allah'a ve ahiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte onların doğru yolu bulanlardan olmaları umulur.” (Tevbe, 9/18.) ayetindeki müjdeye nail olmak için bir cami yaptırmaya niyet eder.

İmkânları yetersiz ama niyetinde kararlıdır. Para biriktirmeye başlar. Canı bir şey istediğinde, almayıp: ‘Sanki yedim!’ der ve parasını bir kenara koyar. 20 yıl sonra biriktirdiği paralar küçük bir cami yaptıracak miktara ulaşınca Fatih semti Kırbacı sokağındaki mütevazı camiyi yaptırır ve arzusuna nail olur. Cami halk arasında ‘Sanki Yedim Camii’ olarak anılmaya başlar.


Niyetinde ihlaslı olup da azmeden kişiyi Yüce Mevla işlerinde başarıya ulaştırır. Bu sayede hiç ummadığı yerden ve hiç ummadığı bir zamanda yollar açılır ve zor işler kolaylaşır. Kişi sonuca ulaşamasa bile, niyet ve kararlılığının sevabını almış olur…

Sermayesi Eriyen Adam

Bağdat yazın sıcak günlerinden birini yaşıyordu. İnsanlar güneşin hararetinden serinleyecek bir köşe arıyor, ağaç gölgelerine sığınıyordu. Adamın biri de dağlardaki mağaralardan getirdiği buzları satmaya çalışıyordu. Gelin görün ki o gün satışlar pek iyi gitmemiş, buzlar da öğlen sıcağında erimeye yüz tutmuştu.

Tek sermayesi olan buzların erimesi karşısında adam, canhıraş bağırmaya başladı: “Sermayesi eriyen bu fakirden buz alan yok mu?” O sırada talebeleriyle oradan geçmekte olan Cüneyd-i Bağdadi; kulağına bu sözler çarpınca aniden durur, olduğu yere çöker ve başını ellerinin arasına alır. Talebeler telaşlanır: “Ne oldu hocam?” diye sorarlar. Büyük âlim onlara: “Bu adamın söylediklerine dikkat edin! Eriyenin sadece buzlar değil, aynı zamanda ömrüm olduğunu fark ettim. Sıcak, adamın maddi sermayesi olan buzları eritip tükettiği gibi, zaman da asıl sermayemiz olan ömrümüzü tüketiyor, hissedebiliyor musunuz? Adamın buzlarına içinin sızlandığı kadar, ömürlerinin boşa tükenmesine karşı içi sızlanmayanlar ziyandadır…”

Cimri

Celaleddin-i Rumi anlatır cimrinin hikâyesini: Dünyalıktan nasibi cömertçe verilmiş, ancak gönül fakiri cimri bir adam vardı. Bir gün bu adam camiye gitti. Tam namaza başlarken, “Acaba evden çıkarken kandili söndürdüm mü?” diye düşündü. Hemen evine koşarak kapıyı çaldı. İçerden ses veren hizmetçiye: “Sakın kapıyı açma… Odada kandil yanıyorsa hemen söndür. Kandilin yağı tükenmesin”, diye emretti. Hizmetçi: “Peki, kandili söndüreyim, ama kapıyı neden açmayayım?” diye sordu. Cimri adam: “Kapının tokmağı aşınmasın.” dedi. Hizmetçi cimri adama hatırlatmak istercesine sordu: “Güzel… Kapıyı da açmayayım. Ama sen camiden eve kadar yürümekle pabuçlarının eskiyeceğini düşünmedin mi?” Cimri: “Düşünmez olur muyum hiç… Buraya kadar çıplak ayakla geldim.”

Cimrilik insanın dengeyi bozup aşırıya kaçmasıdır. Aşırılıktan uzak, orta ümmet olmanın gereği orta yolu tutmaktır. Mümin, Kur’an’ın ifadesiyle ne elini boynuna bağlayıp cimrilik eder, ne de çok saçıp savurarak müsriflik yapar. (İsra, 17/29.) O, bu ikisinin arasında dengeyi yakalayan kimsedir. Çalışır kazanır, Rabbinin nasip ettiğine kanaat eder. Kendisine rızık olarak verilenlerden infak eder.

Azmin Zaferi

Meşhur fıkıh âlimi İbn Hacer ilim tahsiline çok küçük yaşlarda başlar. Ancak dersleri anlamakta zorlanır ve arkadaşlarından hep geri kalır. Bir düşüncedir sarar İbn Hacer’i. Bunca çalışmaya rağmen muvaffak olamamanın üzüntüsüyle ilim tahsilinden vazgeçer ve köyüne dönmeye karar verir.

Sıcak bir yaz gününde yola revan olur. Yorgunluk ve sıcaklığın tesiriyle bir mağaraya sığınır. Mağaranın tavanından sızan su dikkatini çeker. Tavandan sızan su, küçük bir damla hâlinde yerdeki taşın üzerine düşmektedir. Düşen damlanın tesiriyle bir oyuk meydana gelmiştir taşta. Oysa taş sert, su damlası ipek kadar yumuşaktır. Buna rağmen bu zayıf gibi görünen damla, kim bilir kaç senedir ısrarla damlamış ve sert bir taşı delebilmiştir. Kendi kendine: “Benim kafam şu taştan daha sert değil ya! Üstelik ben şu bir damla sudan daha güçlüyüm.” der ve ilim tahsiline sabırla devam eder, çalışarak büyük bir âlim olur.

İbn Hacer; o gün bugün onu ilme yönlendiren bir taş olması sebebiyle “taşın oğlu” manasında İbn Hacer lakabıyla anılır.

Oğlunun Seni Bırakacağı Yer

Yaşlı adam eşini kaybedince oğluyla gelininin yanına sığınır. Önceleri onu iyi karşılayan oğlu ve gelini yaşlı adamın sağlığı iyice bozulup kendine bakamaz hâle gelince kendilerince çareler düşünürler. Sonunda babanın uzak bir yere götürülme fikri ortaya atılır. Oğlu başta tereddüt etse de sonunda bu fikri uygulamaya karar verir.
Bir sabah babasına onu pikniğe götüreceğini söyler. Baba oğul yola koyulurlar. Şehrin dışına çıkarlar, dağlara doğru giderler. Oğlu bir yeri gözüne kestirir, burada duralım der. Ancak babası orayı beğenmez. Biraz daha giderler, oğlu durur ve burası iyi, der. Ancak yaşlı adam burayı da beğenmez, biraz daha ilerlemek ister. Biraz daha giderler ve dururlar. Ancak yaşlı adamın burası da hoşuna gitmez. İyice kızan oğlu babasına, neden devam etmek istediğini sorar.
Yaşlı adam acıyla gülümseyerek: “Beni ilk bıraktığın yer, babamın babasını bıraktığı yerdi. Sonraki yer, benim babamı bıraktığım yerdi. Sonraki yerde durmayıp devam etmek istedim, çünkü torunumun seni nereye bırakacağını merak ettim.” der.

Göl Olmaya Calışmak

Hint usta, çırağının sürekli şikâyet etmesinden usanmıştır. Bir gün ondan tuz getirmesini ister. Çırak tuzu getirdiğinde ustası ona bir avuç tuzu bir bardak suya atıp içmesini söyler. Çırak, ustanın dediğini yapar; ancak tuzlu suyu içtiği an yüzünü ekşitir.

“Tadı nasıl?” diye soran ustasına öfkeyle: “Acı!” der. Usta gülerek çırağını dışarıya çıkarır. Gölün kıyısına kadar yürürler. Bu sefer çırağına bir avuç tuzu göle atıp gölden su içmesini söyler. Çırak tekrar söyleneni yapar. Usta aynı soruyu sorar: “Tadı nasıl?” Bu kez çırak, “Ferahlatıcı!” diye cevap verir. “Tuzun tadını aldın mı?” diye sorar usta. “Hayır.” diye cevaplar çırak.

Bunun üzerine usta suyun kenarındaki çırağın yanına oturur ve şöyle der: “Hayattaki sıkıntılar tuza benzer. Ne azdır ne de çok. Sıkıntıların miktarı hep aynıdır, ancak bu ıstırabın acılığı neyin içine konulduğuna bağlıdır. Yapman gereken, sana sıkıntı veren şey ile ilgili his dünyanı genişletmektir. Bunun için bardak olmayı bırak ve göl olmaya çalış…”

İyilik Tohumları Ekmek

“Kötülük bir tohumdur.” der Celâleddîn-i Rumî, “Tıpkı iyilik gibi.” Büyük ve küçük demeden ekilen her bir tohum insanları, toplumları ve dünyayı değiştirecek kadar güçlü nüveler taşır özünde. İyiliklerin yeşermesini istiyorsak daha nüve hâlindeyken kötülükleri engellemek gerek. Hikmet ehli bedevinin hikâyesini anlatır bu gerçeği nazara vermek için:

Çölde devesiyle yol alan bedevi, susuzluktan kurumuş bir garibe rastlar. Kendisinden su isteyen garibe acır ve insaniyet namına devesinden inerek ona su verir. Suyu kana kana içen adama can gelir ve hemen bedeviyi iter. Deveye atladığı gibi oradan kaçmaya yeltenir. Hayret ve ibretle olanları izleyen bedevi, hırsızın arkasından şöyle seslenir: 

“Ey yolcu! Tamam deveyi al git ama sakın bu olanları başkasına anlatma.” Bu isteği tuhaf bulan hırsız duraksayıp sebebini sorar. Bedevinin cevabı kötülüklerin yayılmasının, iyiliği de ortadan kaldıracağının hikmetli ifadesidir: “Eğer bunu başkalarına anlatırsan, bu her yerde duyulur ve insanlar bir daha çölde susuz kalmış birini gördüklerinde ona asla yardım etmez.”

En İyi Buğday

Her yıl yapılan en iyi buğday yarışmasını yine aynı çiftçi kazanmıştı. Çiftçiye bu işin sırrı soruldu. Çiftçi: 

-“Benim sırrımın cevabı, kendi buğday tohumlarımı komşularımla paylaşmakta yatıyor.” dedi.

-“Elinizdeki kaliteli tohumları rakiplerinizle mi paylaşıyorsunuz? Ama neden böyle bir şeye ihtiyaç duyuyorsunuz?” diye sorulduğunda,

-“Neden olmasın.” dedi çiftçi. “Bilmediğiniz bir şey var; rüzgâr olgunlaşmakta olan buğdaydan poleni alır ve tarladan tarlaya taşır. Bu nedenle komşularımın kötü buğday yetiştirmesi demek, benim ürünümün kalitesinin de düşük olması demektir. Eğer en iyi buğdayı yetiştirmek istiyorsam, komşularımın da iyi buğdaylar yetiştirmesine yardımcı olmam gerekiyor.”

Sevgi ve paylaşmak en yakınınızdan başlar. Sonra yayılarak devam eder. Kin, cimrilik, nefret kimsenin hoşlanacağı davranışlar değildir.

Aklım Kesiyor

Ünlü bir hekim olan İbn Sînâ aynı zamanda matematik konusunda deha seviyesindedir. Babası onu çocukken matematik üzerine hassas eğitim veren bir okula gönderir. Ancak İbn Sînâ; cebir ve geometriyi bir türlü beceremez, okuldan kaçar ve babasından korktuğundan eve dönmez. Bir kervana katılır. 

Kervanbaşı, kervanın en küçüğü olan İbn Sînâ’yı su alması için bir kuyuya gönderir. Sapına ip bağlı kovayı kuyudan çekerken ipin, sürtündüğü taşı kestiğini görür ve kendine sorar: “Bu ip taşı nasıl keser?” Biraz daha düşünür: “İp, çok uzun zamandır bu taşa sürtünüyor ve aynı yere sürekli sürtüne sürtüne demek ki taşı kesebiliyor. Madem ip bile taş kesiyor, benim aklım niye cebiri kesmesin?” der.

Okuluna döner ve bildiğimiz tıp dehası İbn Sînâ olur.

Püf Noktası

Vaktiyle testi ve çanak-çömlek imal edilen kasabalardan birinde, uzun yıllar bu meslekte çalışan bir çırak kalfa olup artık kendi başına bir dükkân açmayı arzu edermiş. Ne yazık ki her defasında ustası ona: “Sen daha bu işin püf noktasını bilmiyorsun, biraz daha emek vermen gerekiyor.” dermiş.

Ustasının bu sonu gelmez nasihatlerinden sıkılan kalfa, artık dayanamamış ve gidip bir dükkân açmış. Açmasına açmış da yeni dükkânında yaptığı testiler, küpler, vazolar, sürahiler onca titizliğe ve emeğe rağmen orasından burasından yarılmaya, yer yer çatlamaya başlamış. Kalfa bir türlü bu çatlamaların önüne geçememiş.

Nihayet ustasına gitmiş ve durumu anlatmış. Usta: “Sana demedim mi evladım; sen bu işin püf noktasını henüz öğrenmedin. Bu sanatın bir püf noktası vardır.” demiş. 

Usta bunun üzerine tezgâha bir miktar çamur koymuş ve “Haydi! Geç bakalım tezgâhın başına da bir testi çıkar. Ben de sana püf noktasını göstereyim.” demiş.

Eski çırak ayağıyla merdaneyi döndürüp çamura şekil vermeye başladığında usta önünde dönen çanağa arada sırada "püf!" diye üfleyip zamanla testiyi çatlatacak olan bazı küçük hava kabarcıklarını patlatıp gidermiş. Böylece çırak da bu sanatın “püf!” denilen noktasını öğrenmiş.

Her sanatın incelik gereken nazik kısmına da o günden sonra “püf noktası” denilmeye başlamış.

Yaşam Ve Kahve Fincanı

Bir grup eski öğrenci, emekli hocalarını ziyarete gitmiş. İşlerinden ve sorunlarından söz etmişler. Hoca, iş yaşamında her biri önemli yerlere gelmiş eski öğrencilerine kahve ikram etmek üzere mutfağa gitmiş. Biraz sonra değişik boy, renk ve kalitede birçok fincanın bulunduğu bir tepsiyle geri dönmüş.

Kimi porselen, kimi seramik, kimi cam, kimi plastik olan fincanları ve kahve termosunu masaya koyup kahvelerini almalarını söylemiş.

Tüm eski öğrenciler, kahvelerini alıp koltuklarına döndüğünde hocaları onlara:

“Farkına vardınız mı bilmem. Zarif görünümlü, güzel, pahalı fincanların hepsi alındı. Masada yalnızca ucuz ve basit görünümlü fincanlar kaldı. Elbette ki kendiniz için en güzelini istemek ve onu almak çok normal ama işte bu demin bahsettiğiniz problemlerinizin ve stresin nedeni. Hepinizin istediği fincan değil kahve iken, bilinçli olarak her biriniz birbirinizin aldığı fincanları gözleyerek daha iyi olan fincanları almaya uğraştınız. Yaşam kahveyse iş, para ve mevki fincandır. Bunlar yalnızca yaşamı tutmaya yarayan araçlardır ama yaşamın kalitesi bunlara göre değişmez. Bazen yalnızca fincana odaklanarak içindeki kahvenin zevkini çıkarmayı unutabiliyoruz.”

Yeşim Taşı

Genç bir adam, değerli taşlara ilgi duyar ve mücevher ustası olmaya karar verir. "Bu mesleği yapacaksam, iyi bir mücevher ustası olmalıyım." diye düşünür ve ülkedeki en iyi mücevher ustasını aramaya başlar. Sonunda bulur ve yanına varır. Bir süre bekledikten sonra usta tarafından kabul edilir. Genç adam, taşlara ilgi duyduğunu ve iyi bir mücevher ustası olmaya karar verdiğini heyecanla anlatır. Yaşlı usta sesini çıkarmadan genç adamı dinler, sözleri bitince de ona bir taş uzatır, "Bu bir yeşim taşıdır.” dedikten sonra genç adamın avucuna taşı bırakır ve avucunu kapatır. "Avucunu aynen böyle kapalı tut ve bir ay boyunca hiç açma. Bir ay sonra tekrar gel." der.

Genç adam evine döner, kendisini merakla bekleyen ailesine neler olduğunu anlatır. Anlattıkça da kendisine çok anlamsız gelen bu hareketi ve soğuk üslubu nedeniyle kızdığı ustaya olan öfkesi gittikçe artar. "Nasıl böyle bir şey yapmamı ister. Bir de ülkenin en iyi mücevher ustası olacak. Buna bir ay boyunca nasıl katlanacağım, böyle bir eziyetle nasıl yaşarım?” diye devamlı söylenir, her önüne gelene ustadan yakınır ama avucunu da hiç açmaz. Avucu kapalı uyur, bütün işlerini diğer eliyle yapar. Ve bu duruma giderek alışmaya, diğer elini de çok rahat kullanmaya başlar. Yanlışlıkla avucu açılıp taş düşmesin diye hep yarı uyanık uyur. Böylece bir ay geçer. Her günü zorluklarla dolu, her gecesi de yarım uykuyla yaşanmış bir ayı tamamlar.

Ve o gün gelir. Genç adam tam bir ay sonra, büyük ustanın karşısına çıkar. Usta bir süre beklettikten sonra yanına gelince genç adam -ne kadar saçma bulursa bulsun- bu sınavı başarıyla tamamlamış olmanın verdiği gururla elini uzatır, avucunu açar. “İşte taşın.” der, "Bir ay boyunca avucumda taşıdım, şimdi ne yapacağım?" Yaşlı usta sakin bir sesle cevap verir: "Şimdi sana bir başka taş vereceğim, onu da aynı şekilde bir ay boyunca avucunda taşıyacaksın.” Bu söz üzerine genç adam bütün sükûnetini kaybeder, bağırıp çağırmaya başlar. Genç adam bağırıp çağırırken, yaşlı usta ona hissettirmeden bir taşı avucuna sıkıştırır. Öfkeden yüzü kıpkırmızı olan genç adam, bir anda elindeki taşı hisseder. Taşı biraz daha sıkar ve heyecanla konuşur: "Bu taş yeşim taşı değil usta!”

Öğrenmek için zaman gerekir, sabır gerekir, ustaları izlemek gerekir. Dünya hızlandıkça zaman kısalabilir ama öğrenmenin esası değişmez.