Anzaklı Ömerin Hikayesi

1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD'ye giden doktor Ömer Müslümoğlu görev yaptığı hastane de başından geçen çok enteresan hadiseyi şöyle anlatıyor: "Amerika'ya gittiğim ilk yıllar (1957) lisanım pek o kadar iyi değil. Newyork'da Medikal Center Haspital adlı bir hastane de görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi işler... Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direkt olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor. Diğer zamanlarda da lâboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam. Tahminen yetmiş beş yaşlarında. Tabii kendisi ile ingiliz'ce kunuşuyorum. - Kan vereceğim kolunuzu açarmısınız? Çünkü adamcağız kanser hastası olduğu halde üstelik kansızdı. Elimde kan torbası da var tabii ki.. Pazusunu açtım. Baktım pazusunda dövme şeklinde bir Türk bayrağı var. Çok ilgimi çekti benim. Kendisine sormadan edemedim. - Siz Türk müsünüz? Kaşlarını yukarı kaldırarak "Hayır" manasına işaret yaptı. Ama ben halâ merak ediyorum: - Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir? - Aldırma işte öylesine bir şey dedi. Ben yine ısrarla dedim ki: - Fakat benim için bu bayrak çok önemli. Dikkatimi çekti. Çünkü bu benim milletimin bayrağı. benim bayrağım...Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu: - Siz Türk müsünüz? - Evet Türk'üm... İhtiyar gözlerime bakarak tanıdık bir göz arıyor gibiydi. Anlatmaya başladı: "Yıl 1915. Sen hatırlamazsın o yılları. Çanakkale diye bir yer var Türkiye'de. Orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topuyorlardı. Ben Anzaklı'yım Avusturalya Anzaklarından... İngiliz'ler bizi toplayıp dediler ki: "Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe almış durumda. Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir. "Biz de inandık sözlerine vaadetlerine... Savaşmak isteyenler arasına katıldık. Avusturyalı Anzak ihtiyar anlatmaya devam ediyordu: Bizim beynimizi yıkayan İngilizler, Türk'lere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale'ye sevk ediyorlarmış. Bizi gemilere doldurup Mısır'a getirdiler o zaman Mısır da şöyle böyle birkaç ay talim gördük. Atış talimi. Ondan sonra da bizi alıp Çanakkale'ye getirdiler.Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler, geceyi gündüze çeviriyordu zaman zaman...Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan Hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti uzaktan gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer barbarlıktan değil, kalplerinde ki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş. Bunu nereden anladığımı söyleyeyim. Biz karaya çıktık. Taarruz edemiyoruz. Bizi püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Bizi tekrar püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim." Meraktan ağzım açık yaşlı Avusturyalı'yı dinliyorum. Savaşın dehşetli anlarını anlatırken hastalığına rağmen tir tir titremeye başlamıştı. Devam etti:" Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında gördüm. Nasıl korktuğumu anlatamam. Çünkü İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya... Ama dikkat ettim.Yaralarımı sarmışlar. Bana hiç de öfkeli bakmıyorlar. Kendime geldim iyice, bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şoke oldum doğrusu. Dedim ki; kendi kendime: Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler. Ama öldürmüyorlar... Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi. Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler. Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla "Yazıklar olsun bana." dedim. "Böyle asil insanlarla niye ben savaşıyorum ben. Niye savaşmaya gelmiştim. Bu İngiliz milleti ne yalancıymış ne kadar Türk düşmanıymış." diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye düşündüm durdum günlerce..... Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu dövme Türk bayrağını yaptırdım.Bu bayrağın esrarı bu işte." Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti: "Tarihin cilvesine bakın ki o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk..Ne garip değil mi? Avusturalya'dan Amerika'ya gelirken bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Size minnettarım. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız.Bizi hep kandırmışlar...Buna bütün kalbimle inanıyorum." Peşinden nemli gözlerle; - Bana adınızı söyler misiniz? Dedi. - Ömer, cevabını verdim. Gayet merakla tekrar sordu: - Peki niçin Ömer ismini vermişler sana? - Babam Müslümanların ikinci Halifesi isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş. - Yahu senin adın Müslüman adı mı? Ben; - "Evet Müslüman adı" deyince yüzüme baktı baktı, birden doğrulmak istedi. Ona mani olmak istedim. Israr etti. Ama niye ısrar ediyordu? İhtiyarın ısrarına dayanamayıp yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki: - Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Mr.Josef Miller idi. Şimdiden sonra "Anzaklı Ömer" olsun. - Olsun! - Peki doktor beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu? Şaşırdım. Nasılda birdenbire Müslüman olamaya karar vermişti. Meğer o yaşa gelinceye kadar içten içe hep düşünüyormuş da kimseyle konuşamadığı için, soramadığı için konuşamıyormuş.. - Tabii dedim Müslüman olmak çok kolay. Sonra kendisine İmanın ve İslam'ın şartlarını anlatım. Kabul etti. Hem kelime-i şahadet getiriliyor, hem de çocuklar gibi ağlıyordu. Yaşlılık bir yandan, hastalık bir yandan bir de yıllardan beri içinde kavuşmak isteyip de bilemediği için kavuşamadığı İslamiyet'e olan hasretin sona ermesi bir yandan bu yaşlı gönlü duygulanmıştı....Mırıldandı: - Siz Müslümanlar tespih çekersiniz bana da bir tespih bulsan da ben de yattığım yerden tespih çekerek Allah'ımı ansam olur mu? Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Cenab-ı Hakk'ı zikretmeyi O'na ibadet etmeyi ihmal etmiyormuş. Neyse uzatmayayım hemen bir tespih bulup kendisine getirdim Hasta yatağında tespih çekiyor, biz de gerektiğinde tedavisiyle ilgileniyorduk. Fakat benim için o daha bir başkalaşmıştı. Müslüman olmuştu. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti.
Beni yalnız bırakma olur mu? - Ne gibi Ömer amca? - Ara sıra gel de bana İslamiyet'i anlat!
sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor. O günden sonra her gün yanına gittim. Bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum. Hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum. "Doktor Ömer! Lütfen 217 numaralı odaya gelin!" Dedim ki içimden: "Bizim Ömer amca galiba yolcu?" Hemen yukarı çıktım. Odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tespih, açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde İmanı ile, koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen baş ucuna oturdum. Kendisine kelime-i şehadet söylettirdim. O şekilde kucağımda ruhunu teslim etti. Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk Milletine olan sevgisi sayesinde kendisine İman nasip olmuştu. "Ne yalan söyleyeyim. ağladım."

Server Dede

Sultanahmet Meydanı’nda Tapu ve Kadastro Müdürlük binasının arka tarafına geçerseniz, bir incir ağacının altında 1748 tarihli enteresan bir mezar görürsünüz. Mezarın baş kitabede buradan yatan kişinin 'Ser verip sır vermeyen Server Dede' olduğu, 'davasına ve sırrına sahip çıkıp bu uğurda öldüğü için Defter-i Hakani binasının avlusuna gömüldüğü' yazılıdır. Defterhane-i Hakani olan Tapu ve Kadastro Müdürlüğü'dür. Binanın ikinci katında yatan Server Dede'nin hikâyesi ise 'ser verip sır vermeme' yönü ile 'yedi tepeli şehre' çok benzer. Buradaki kayıtlar, 'kul hakkı'na riayet için kılı kırk yaran titizlikle tutulur, gerektiğinde başını ortaya koymak pahasına muhafaza edilirdi. Birinci Mahmud zamanında Defter Emini olan Server Dede, görevine son derece bağlıdır. Server Dede’ye ahbapları latife yollu ikide bir: - Server baba şu Bektaşilerin bir sırrı varmış nedir? Diye takılır, sula sorarlardı. Hazretin bunlara verdiği cevap daima: - Evlat! Ser (Baş) verilir, sır verilmez. Diyerek baştan savmak olurdu Bir akşam saraydan geç vakit bir emir gelmiştir. Anadolu'daki bir arazi anlaşmazlığı halledilmeye çalışılır. 18. asrın sonlarına doğru, Anadolu'daki iki kasaba arasında bir meranın paylaşılamaması yüzünden ihtiláf çıktığı ve çatışma ihtimali bulunduğu haberi alınmış, haber saraya aksedince dönemin padişahı Mahmud, evrak mahzeninden çok mühim bir kaydın çıkarılmasını emretmişti. Server Dede bu emre itiraz etti: - Allah’ın sabahı yok mudur? Bu saatte mahrem evrak karıştırılır mı? Yarın sabahleyin gelin! Diyerek saray adamlarını başından savdı. Onlarda bu sözlerin birine bin kattılar, Sultan Mahmud’a yetiştirdiler. Zaten Bektaşilere korkunç bir darbe indirmiş olan Đkinci Sultan Mahmut, fermanı bastı. Bektaşilerin amansız düşmanı olan Şeyhülislâm Halet Efendi’de fetvayı verdi. Cellatlar hemen koştular, Server dede’yi Kabasakal’daki evinden aldılar. Sultanahmet Meydanına getirdiler. O zamanlar Sultanahmet Camisinin kapısı önünde bir çınar vardı. Server Dede’yi bu çınarın altına getirdiler ve burada boynunu vurdular. Fakat idam hükmü infaz olunmadan evvel yine bazı kimseler: - Ne olur, Server Dede nasıl olsa ölüyorsun, şu Bektaşi sırrını söyle de bizi merakta bırakıp gitme! Dediler. Server Dede hiç itidalini bozmadan: - Kellemi vurduktan sonra bu sırrı âğâh olursunuz! Cellâtlar meraka kapılmışlardı. Hemen Hazretin kellesini vurdular. Server Dede’nin başı yere düştüğü vakit ağzından muska şeklinde katlanmış küçük bir kağıt parçası fırladı. Meraklı topluluk hemen bu kağıdı aldılar ve açtılar. Kağıdın üzerinde şu ibareler yazılı idi: “ Ser verir, sır vermez Server Dede “ Bu ibare o günden itibaren halk diline düştü. Bektaşi sırrı bir atasözü oldu. Đş bu kadarla bitmedi. Server Dede, yere düşen kanlı başını koltuğunun altına aldı. Cami kapısından bu gün defnedildiği Tapu Dairesi’nin eski kısmına kadar koşarak gitti, merdivenleri çıktı. Orada düşüp kaldı. Bu durum Padişah’a haber verilince: - Düştüğü yere defnedilsin, iradesi çıktı. Server Dede’yi bina içine gömdüler. Ertesi gün Divan toplanıp paşalar durumdan haberdar olunca "Sultanım" derler, "Boş yere kıymışsınız Defter Emini'ne. Atanız Hazreti Sultan Fatih kanununca defterlerin gece dışarı çıkması yasaktır. Paşaların sözü doğrudur. Fatih Sultan Mehmed, Karamani Nişancı Mehmed Paşa'ya hazırlattığı "Kanunname-i Devlet-i Osmaniye "de kendi emri olmadan bu tür defterlerin geceleri saraydan ve Defterhane' den çıkartılmalarını yasaklamıştır. Mesele anlaşılınca padişah da pişman olur. Dede'nin Defterhane içine defnedilmesini emreder. Bazıları bu hadisede idam hükmünü verenin padişah değil sadrazam olduğunu da söylerler.
Server Efendi'nin mezarı, o günden sonra Defterhane'de görev yapan memurlar için kutsal bir yer gibi kabul edildi, efsaneleşti ve Server Efendi memurların evliyası sayıldı. Göreve yeni başlayan memurlar mezarı ziyaret ediyor, bu ziyaret yapacakları işin önemini kavramalarına yardımcı oluyordu. Rüşvet alan memurlar, Server Dede'nin mezarının önünden çekinerek ve yüzlerini yere eğerek geçerlerdi. Efsane, Osmanlı arşiv belgelerine bile yansımıştı. Zamanın padişahı 18. yüzyılın sonlarında usulsüz iş yapıp rüşvet alan memurlara hitaben yazdığı bir emirde, 'Defterhane memurlarından bazılarının önemli miktarlarda gelirleri olduğu halde iş sahiplerine ‘ser vermek olur, sırrı açığa vurmak olmaz’ diye ölümü göze alan ve bürolarının bahçesinde gömülü bulunan Server Dede'nin koyduğu kuralların aksine rüşvet aldıkları öğrenilmiştir. Dedelerinin görev sadakatinden utanmaları gereken bu memurlar, yakalandıkları takdirde cezalandırılacaklardır' deniyordu.

İki Osmanlı Askerinin Hikayesi

İngilizler, Hindistan’ı işgal edince, Hindistan Kralı, Osmanlı Sultanından yardım istemiş. Oda bir gemi göndermiş. Osmanlı da uzun zamandır savaş içindeymiş zaten. Buna rağmen üç yüz elli asker olan gemiyi Hindistan’a göndermiş. Yolda bir hastalık gemide askerlerin bir kısmını telef etmiş. Askerler Hindistan’a çıkmışlar. Osmanlı askeri, İngiliz’lerin ellerindeki savaş malzemeleri karşılarında uzun süre direnememişler. Bir kısmı orada şehit olmuş. Kırk kadar askeri de esir almışlar. Esir aldıkları askerleri gemilerde ağır işlerde çalıştırmaya başlamışlar. Aradan bir süre geçmiş. Osmanlı askerlerinin bulunduğu gemi Avustralya’ya giderken içlerinden iki tanesi denize atlamış, Avustralya’ya çıkmışlar. Kurtulmuşlar esaretten... Bu iki askerden biri Karadenizliymiş. Baba mesleği olan dondurmacılığı yapmaya başlamış… Diğeri de Kara hisar’lıymış. Onunda mesleği kasaplıkmış. Oda kasaplığa devam etmiş. Bunlar bir süre sonra orada iyice de tutunmuşlar. Gel zaman git zaman; birinci Dünya Savaşında Avustralya Çanakkale’ye asker çıkarmaya başlamış. Bunlarda bunu duymuşlar. Hemen bir araya gelmişler. Ne yapacaklarını düşünmeye başlamışlar. Bir şeyler yapmamız lazım diyorlarmış. Sonunda karar vermişler. Onların düşüncesine göre: Bunlar Osmanlı, burada yaşıyorlar. Avustralya’da… Avustralyalılar ne yapıyorlar, ülkelerini işgal etmeye gidiyorlar. “O zaman bizim bir şeyler yapmamız lazım ilk önce bu hükümete karşı savaş açmalıyız” demişler. Burada hükümete yazdıkları yazıyı sizlere aynen aktaracağım. Sayın Avustralya Başkanı Ekselans hazretleri; Biz iki Osmanlı askeri, ülkenizde bulunuyoruz. Duyduk ki devletimiz Osmanlı'ya Avustralya devleti olarak savaş açmış ve Çanakkale'ye asker göndermişsiniz. Bundan dolayı iki Osmanlı askeri olarak biz de Avustralya devletine savaş açmış bulunmaktayız. Bu bir Osmanlı fermanıdır. Ekselansların bilgilerine duyurulur. Karahisar diyarından Tarakçı oğlu Mehmet, Karadeniz diyarından Menteşe oğlu Abdullah… Bununla da kalmamışlar başlamışlar eylemler yapmaya. Sidney'in 250 km. uzağında Karlıdağlar denilen bölgede önce virajlarda tren raylarını sökerek üç treni devirmişler. Üçüncü trende askeri mühimmat varmış onları almışlar. Bundan sonra vay haline onları tutanın. Sekiz karakol basmışlar. Bastıkları karakollardaki askerleri de vurmuşlar. Ciddi savaşmaya başlamışlar. Avustralya hükümeti ne olduğunu anlayamıyormuş. Kim bunlar neden böyle yapıyorlar. Sonra akıllarına ekselanslarına yazılan mektup gelmiş. “Bunlar onlardır demişler. “ Bundan sonrası her ne kadar çok acıklı ise de gerçek bu yapacak bir şey yok. Ayrıca çok da enteresan! Avustralya hükümeti; iki kişiye karşılık iki yüz elli kadar asker göndermişler. Bu iki askerin yaptıklarını görünce! Tabi iki asker bu kadar askerle baş edememiş, vurulmuşlar. Bu iki kahraman askerin mezarları Sidney’e iki yüz elli kilometre uzaklıktaki Karlı Dağlardaymış. Burası da enteresan Avustralyalılar iki Osmanlı Askeri ile savaştık yerine askerler için Hindistan asıllıydı demişler.
Tabi bazı gerçekleri göz ardı etmiş oluyorlar.
Karahisar ve Karadeniz Hindistan’da yok ki…
Türklerin ne kadar yürekli olduğunu anlatan bir yazı…
Biz Türkler yürekli insanlarız, cesuruz…

Kalp Ve Dil

Dil seni gül bahçelerine de götürebilir; balçık deryalarına da sürükleyebilir
Kalp ve dil...
Ya iyilik, güzellik fidanlığı; ya kötülük, bozgunculuk bataklığı.
İnsan nasıl işletirse dil madenini, öyle süsler, donatır ömür ağacını.
Ve nasıl besleyip donatırsa öyle ürünlerle donatır kalp toprağını.
Dil ve kalp, ya kötülükler yuvası, kumkuması, ya iyilikler-güzellikler ovası.
Hani, Lokman Hekim, bir çırağıyla ava çıkmıştı, uzun yoldan evine döneceği sırada bir kabile reisi bu meşhur hekimi misafir etmek istedi.
Lokman Hekim, nasıl beden dilinden anlıyorsa öyle de gönül ve ruh dilinden anlıyordu. Kırmadı kabile reisini. O gece misafir kaldılar. En semiz koyunlardan biri kesildi. Yemek için harekete geçildi. O sırada Lokman Hekim, çırağını imtihan etmek istedi:
- Getir bakayım bana koyunun en temiz iki organını.
Çırak gitti koyunun kalbini ve dilini getirdi.
Lokman: “Aferin!” dedi, tam isabet. Bir canlının en temiz iki organı kalbi ve dilidir.”
Yediler, içtiler, şükrettiler. Sabah olduğunda da her misafirin yaptığı gibi, yola revan oldular.
Ne var ki yol kısa değil, Lokman aslında ava çıkmış gibi görünüyor; ama bu av sıradan bir yiyecek bulma avı değil. Hekimlik yolunda yeni bitkiler, ilaçlar bulma yolculuğu…
Akşama yakın bir saatte bir başka kabile reisi de Lokman Hekim’e misafir olması için ısrar etti.
İmkân varsa, davete icabet etmeli. Lokman Hekim de öyle yaptı. Yine akşam ve daha semiz bir koyun kesildi. Bu seferki imtihan daha zorluydu.
Lokman, çırağına: “Haydi şimdi de koyunun en pis iki organını getir bana.” dedi.
Çırak gitti, bir süre sonra yine kalp ve dille dönüp geldi.
Uzattı kalp ve dili Lokman Hekim’e. İşte efendim, dedi, bir canlının en pis iki organı.
Lokman: “Aferin dedi, sen sadece görünen, duyulan bilgilerle değil; aynı zamanda marifetle de donatmışsın kendini. Gerçekten de kalp ve dil, bir canlının hem en temiz, hem de en pis organlarıdır.”
Dil ve kalp dedikodu, fitne kaynağı haline gelmişse hem sahibini yer bitirir, hem de çevresinde tahribatlara yol açar. Kısacası, şer için işlese, kötülükler, tahribatlar kaynağı olur. Ama aynı organlar hayır için işlese, güzellikler, iyilikler merkezi olur.
Dilini bir binek bil. 

Seni gül bahçelerine de götürebilir. 
Balçık deryalarına da sürükleyebilir.
Kalbini kirli, paslı ya da parlak bir ayna bil.
Bütün güzelliklere karşı kör de kalabilir
Güneşle parlayan, güneşi yansıtan bir talihe sahip de olabilir.

Güvendiğiniz Bir Ameliniz Varmı

Geçmiş ümmetlerin içinde yaşayanlardan üç kişi yola çıktılar.
Yolları uzundu, akşam olunca geceleme ihtiyacı hâsıl oldu ve bir mağaraya sığındırdılar. Geceyi mağara da geçiren bu üç arkadaş sabaha doğru büyük bir gurultu ile uyandılar. Mağaranın girişi kaybolmuştu. Dikkatli baktıklarında dağdan kayan büyük bir taşın mağaranın ağzını tamamen kapattığını anladılar. İçerde zifiri bir karanlığın yanında havasızlıkta baş göstermişti. Ne yapalım da buradan kurtulalım diye düşünceye daldılar. İçine düştükleri bu zor durumdan, maddi imkânlarla kurtulma imkânları yoktu. Tek bir çareleri vardı, Rablerinden yardım istemek. İçlerinden biri dedi ki:
–Bizi bu sıkıntıdan, geçmişte işlediğimiz salih amellerimizi şefaatçi kılarak ALLAH'a yapacağınız dualar kurtarabilir! Bunun üzerine içlerinden bir tanesi ellerini açtı ve şu niyazda bulundu:
–Benim yaşları oldukça ilerlemiş annem ve babam vardı. Ben onları çok kollardım. Akşam olunca onlardan önce ne ailemden ne de hayvanlarımdan hiçbirine yedirip içirmezdim. Bir gün tarlada çalışmam uzun surdu, her zamanki vaktimden biraz geç evime gelebildim. Evden içeri girdiğimde anne ve babam uyumuştu. Onlar için süt sağdım. Hâlâ uyumakta idiler. Beklemeye başladım, ama bir türlü uyanmıyorlardı, onlardan önce de aileme ve hayvanlarıma yiyecek vermeyi uygun görmüyordum, diğer tarafta da onları uyandırmaya da kıyamıyordum. Çocuklar etrafımda açlıktan kıvranıyorlardı. Ben ise süt kapları elimde, anne–babamın uyanmalarını bekliyordum. Bu vazıyette şafak söktü: ,
"Ey ALLAH'ım! Bunu senin rızan için yaptığımı biliyorsan, bu amelim hürmetine bizim yolumuzu kapayan şu taştan bizi kurtar!"
Adamın duasından sonra taş bir miktar açıldı. İçeri az bir ışık sızdı, ama çıkacakları kadar değildi. Bu defa ikinci şahıs dua etmeye başladı: ,
–Ey ALLAH'ım! Benim bir amcakızım vardı. Onu herkesten çok seviyordum. Ondan kâm almak istedim. Ama bana yüz vermedi. Fakat gün geldi kıtlığa düştü, bana başvurmak zorunda kaldı. Ona, kendisini bana teslim etmesi mukabilinde yüz yirmi dinar verdim; kabul etti. Arzuma nail olacağım sırada:
–ALLAH'ın mührünü, gayr–ı meşru olarak bozman sana haramdır! dedi.
Ben de ona temasta bulunmaktan kaçındım ve insanlar arasında en çok sevdiğim kimse olduğu halde onu bıraktım, verdiğim altınları da terk ettim.
Ey ALLAH'ım, eğer bunları senin rızayı şerifin için yapmışsam, bizi bu sıkıntıdan kurtar."
Kaya biraz daha açıldı. Ancak onların çıkabileceği kadar açılmamıştı.
Bu defa da üçüncü şahıs duaya yöneldi:

–Ey ALLAH'ım, ben işçiler çalıştırıyordum. Ücretlerini de derhal veriyordum. Ancak bir tanesi bir okka pirinçten ibaret olan ücretini almadan gitti. Ben de onun parasını onun adına işletip kâr ettirdim. Her sene katlanarak çoğaldı, çoğaldıkça onun hakkını ticarette kullandım ki çok malı oldu. Derken yıllar sonra bu adam çıkageldi ve:
–Ey Abdullah! Bana olan borcunu öde! dedi. Ben de:
–Bütün şu gördüğün sığır, davar, deve, köleler senindir. Git bunları al götür! dedim. Adam:
–Ey Abdullah, benimle alay etme! dedi. Ben tekrar:
–Ben kesinlikle seninle alay etmiyorum. Git hepsini al götür! diye tekrar ettim. Adam hepsini aldı.
"Ey ALLAH'ım, eğer bunu senin rızan için yaptıysam, bize şu halden kurtuluş nasip et!" dedi.
Bunun üzerine kaya tamamen açıldı ve çıkıp yollarına devam ettiler.

Basit Bir Tercih

İlk Müslüman Türk Devletlerinden biri olan Gazneliler devletinin en büyük ve değerli hükümdarlarından biri olan ve tarihte ilk defa "sultan" adını alan Sultan Mahmud, İslamı yaymak için Hindistan'a on sekiz sefer düzenlemişti İşte bu seferlerden birinde çok şiddetli bir direnme ile karşılaşmış, zafer kazanacağından şüpheye düşmüştü Tam bu zor durumda iken Allah'a şöyle yalvardı: "Ey Rabbim, bu savaştan galip çıkarsam, aldığım bütün ganimetleri yoksullara dağıtacağım "
Neticede Sultan Mahmud galip geldi ve çok kıymetli ganimetlere sahip oldu Gazne'ye döndüklerinde elde ettikleri bütün ganimetleri yoksullara, muhtaçlara dağıtmaya başladı Fakat bazı vezir ve komutanlar araya girip, "Aman Sultanım ne yapıyorsunuz, bunca değerli ganimetler, altınlar, inciler fakir fukaraya dağıtılır mı? Hem onlar bunların kıymetini ne bilecek? Üstelik devletin hazinesinin bunlara ihtiyacı var" diyorlardı Sultan Mahmut bunu Allah'a verdiği sözün gereği olarak yaptığını, kendisi için bir adak olduğunu söyledi Adamları yine itiraz ettiler: "Efendimiz önemsiz olanları dağıtın, değerli olanları hazineye ayırın, bütün memleketin bunlara ihtiyacı var" dediler Sultan Mahmut'un kafasını karıştırdılar O zamanda Gazne'de yaşayan, doğruyu ve hakki kellesi pahasına söylemekten çekinmeyen âlim ve fâzıl büyük bir zat vardı Sultan Mahmud onu ça ğırtıp durumu anlattı ve fikrini sordu O büyük zat şöyle dedi:
"Sultanım bunda kararsızlığa düşecek bir taraf yok Çok basit bir tercih karşısındasınız Eğer Allah'a bir daha işiniz düşmeyecekse hemen adamlarınızın dediğini yapın, ganimetleri hazineye koyun Ama Allah'a tekrar işiniz düşecekse verdiğiniz sözü tutun, adağınızı yerine getirin, ganimetleri yoksullara dağıtın"

Arpa Ve Saman

Eski Ramazanlardan birinde iki molla âdet olduğu üzere Anadolu köylerine ramazan hocalığı yapmaya çıktılar Rahat birer köy bulmak için yollarına devam ederken bir akşam vakti yolları üzerindeki bir köyde misafir oldular Ev sahibi köylü irfan sahibi, umur görmüş biriydi Mollalar akşam namazı yaklaştığı için hazırlanmak istediler Biri abdest almak için dışarı çıktı Ev sahibi köylü içerde kalana sordu:

- Arkadaşının tahsili, terbiyesi yeterli midir, Kur'an'ı iyi okur mu, tefsir ve hadis öğrenmiş midir?

Odada kalan cevap verdi:

- Yok canım, ne tahsil ve terbiyesi, ne ilmi?

Eşeğin biridir, bir şeyden anlamaz Biraz şarlatandır, ona güveniyor

Bu arada dışarı çıkan içeri girdi ve içerdeki dışarı çıktı Köylü içeri girene de arkadaşı için aynı soruyu sordu O da arkadaşı için şöyle dedi:

- Sığırın biridir İlim ve edepten hiç nasip almamıştır İstanbul'da boşuna kaldırım çiğnemiştir

Mollaların hazırlanması bitince birlikte akşam namazı kıldılar Namazdan sonra ev sahibi akşam yemeği getirdi ve mollaları sofraya buyur etti Sofrada ağzı kapalı üç tabak yemek vardı Ev sahibi bunlardan ikisini birer tane mollaların önüne, diğerini de kendi önüne koydu ve "Haydi buyurun" deyince herkes önündeki tabağı açtı Mollalardan birinin tabağında arpa diğerinin tabağında saman vardı Ev sahibi köylünün tabağında ise nefis bir tas kebabı bulunuyordu Mollalar şaşırdılar, kızarıp bozardılar Ev sahibi onların bir-şey söylemesine fırsat bırakmadan durumu aydınlatmaya başladı Önce önünde arpa olana dönüp şöyle dedi:

- Arkadaşın senin için eşeğin biridir dedi Bunun için sana arpa koydurdum Çünkü bir kimseyi en iyi arkadaşı tanır Kişiyi arkadaşından sorarlar

Sonra önünde saman olana döndü ve,

- Senin için de arkadaşın "sığırdır" dedi En iyi sığır yiyeceği saman olduğu için senin tabağına da saman koydurdum Buyurun, afiyet olsun, dedi.

İmtihan

Geçmişin herkesin saygısını kazanmış derin hocalarından biri, yıllarca ders verdiği bir öğrencesini birgün karşısına aldı ve şöyle dedi:
- Sen artık yılların tahsil ve terbiyesi sonucu belirli bir düzeye geldin Gerekli bilgileri nazari olarak kavradın Ama bu öğrendiklerinden sonuç çıkaracak yorum yapacak, gerektiğinde bunlardan yararlanacak hâle geldin mi bunu öğrenmek için sana bir soru soracağım Doğru cevap verdiğin takdirde sana icazet (diploma) vereceğim Öğrenci:
- Peki hocam, sorunuzu sorun, bilirsem beni serbest bırakın, ben de zaten bunu istiyorum, dedi
Hoca sorusunu şöyle yöneltti:
- Diyelim ben seni serbest bıraktım, ilk önce bir sıla-i rahim (yakın akraba ziyareti) yaparsın Memleketine giderken elbette köylerden yaylalardan geçeceksin Yolun üstünde davar sürülerine, çoban köpeklerine rastlayacaksın Varsayalım ki böyle bir yerde beş altı tane köpek birden sana saldırdı Nasıl kurtulursun?
Öğrenci cevap verdi:
- Elimdeki sopa ile karşı koyarım
- Sopa ile beş altı köpekle baş edemezsin
- Köpekleri taşa tutarım
- Yine kurtulamazsın
- Silahımı çeker öldürürüm
- O zaman köpek sahipleri seni oradan sağ salim bırakmazlar Öldürmeseler bile iyice döverler, pestilini çıkarırlar ve köpeklerin parasını da tazmin ettirirler
Öğrenci pes etti:
- Hocam bilemeyeceğim Anlaşılıyor ki bir süre daha sizden feyz almam gerekecek Fakat nasıl kurtulabileceğimi siz söyler misiniz?
Hoca açıkladı:
- Dağda, bayırda, yaylada nerede olursa olsun böyle birkaç köpeğin birden saldırısına uğrayınca ilk yapılacak şey köpeklerin sahiplerine veya köpekler kimin denetiminde ise ona haber vermektir Çünkü köpekler daima sahiplerine yakın yerlerde bulunurlar ve sahiplerinin bir sözüyle, bir ıslığıyla saldırıdan vazgeçerler.

Güzel Birşey Yap Kardeşim

Dünyaya kırk kerre gelinmez
Madem yaşıyorsun, sıhhatli nefesler alıyorsun
Bir şey yap
Bir şey yap Güzel olsun
Çok mu zor?
O vakit güzel bir şey söyle
Dilin mi dönmüyor?
Güzel bir şey gör
Veya:
Güzel bir şey yaz
Beceremez misin? Öyleyse,
Güzel bir şeye başla

•••

Herkesin üstesinden geleceği bir şey mutlaka olmalı
O gayretten uzak duramayız
Vakit geçiyor
Vaktin geçişi ömrün beşinci vitese takılı olduğunu gösterir, unutma

Zafer Dergisi'nde beynimi sarsan bir cümle okudum
Üç gün mü, beş gün mü önceydi kestiremem
Ama okudum
Ama şaşırdım, cümleyi bir türlü unutamadım
Şöyle diyordu:

"HER İNSAN ÖLECEK YAŞTADIR"

Buyurun, biraz da sizler sarsılın

•••

Bu müthiş; dağ duruşlu, dev dürtüşlü cümlenin deyicisi Cüneyd Suavi
Ahh Cüneyd, şimdi yerlerdeyim
Yıkılmaz sandığım sabrımı, dirâyetimi, zihnimi yerlerde arıyorum

Döküldüm
Demek öyle ha?
Her insan ölecek yaşta
Bir de kalkar savaşırız Kavgalaşır, kuyular kazarız
Az sonra ölecek olan bizler Ne kadar da cahiliz

•••

Bu cümleyi gördükten sonra içimde "Büyük Patlama"yı duydum
Edecek iki çift sözüm olmalıydı

İnsanlara, insanlığa bir şeyler demeliydim
Sonunda ard arda ve şimşek hızıyle bağırdım
Beynimden yüreğime doğru bir haykırıştı bu
Yüreğimden dalga dalga cevaplar yetişti:

Bir şey yap
Zor ise:
Bir şey söyle
Beceremiyorsan:
Bir şeyler gör
Birşeyler yaz
O da mı güç?
Bir şeylere başla
Ama hep güzel şeyler olsun

•••

Çünkü:

"HER İNSAN ÖLECEK YAŞTA"

Geç kalmayasın!

•••
Koca Mimar Sinan yapmış da gitmiş
Yunus Emrem söylemiş de gitmiş
Şeyh Edebalı görmüş de gitmiş
Fuzulî, Nedim, Şeyh Galip yazmış da gitmiş
Nene Hatun, Sütçü İmam, Antepli Şahin
başlamış da gitmiş
•••

Kimse kimseden eksikli değil

Büyük değil, küçük değil, farklı hiç değil
Düşünebilen kişinin, üstesinden geleceği görevler mutlaka vardır

Tekrarlıyorum:
Güzel bir şey yap,
Güzel bir şey söyle,
Güzel bir şey gör,
Güzel bir şey yaz, veya
Güzel bir şeye başla

Güzel bir şey yap kardeşim
Dünyaya kırk kerre gelinmez
Madem yaşıyorsun, sıhhatli nefesler alıyorsun
Bir şey yap
Bir şey yap
Güzel olsun

Çok mu zor?
O vakit güzel bir şey söyle
Dilin mi dönmüyor?
Güzel bir şey gör
Veya:
Güzel bir şey yaz
Beceremez misin? Öyleyse,
Güzel bir şeye başla

Bu Küstah Adam Bakalım Şimdi Ne Yapacak

Büyük bir hava meydanının bekleme salonunda genç bir bayan uçagına binmek üzere bekliyordu....
uçağın hareketine daha çok vardı.zaman geçirmek için bir kitap ve bir küçük kutu kurabiye aldı.....
dinlenmek ve kitabını okumak için vip salonunda bir koltuğa oturdu...
kurabiye paketinin olduğu sehpanın yanınada bir adam oturdu ve elindeki dergiyi açıp okumaya başladı.....
genç kadın ilk kurabiyesini aldı adamda bir tane aldı.bayan çok rahatsız hissetti kendini ve "sinir şey bir havamda olsaydım bu cürretinden dolayı seni yumruklardım" diye düşündü içinden.....
bayan bir kurabiye alıyor adamda bir tane alıyordu.bayan çıldıracak gibiydi.ama olay çıkarmak istemiyordu.
nihayet son kurabiye kalınca kadın "bu küstah adam bakalım şimdi ne yapacak" dedi kendi kendine.....
adam son kurabiyeyi aldı bir parçasını böldü ve kadına verip diğerini kendi yedi....
aaaa bu kadarıda fazla çok öfkelenmişti kadın önce kitaplarını ve çantasını topladı sonra hızla giriş salonuna gecti ve uçagına bindi..
koltuguna oturdu arkasına yaslandı ve gözlüklerini almak için çantasını açtı.birde ne görsün çantasında açılmamış bir kurabiye paketi.....
çok utandı büyük bir yanlış yaptıgını anladı.kurabiyeyi aldıgında açmadan çantaya koydugunu unutmuştu.
oysaki adam kendi kurabiyelerini sinirlenmeden yüksünmeden kadınla paylaştı hatta son kurabiyesini bile bölüştü...
kadın ise adam kendi kurabiyesini yiyor zannederek kızıyor bozuluyordu...şimdi durumu telafi etme şansı yoktu özür dileme imkanı yoktu...

İŞTE BÖYLE TELAFİ EDİLEMEZ 4 DURUM VARDIR
1-taş atıldıktan sonra
2-söz agızdan çıktıktan sonra
3-fırsat kaçtıktan sonra
4-zaman geçtikten sonra

GENÇLİĞİNE GÜVENİP ERKEN DERKEN BELKİDE ELVEDA BİLE DİYEMEZSİN GİDERKEN

Çiçekle Suyun Hikayesi

Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar. İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder birliktelikleri, tabii zaman lazımdır birbirlerini tanımak için. Gel zaman git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan içi içine sığmaz artık ve anlar ki, suya aşık olmuştur. İlk kez aşık olan çiçek, etrafa kokular saçar, "Sırf senin hatırın için ey su" diye... Öyle zaman gelir ki, artık su da içinde çiçeğe karşı birşeyler hissetmeye başlamıştır. Zanneder ki, çiçeğe aşıktır ama su da ilk defa aşık oluyordur.

Günler ve aylar birbirini kovalar ve çiçek acaba "Su beni seviyor mu?" diye düşünmeye başlar. Çünkü su, pek ilgilenmez çiçekle... Halbuki çiçek, alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz. Çiçek, suya "Seni seviyorum" der. Su, "Ben de seni seviyorum" der. Aradan zaman geçer ve çiçek yine "Seni seviyorum" der. Su, yine "Ben de" der. Çiçek, sabırlıdır. Bekler, bekler, bekler... Artık öyle bir duruma gelir ki, çiçek koku saçamaz etrafa ve son kez suya "Seni seviyorum" der. Su da ona "Söyledim ya ben de seni seviyorum" der ve gün gelir çiçek yataklara düşer. Hastalanmıştır çiçek artık.Rengi solmuş, çehresi sararmıştır çiçeğin. Yataklardadır çiçek. Su da başında bekler çiçeğin, yardımcı olmak için sevdiğine... Bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla başını döndürerek çiçek, suya der ki; "Seni ben gerçekten seviyorum" Çok hüzünlenir su bu durum karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır nedir sorun diye... Doktor gelir ve muayene eder çiçeği. Sonra şöyle der doktor: "Hastanın durumu ümitsiz artık elimizden bir şey gelmez" Su, merak eder sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık nedir diye ve sorar doktora...

Doktor, şöyle bir bakar suya ve der ki; "Çiçeğin bir hastalığı yok dostum... Bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için".Ve anlamıştır artık su, sevgiliye sadece "Seni seviyorum" demek yetmemektedir.

HİÇ BİR ZAMAN SUSUZ KALMAMANIZ DİLEĞİYLE..."

Titodan Tarihi İtiraflar

Ömrünün elli yılını komünist ideoloji yolunda harcayarak bu bâtıl davasında şöhreti yurt dışına kadar taşmış bir insan olan Salih Gökkaya, hayatının son yıllarında İs­lâm'la müşerref olarak Hakk'a rücû eder. Gökkaya, Komünizm fırtınalarının bütün dünyayı kasıp kavurduğu bu günlerin birinde "Türkiye Komünist Talebe Teşkilatı Başkanı" sıfatıyla Yugoslavya Devlet Başkanı Mareşal Josip Broz Tito'nun(1892-1980) şeref misafiri olarak Belgrad'a davet edilir.

Ömrünün son günlerini geçirmekte olan Tito'yu ziyaret ettiklerinde, hayatını komünizme adayan bu ihtiyar lide­rin pişmanlık içinde dudaklarından dökülen şu itiraflar, apayrı bir tarihî kıymet ifade etmektedir:

Yoldaş, ben ölüyorum artık... Ölümün ne derece kor­kunç birşey olduğunu size anlatamam. Anlatsam bile sıhhatli ve genç olan sizler, bu yaşta bunu anlayamazsınız. Düşünün; öl­mek, yok olmak... Toprağa kanşmak ve dönmemek üzere gi­diş... işte bu çıldırtıyor beni... Dostlarımızdan, sevdiklerimizden, unvan ve makamlardan ayrılmak... Dünyanın güzelliklerini bir daha görememek... Ne korkunç birşey anlamıyor musunuz?

Yoldaşlarım, sizlere açık bir kalple itirafta bulunmak istiyo­rum:

Ben öldükten sonra, toprak olacaksam, diriliş, ceza veya mükafat yoksa, benim yaptığım mücadelenin değeri nedir? Söyleyin bana? Ha yoldaşlarımın kalbine gömülecekmişim veya unutulmayacakmışım veya alkışlanacakmışım neye yarar?

Ben mahvolduktan sonra, beni alkışlayanların takdir ses­leri, kabirde vücudumu parçalayan yılan ve çıyanları insafa getirir mi? Söyleyin bu gidiş nereye? Bunun izahını Marks, Engels, Lenin yapamıyor.

İtiraf etmek zorundayım;

Ben Allah'a, peygambere ve ahirete inanıyorum artık. Dinsizlik bir çare değil. Düşünün, şu kainatın bir Yaratıcısı, şu muhteşem sistemin bir Kanun Koyucusu olmalıdır... Bence ölüm de son olmamalıdır...

Mazlumca gidenlerle, zalimce ölenlerin bir hesaplaşma yeri olmalıdır. Hakkını almadan, cezasını görmeden gidiyorlar. Böyle keşmekeş olamaz. Ben bunu vicdanen hissediyorum. Öyle ki, milyonlarca suçsuz insanlara yaptığımız eza ve zulüm­ler, şu anda bağazıma düğümlenmiş bir vaziyette...

Onların ahlarına kulak verecek bir merci olmalı... Yoksa insan teselliyi nereden bulacak? Bunların bir açıklaması olmalı... Marks bu mevzuda halt işlemiş. Uyuşturmuş beyni­mizi ...

Nedense ölüm kapıya dayanmadan bunu idrak edemi­yoruz. Belki de göz kamaştırıcı makamlar buna engel oluyor. Ben bu inancı taşıyorum yoldaşlarım, sizler de ne derseniz deyin!

Ön Yargılarımız

ÖN YARGILARIMIZ

Dr. Paul Ruskin, öğrencilerine yaşlanmanın psikolojik belirtilerini öğretirken bir olay okuyor :
- Hasta ne konuşuyor, ne de söylenenleri anlıyor.
- Bazen saatlerce anlaşılmaz şeyler geveliyor.
- Zaman, yer ya da kişi kavramı yok.
- Yalnız, nasıl oluyorsa, kendi adı söylendiğinde tepki veriyor.
- Son altı aydır onun yanındayım, ne görünüşü için bir çaba sarfediyor ne de bakım yapılırken yardımcı oluyor.
- Onu hep başkaları besliyor, yıkıyor ve giydiriyor.
- Dişleri yok, yiyeceklerin püre halinde verilmesi gerekiyor.
- Gömleği salyalarından dolayı sürekli leke içinde.
- Yürümüyor.
- Uykusu sürekli düzensiz.
- Gece yarısı uyanıp çığlıklarıyla herkesi uyandırıyor.
- Çoğu zaman mutlu ve sevecen, fakat bazen ortada bir sebep yokken sinirleniyor. Biri gelip onu yatıştırana kadar da feryat figan bağırıyor.
Bu olayı okuduktan sonra, Ruskin öğrencilerine böyle bir hastanın bakımını üstlenmek isteyip istemediklerini sorar. Öğrenciler bunu yapmayacaklarını söylerler. Ruskin, kendisinin bunu büyük bir zevkle yaptığını ve onların da yapması gerektiğini söyleyince öğrenciler şaşırırlar.
Daha sonra Ruskin hastanın fotoğrafını dolaştırmaya başlar.
Fotoğraftaki hasta doktorun altı aylık kızıdır.

ÖN YARGILARIMIZ 2

Uzaklarda bir köyde, kocası, çocuğu doğmadan ölmüş, tek başına yaşayan hamile bir kadın kendisine arkadaş olması açısından dağda yaralı olarak bulduğu bir gelinciği evinde beslemeye başlar.

Gelincik kadının yanından bir an bile ayrılmaz. Her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da, oldukça uysallaşır. Bir kaç ay sonra kadının çocuğu doğar.

Tek başına tüm zorluklara göğüs germek ve yavrusuna bakmak zorundadır.

Günler geçer ve kadın bir gün birkaç dakikalığına da olsa evden ayrılmak ve yavrusunu evde bırakmak zorunda kalır. Gelincikle bebek evde yalnız kalmışlardır. Aradan biraz zaman geçer ve anne eve gelir. Gelinciği ve kanlı ağzını görür. Anne çıldırmışcasına gelinciğe saldırır ve oracıkta öldürür hayvanı. Tam o sırada içerideki odadan bir bebek sesi duyulur.

Anne odaya yönelir... Ve odada beslediği beşiğin içindeki bebeği ve bebeğin yanında duran parçalanmış bir yılanı görür.

Albert Einstein’ in bir sözü vardır; “ İnsanlardaki ön yargıyı parçalamak benim atomu parçalamamdan çok daha zor.”

ÖN YARGILARIMIZ 3, 4, 5

Önemli bir toplantıda cep telefonuyla bağıra bağıra konuşan bir kişi garibinize gidiyorsa, paradigmanızı değiştirmeden onu değerlendirdiğiniz için, siz yanılıyorsunuzdur. Örneğin trende giderken, bir baba, 3 evladıyla oturup, sürekli ağlayan çocuklarına hiç "susun!" demeden yolculuğa devam ettiğinde; siz ona ‘ne gamsız adam!!!’ diyebilirsiniz. Ama sorsanız, onlar hastaneden geliyorlardır; bir saat önce çocukların anneleri ölmüştür ve eve dönüyorlardır.

Prof. Covey’in konuşmasını dinlemeye gelen annesi, arka sırada oturan 2 kişinin toplantı boyunca sürekli konuştuklarını görerek, çok öfkelenmiş ve oğlumu küçümsüyorlar diyerek çok üzülmüş. Yemek molasında oğluna; şunların kafasına çantamı indiresim geliyor, demiş. Oğlu, anne "o adam Finlandiyalı, burada simültane tercüme yok, mecburen tercümanı yanına oturttuk", demiş.

Havaalanında aktarma yapmak isteyen yaşlı bir hanım, uçağının 2 saat gecikmeli olduğunu öğrenince, dergiler ve bir kutu kurabiye alarak bekleme salonuna geçmiş. Yanındaki sehpaya da dergileri ve kurabiye kutusunu bırakarak, okumaya dalmış. Bir ara bakmış ki, yanındaki koltuğu oturan bir adam, sehpadaki kurabiye paketini açıyor ve de yemeye başlıyor. Kurabiyelerin kendisine ait olduğunu hissettirmek isteyen kadın, adama dik dik bakmış. Hatta, canı o an istemediği halde, kutudan bir kurabiyeyi ağzına atmış. "Her halde kurabiyelerin sahibinin kim olduğunu artık anlamıştır" diye düşünürken, adam bir tane daha ağzına atmaz mı? Hemen kadın da bir tane daha atmış ve bir yarışmadır başlamış, adam bir tane, kadın bir tane. Sonuçta kutuda tek kurabiye kalmış, adam onu hızlıca kaparak ortadan bölmüş, gülerek kadına ikram etmiş. O sırada, kadının uçağının alana indiği anonsu duyulmuş ve işlemler için kadın bankoya gitmiş. Pasaportunu çıkartmak için çantasını açtığında, bir de ne görsün? Kendi kurabiye paketi, hiç açılmamış olarak çantasında durmuyor mu?!! Meğer, adamın kurabiyesini yiyormuş…

Başkalarının düşünce ve davranışları hakkında hüküm verirken, elimizdeki veriler çoğu zaman yeterli olmuyor. Davranışların nedenini bilmeden çok yanlış yargılara varabiliyoruz.
Covey bu örnekleri; aynı 'bilgi'ye farklı bir bakış, bizim davranışlarımızı belirler, diye özetliyor. Buradan yola çıkarak çözemediğimiz sorunlar için, paradigma (zihin haritası) değiştirmenin gereğini vurguluyor.

Einstein'in bir sözünü anımsatıyor: Karşılaştığınız sorunları, o sorunları yarattığınız düşünce düzleminde kalarak çözemezsiniz. Çoğumuzun zaman zaman yaptığı gibi, "sorunların içinde kaybolmak" yerine, paradigma değiştirmeyi başarıp, sorunlara farklı biçimde yaklaşabilenler, o sorunu aşma şansını da yakalıyorlar. Zaten sorunlarımızı dostlarımızla paylaşmamızın nedenlerinden biri de, farklı bir bakışın, bize farklı davranabilme kapısı aralama ihtimali değil midir??

Çözümsüz gibi gördüğünüz sorunlar konusunda paradigma değiştirmenin önemi vardır. Aslında hayatımızı, başarımızı, mutluluğumuzu belirleyen bizim kendi davranışlarımızdır. Başımıza gelen her şeyle, onlara verdiğimiz "tepki ve yanıt" arasında geniş bir hareket alanı vardır.......

Stephen Covey

ÖN YARGILARIMIZ 6

Adamın biri artık karısının eskisi kadar iyi duymadığından korkuyormuş ve karısının işitme cihazına ...ihtiyaç duyduğunu düşünüyormuş.Ona nasıl yaklaşması gerektiğinden emin değilmiş.
Bu durumu konuşmak icin aile doktorunu aramış; doktor adamın karısının ne kadar duyduğunu anlayabilmesi için basit bir yöntem önermiş.
"Yapacağın şey su, karından 40 adım ileride dur, normal bir konuşma tonuyla bir şeyler söyle; eğer duymazsa 30 adım ilerisinde aynı şeyi tekrarla, sonra 20 adım; cevap alana kadar aynı şeyi tekrarla
"O aksam karısı mutfakta akşam yemeğini hazırlarken adam işlemi uygulamaya koymuş.
40 adım uzaklıktan karısına normal bir konuşma tonuyla seslenmiş
"Hayatım bu akşam yemekte ne var?"
Cevap yok Mutfağa biraz yaklaşmış. Mesafeyi 30 adıma indirmiş ve soruyu tekrarlamış
"Hayatım bu akşam yemekte ne var?"
Gene cevap yok Mutfağa biraz daha yaklaşmış, mesafe 20 adım ve tekrar sormuş
"Hayatım bu akşam yemekte ne var?"
Hala cevap yok Adam mutfağın kapısına gelmiş artık mesafe iyice azalmış ve soruyu tekrarlamış
"Hayatım bu akşam yemekte ne var?"
Gene cevap alamamış Bu sefer karısına iyice yaklaşmıs ve aynı soruyu tekrar sormuş
"Hayatım bu aksam yemekte ne var?"
"Hayatım beşinci kez söylüyorum, Tavuk"
Hikayenin ana fikri:Belki de genelde düşündüğümüz gibi problem daima karşımızdaki kişilerde olmayabilir. Problemlerin sebebini biraz da kendimizde aramalıyız..

En İyisi

Dağ tepesinde bir çam olamazsan

Vadide bir çalı ol; fakat

Dere kenarındaki en büyük çalı sen olmalısın;

Ağaç olamazsan çalı ol.

Çalı olamazsan bir ot parçası ol.

Bir yola neşe ver;

Bir mis çiçeği olamazsan bir saz ol,

Fakat gölün içindeki en canlı saz sen olmalısın.

Hepimiz kaptan olamayız, tayfa olmaya mecburuz,

Burada hepimiz için bir şeyler var.

Yapacak büyük işler var, küçük işler var.

Yapacağımız iş, bize yakın olan iştir.

Cadde olamazsan patika ol,

Güneş olamazsan yıldız ol.

Kazanmak veyahut kaybetmek ölçü ile değildir.

Sen her neysen onun en iyisi olmalısın.

At Ölür Meydan Kalır Yiğit Ölür Şan Kalır

Gümüşhaneli muhtarın kızının evi Erzincan depreminde yıkılınca, muhtar devletin deprem mağdurlarına vereceği evi almak için Erzinca'a kızının yanına gider.
Kızını alır, valilik binasına çıkarlar, öğlen arası olduğu için ellerinde evraklar beklemeye başlarlar.
Bu arada kot pantolonlu, yakası açık gömlekli biri gelir.
- "Amca buyur" der.
Muhtar derdini anlatır. Kot pantalonlu adam evrakları alır bir odaya gider, bir kaşe basar, diğer odaya gider başka bir evrak alır, doldurur, deftere kaydeder. En son kapısında "Valilik" yazan odaya girip çekmeceden bir mühür alarak kağıtlara mührü basar ve muhtardan da imzalamasını ister.
Muhtar, biraz da çekinerek,
- Yeğenim çok sağol ama vali bey sana kızmasın.
- Yok amca kızmaz.
- Sağ ol yavrum, adın nedir senin?
- Recep benim adım amca.
- Yoksa sen vali Recep Yazıcıoğlu musun?
- He ya..
Trabzonlu Recep Yazıcıoğlu, devletin değil, milletin hizmetkârıydı. Mekanı cennet olsun.

Serçe Ve Göçmen Kuşun Hikayesi

İhanetin adı göçmen bir kuşa verilmiş, Sadakatin adı ise bir serçeye.Göçmen kuş bütün bahar ve yaz boyunca Küçük köyün üstünde uçmuş serçeyle beraber.Küçük sinekleri, kurtları yemişler.Kış yağmurlarıyla şaha kalkmış derelerden su içmişler Masmavi gökyüzünde dans etmişler.Çiçek açan ağaçlara konup, papatya tarlalarında gezmişler... Birbirlerine söz vermiş kuşlar;Ayrılmayacağız diye.Ama kış gelmiş, Göçmen kuş adına yakışanı yapmaya kararlıymış,Serçe ise her zamanki gibi sadık Ama sevgi de yabana atılmaz bir gerçek.Ayrılık acı, ihanet kötüymüş serçe için Yaşamaksa önemli imiş göçmen için.O baharların tatlı eğlencesiymiş sadece Gel demiş serçeye benle beraber.Başka bir bahara uçalım Serçe ise burada bekleyelim demiş yeni baharı.Ama kış acımasızdır demiş göçmen, Yaşayamayız burada, aç kalır üşürüz
Serçe hayır demiş korunuruz kötülüklerinden kışın beraber
Göçmen inanmamış serçeye hayır demiş gidelim.
Serçe için gitmek nasıl bir ihanetse yaşadığı yere
Kalmakta aynı şekilde ihanetmiş sevgiliye.Ve karar vermiş sevgiyi seçmiş Uçacakmış yeni bir bahara...Göçmen ve serçe çıkmışlar yola,Ama serçe zayıfmış,onun kanatları uzun uçuşlar için değil.Dayanamayacakmış bu yola
Oysa göçmenin kanatları güçlüymüş.Çünkü o hep kaçarmış kışlardan Hep gidermiş zorluklarından kışın yeni baharlara.Bir fırtına yaklaşıyormuş. Göçmen hızlı gidiyormuş fırtınadan, yakalanmayacakmış Ama serçe iyice zayıf kalmış, yavaşlamaya başlamış.Göçmene duralım demiş artık.Biraz dinlenelim.Göçmen itiraz etmiş, fırtına demiş, ölürüz. Serçe çok fırtına görmüş, kurtuluruz demiş.Ama göçmen yürü demiş serçeye birazdan okyanuslara varacağız.Serçe sevgisine uymuş ve peşinden son bir gayretle gitmiş göçmenin.Birazdan varmışlar okyanusa Kurtuluşuymuş bu büyük deniz.Göçmen için çok iyi bilirmiş buraları Ama serçe ilk kez görüyormuş ve sanki.Gökyüzünden daha büyükmüş bu yeni mavi Serçe artık dayanamıyormuş,Son bir sevgi sesiyle seslenmiş göçmene artık gidemiyorum.... Göçmen serçeye bakmış,bakmış ve devam etmiş..Okyanus çok büyükmüş, serçe ise çok küçük

Serçenin sevgisi de çok büyükmüş ama göçmen çok küçük...
ve 
Mavi sularında okyanusun bir minik SADAKAT ...
Yeni bir baharın koynunda koca bir IHANET...

Erkekler Ağlamaz

“Erkekler ağlamaz!..”
“Erkekler korkmaz!..”
“Erkekler kız gibi gülmez!..”


Derken ortalık dul kadınlardan geçilmiyor Zira zavallı erkekler genç yaşta Hak’ın rahmetine kavuşuyorlar.Siz hiç kapı komşusuna sabah kahvesine gidip çekiştiren erkek gördünüz mü?Fare görünce bağıran ? “Bu ara sinirlerim zayıf” deyip habire ağlayan? Oysa onlarda kadınlarla aynı duygulara sahip olarak geliyorlar dünyaya.Lakin daha ilk gün ayaklarına mavi patik giydirmek suretiyle “Ağır ol bakalım!..” diyoruz. “Ne alakası var mavi patikle?” demeyin.Mavi soğuk ve ciddi bir renktir.Kime isterseniz sorun. Ve katiyen tesadüf değildir o patiklerin rengi.Düşünülmüş , taşınılmış, seçilmiştir.Ayağa giydirildiği anda kulağa şunlar fısıldanmış demektir : “Sen erkeksin.Erkek olmanın gerekleri vardır.Ömrünün sonuna kadar bunları yerine getirmekle yükümlüsün.Ömrünün süresi ise çatlama kat sayına bağlı. İçine ata ata ne kadar yaşayabilirsen artık. Bize sorarsan pek uzun süreceği kanaatinde değiliz. Dikkat edeceğin husus, en dramatik hallerde bile mavi patikli olduğunu unutmamaktır.”

Misal aşık oldun. Sakın belli etme. Bırak karşındaki yansın tutuşsun. Sen ağır ol molla desinler , yeter ki aşık demesinler.

Misal sevgilinden ayrıldın. Sakın ağlayıp sızlama. Yine bırak karşındaki yıkılıp sürünsün. Gözyaşı dediğin kadın kısmına yakışır. Zaten senin göz yaşı bezlerin mavi patik operasyonu ile alınmış bulunuyor.

Misal eve hırsız girdi. Karınla yataktasınız. tıkırtı duydunuz ya da hırsızla burun buruna geldiniz. Kim boğuşacak adamla ? Bak bakalım karının ayaklarına! Ne renk patikleri? Pembe. Ya hırsızınkiyle seninki ?Mavi. Kural , Mavililer boğuşacak Pembeliler bağıracak. herkes görevini bilsin.Taaa doğumhane kapısında yapıldı bu iş bölümü..

Misal, eşinle kavga ettin. Ne yapacaksın?Hiç. işine gidip hiç bir şey olmamış gibi çalışacaksın.”Ay İsmail çok sinirim bozuk, benimki sabah sabah anneme laf etti” diyemezsin. Karın o esnada telefonun başında bir sigara ve bir kahve eşliğinde arkadaşlarına seni çekiştiriyor olabilir.Olsun.Onun mazereti var , patikleri pembe.

Misal, evde aniden bir böcek peydahlandı. Kim gidecek üstüne ? Tabi ki sen. Zira karının gitmesi hiçbir işe yaramaz. Böcekler renk körü mü? Maviyi pembeyi ayıramaz mı? Ve sorarım sana, hangi böcek pembeden korkar? Tam tersine aşka gelip karının üstüne tırmanmaya bile kalkışabilir. Ama mavi…Bırrrrrrrrrr.

Misal, savaşa gidilecek. Kim gidecek? Tabi ki Mehmetçik.Sen hiç “Vatan saolsun” diye bağıran Ayşecik gördün mü?benim bildiğim Ayşecik kameranın arkasında “Size baba diyebilir miyim amca” diyordu ve hatırladığım kadarıyla omzunda tüfek falan da yoktu. Diyeceğim, Mavi patikli olmak zor…

Kadınları Anlamak

Oğlum bir hafta sonra evleniyor. Sorumluluk sahibi bir baba olarak ona öğüt vermem gerekiyor. Fakat bunu evde yapamam çünkü annesi ağız tadıyla öğüt vermeme izin vermez, sözü ağzımdan kapıp kendi devam eder. İş yerimden oğluma telefon açtım, “Akşam yemeğini dışarıda birlikte yiyelim.” dedim. Deniz kenarındaki bu şirin lokantada şimdi onu bekliyorum. Geliyor aslan parçası, yakışıklılığı da aynı ben. Yan masadaki kızlar gözleriyle oğlumu süzüyorlar. Bakmayın kızlar, onu kapan çoktan kaptı. Hoş beşten sonra konuya giriyorum.

Oğlum haftaya düğünün var, bir baba olarak sana bazı konularda yol yordam göstermem gerekiyor. Çocukluğunda suç işlediği zamanlardaki gibi birden bire kızardı. Kerata ne anlatacağımı zannettiyse!

-Baba ben yirmi altı yaşındayım, bazı şeyleri biliyorum artık.
-Ah senin o biliyorum zannettiğin konularda da çok bilmediğin çıkacak ama ben o konulardan bahsetmeyeceğim. Keşke konuşabilseydik ama henüz o kadar modern olamadım.

Rahat bir nefes aldı. Bu arada yemeklerimiz de geldi. Oğlumla şöyle keyif yaparak muhabbet edelim bakalım.

-Kaç dil biliyorsun oğlum sen?
-İngilizce, Fransızca, bir de Türkçe'yle üç dil oluyor.
-Bugün ben sana dördüncü dili öğreteceğim. Dilin adı Bükçe. Kadınlar tarafından kullanılır. Sen buna “kadın dili” de diyebilirsin.
Güldü. Güldüğü zaman benim yanağımdaki gibi küçük bir gamzesi var, o ortaya cıkıyor.
-Kadınların ayrı bir dili mi var?
-Tabii ki. Eğer kadın dilini bilirsen bir kadınla yaşamak dünyanın en büyük zevkidir, ama bu dili bilmezsen hayatın kararabilir. O yüzden bir kadınla mutlu olmak isteyen her erkek Bükçe'yi öğrenmeli.

İyi de niye Bükçe?
-Çünkü kadınlar konuşurken, genellikle söyleyecekleri sözü net söylemezler. Eğip bükerler; onun için dilin adını ;Bükçe” koydum.

-“Bükçe zor bir dil mi baba?” diye sordu gülerek.

-Bana bak, çok önemli bir konu ama eğleniyor gibisin, biraz ciddiye al. Bir kadınla mutlu olmak istiyorsan bu dili bilmen çok önemli. Çünkü kadınlar sözü bükerek bükçe konuşurlar sonra da senin sözün doğrusunu anlamanı beklerler. Felsefesini anlarsan kolay, anlamazsan zor. Mesela Çinli bir karın var, sen karına sürekli Fransızca "seni seviyorum” diyorsun ama karın hiç Fransızca anlamıyor. Fransızca "seni seviyorum” un onun için bir anlamı yoktur. Ona Çince seni seviyorum dediğinde seni anlayabilir.

-Tamam baba, haklısın ciddiyetle dinliyorum. Peki, sence kadınlar neden bizimle aynı dili konuşmuyorlar, söyleyeceklerini direkt söylemiyorlar ?

-Bence bir kaç sebebi var. Birincisi, duygusal oldukları için, hayır cevabı alıp kırılmaktan korktuklarından sözlerini de dolaylı söylüyorlar. İkincisi, kadınlar dünyaya annelikle donanımlı olarak gönderildikleri için onların iletişim yetenekleri çok güçlü.

-Bu konuda biz erkeklerden bir sıfır öndeler yani.

-Ne bir sıfırı oğlum, en az on sıfır öndeler. Düşünsene, henüz konuşmayan, küçük bir çocuğun bile yüz ifadesinden ne demek istediğini hemen anlıyorlar. İşin kötüsü kendileri leb demeden leblebiyi anladıkları için biz erkekleri de kendileri gibi zannediyorlar. Onun için leb deyip bekliyorlar. Hatta bazen, leb demek zorunda kaldıkları için bile kızarlar. "Niye leb demek zorunda kalıyorum da o düşünmüyor?” diye canları sıkılır.

-Biz de bazen Canan'la böyle sorunlar yaşıyoruz. “Niye düşünmedin?” diye kızıyor bana.

-Kızarlar oğlum, kızarlar. Kadınlar ince düşüncelidirler, detaycıdırlar, küçük şeyler gözlerinden hiç kaçmaz. Bizim de kendileri gibi düşünceli olmamızı beklerler, fakat erkekler onlar gibi değil. Biz bütüne odaklıyız, onlar detaya. Beyinlerimiz böyle çalışıyor.

-Ne olacak baba o zaman, yok mu bu işin çaresi?

-Var dedik ya oğlum, Bükçe'yi öğreneceksin, bunun için buradayız. Hazır mısın?

-Hazırım baba.

-Bükçe bol kelime kullanılan bir dildir. Biz erkeklerin on kelime ile anlattığı bir konu, Bükçe'de en az yüz kelime ile anlatılır. Dinlerken sabırlı olacaksın. Mesela karın o gün kendine elbise aldı, diyelim. Bunu sana “Bugün bir elbise aldım.” diye söylemez. Elbise almak için dışarı çıktığından başlar, kaç mağazaya gittiğinden, almak için kaç elbise denediğinden, indirimlerden, yolda gördüğü tanıdıklarından, alırken yaptığı pazarlıktan devam eder ve sana kocaman bir hikaye anlatır.

-Hikaye dili yani.

-Aynen öyle. Sen akıllı bir erkek olarak ona asla, “Hikaye anlatma, ana fikre gel, kısa kes.”
demeyeceksin. Böyle bir şey dediğinde bittin demektir. İster öyle de, istersen “seni sevmiyorum.” de. İki durumda da “seni sevmiyorum” demiş olacaksın.

-Ne alakası var baba “seni sevmiyorum” demekle “kısa anlat” demenin?

-Çok alakası var. Kadınlar dinlenmedikleri zaman sevilmediklerini düşünürler.

-Bu önemli. Bükçe'de dinlemek sevmektir diyorsun.

-Aynen öyle. Devam edelim. Bükçe ima dolu bir dildir. Kadınlar konuşurken bir şeyler ima etmeyi severler. Biz erkekler de imalı konuşuyoruz diye düşünürler ve gözlerimizle onlara ne demek istediğimizi çözmeye çalışırlar. Oysa erkeklerin ima yeteneği pek gelişmemiştir. Bizim kastımız söylediğimiz şeydir.

-Geçen hafta Canan bana “Bir kaç kilo daha versem gelinliğin içinde daha iyi duracağım.” dedi. Ben de “Böyle de iyisin.” dedim. Canı sıkıldı, bir kaç saat surat astı. ";Neyin var?” diye sordum. “Hiçbir şeyim yok.” dedi. Sence nerede hata yaptım?

-“Böyle de iyisin” derken o “de” ekini orda kullanmamalıydın. Canan bunu şöyle anlamıştır. “Böyle de fena sayılmazsın, eh işte, idare edersin ama tabi daha da iyi, daha da güzel olabilirsin.”

-Peki ne demem gerekiyordu?

-Şunu hiç unutma. Kadınlar kendileri ile ilgili, giysileri ile ilgili ya da aileleri ile ilgili bir soru soruyorlarsa, kesinlikle iltifat bekliyorlardır. Es kaza eleştirmeye kalkarsan yandın. Bunu hiç unutmazlar. O gün “Hayatım sen zaten Çok güzelsin, kilo vermeye falan bence ihtiyacın yok.” deseydin, günün zehir olmazdı. Mesela bir gün kucağına oturup “Ağır mıyım?” derse sakın ;Evet, biraz” falan deme “Hayır” de. Yoksa bir daha kucağına oturmaz.

-Yani diyorsun ki bir kadın her daim güzeldir, her giydiği yakışır ve her kadının annesi bir hanımefendi, babası da beyefendidir. Bana ne yaparlarsa yapsınlar.

-Aferin oğlum, çok hızlı anlıyorsun bana çekmişsin. Kadının, kendi anne babasıyla sorunu olsa, kendi eleştirir ama asla senin eleştirmeni kabul etmez. Bunu kendine hakaret olarak alır.

-Ve asla unutmazlar, değil mi?

-Aynen öyle. Yıllar once annene, annesi için “Biraz cimri.” demiştim. Hala “Sen benim annemi sevmezsin.” der ve annesi bize bir şey aldığında gözüme sokar, en çok göreceğim yere koyar.

-Hadi o konularda dilimi tutarım da, şu ima işini çözmek zor geldi.

-Zor gibi ama biraz gayret edersen çözersin. En önemlisi imaları anlayacaksın ama “Sen şunu mu demek istiyorsun?” diye asla yüzüne vurmayacaksın.

-Anladım. Anlayacaksın ama anladığını belli etmeyeceksin. Buna şöyle de diyebiliriz. O beni iğnelediğinde “Niye bana iğne batırıyorsun?” Diye sormayacağım, o iğneyi ben kendi kendime batırmışım gibi yapacağım.

-Güzel ifade ettin oğlum. Mesela dün öğlen annen beni aradı. “Akşama tok mu geleceksin?” diye sordu. Beni biliyorsun akşam yemeklerinde hep evdeyimdir. Kırk yılda bir dışarıda yerim onu da haber veririm. Tabi ben hemen anladım annenin ne demek istediğini. “Tok gel, yemekle uğraşmak istemiyorum” demek istiyor. Anladım ama tabi “Ne demek istiyorsun?” demedim.


-Bu Bükçe'de kısa konuşma yok mu baba?

-Var ama yerinde olsam hiç tercih etmezdim. Kadın konuşmuyorsa ya da kısa konuşuyorsa kesin ciddi bir sorun var demektir. Mesela baktın canı sıkkın, soruyorsun, “Neyin var?” diye. “Hiçbir şeyim yok.” diyorsa, aman bir şeyi yokmuş diye bırakma. Yoksa az sonra, çok ilgisiz olduğundan yakınarak, ağlamaya başlar.

-Bükçe'de “Hiçbir şey yok.” demek ";Çok şey var, benimle ilgilen.” demek oluyor, o zaman.

-Evet. Biz erkekler “Bir şey yok.” diyorsak ya gerçekten bir şey yoktur, sadece başımızı dinlemek istiyoruzdur ya da bir sey vardır ama; “Şu anda konuşacak bir şey yok.” diyoruzdur. Her ikisinde de konuşmak istemiyoruzdur. Ama kadınlar ilgiyi sevgi olarak gördükleri için "Bana değer veriyorsan, ilgilen ki anlatayım.” demek istiyordur. Çok nadiren gerçekten anlatmak istemiyor olabilir, o zaman da fazla üstüne varıp bunaltmayacaksın tabi.

-Bir arkadaşım da “Kadınların ‘Peki.' demesi tehlikelidir” demişti.

-Doğru. Bir kadının ağzından çıkan kuru bir 'peki', ‘olur', ‘tamam' her zaman tehlikelidir. Bu Bükçe'de “Şimdi tamam diyorum ama acısını daha sonra çıkaracağım.” demektir. Sana en kısa zamanda kesin bir ceza keser. Fakat pekinin yanında “Peki canım, olur hayatım” gibi bir hoşluk ekliyorsa korkmaya gerek yok.

-Zor bir dil baba.

-Yok yok gözün korkmasın, her yabancı dil gibi. İlk başlarda biraz çalışacaksın, pratik yapacaksın, bazen hatalar yapacaksın, dikkat edeceksin sonra otomatiğe bağlanırsın. Kolay yanı şu; senin bükçe konuşman gerekmiyor. Dili anlaman yeterli.

-Anlamak da pek kolay değil ama.

-Korkma, o kadar zor değil. En önemli kuralları ben sana öğretiyorum zaten. Devam edelim. Kadınlar istediklerini söylemek zorunda kalınca, düşünemediğimiz için biz erkeklere kızarlar ve konuşurken suçlayarak konuşurlar; fakat suçladıklarının farkında olmazlar. Sitem ediyoruz zannederler.

-Nasıl yani?

-Mesela, karın sana “Ne zamandır dışarı çıkmadık.” derse bunu suçlama olarak üstüne alma, canı seninle gezmek istiyordur, bunu sen düşünüp teklif etmediğin için kalbi kırılmıştır. Maksadı seni suçlamak değildir. “Daha geçenlerde gezmeye gittik.” gibi bir savunmaya girme. "Tamam canım haklısın, ben de istiyorum, en kısa zamanda gideriz.” de, konu kapanır. Tabi ilk fırsatta da sözünü yerine getirirsen iyi olur.

-Küçük ama önemli detaylar.

-Aynen öyle. Mesela karın “Üşüdüm.” diyorsa, "Üstünü kalın giy.” demeni ya da kombiyi açmanı değil, ona sarılmanı istiyordur.

-Keşke okullarda öğretselerdi biz erkeklere Bükçe'yi. Ne kadar erken başlasak o kadar çabuk kavrayabilirdik belki.

-Haklısın, aslında ben de sana öğretmek için geç kaldım. Neyse zararın neresinden dönülse kardır.

-Not mu alsaydım... Epeyce detayı varmış dilin.

-Sen bilirsin oğlum, unutacaksan al. Keşke ben de not alıp gelseydim. Umarım sana eksik öğretmem. Şimdi aklıma geldi. Kadınların en nefret ettiği sözcük “Fark etmez.”dir. “Fark etmez”i kadınlar “Hiç umurumda değil, ne yaparsan yap.” diye anlarlar.

-En değerli sözcük nedir?

-Sen bil bakalım.

-“Seni seviyorum.” herhalde.

-Evet, kadınlar “Seni seviyorum.” sözünü sık sık duymak isterler. Biz erkekler ";Söylemiştim, zaten biliyor.” diye bu konuda gaflete düşmemeliyiz.

-Bükçe sadece konuşma dili midir baba? Bunun bir de davranış dili var gibi geliyor bana.

-Zekan kesinlikle bana çekmiş. Ben de tam ona geliyordum. Davranışlar da çok önemli tabii. kadınlar küçük şeylere önem verirler. Akşam ona sarıl, televizyon izliyorsan sarılarak izle. Gündüz onu düşündüğünü ifade etmek için kısacık da olsa bir mesaj gönder, küçük sürprizler yap. O yemek hazırlarken ona yardım et, salata yap, çay demle.

-Akşam gelip sırt üstü yatmak yok yani.

-Gözünde büyütme. Sayınca çok şey gibi görünüyor ama aslında bunlar zaman alacak, zor ve masraflı şeyler değil. Sen bu küçük şeylere dikkat et, zaten karın sana paşa gibi davranır, seni yormaz. Bir erkek bu küçük şeylere dikkat etmezse zamanını karısıyla büyük kavgalar yaparak geçirir. Sevgiyle geçirmek varken niye kavgayla geçiresin ki? Kadınlar çok vericidir ama, eğer sen hep alıp hiç vermezsen, bir gün birden patlarlar. Küçük küçük alırlarsa, büyük büyük verirler.

-Tamam baba, bunlara dikkat edeceğim.

Garson yemek tabaklarını kaldırırken oğlumun telefonu çalmaya başladı. Belli ki nişanlısı arıyor, konuşmak için deniz kenarına doğru adımlamaya başladı. Az sonra geldi.

-Baba çok teşekkür ederim. Bükçe'yi anlamaya başladım. Canan aradı. “Salonun perdeleri ne renk olsun karar veremedim, yarın birlikte mi baksak?” dedi. Tam “Fark etmez, sen seç.” diyecektim ki bunu senin söylediğin gibi “Ev de perde de umurumda değil.” gibi anlayacağı aklıma geldi. “Tabii canım, istersen birlikte bakabiliriz ama ben senin zevkine güveniyorum, sen seç istersen.” dedim, çok mutlu oldu. Kendi seçecek.

-O zaten perdeyi çoktan seçmiştir de kadınlar illa yaptıklarını onaylatmak isterler. Birlikte de gitsen o seçtiği perdeyi almak isteyecektir. Biz erkekler onların ne demek istediklerini anlarsak, işlerden kolay sıyırırız.

-Baba tekrar teşekkür ederim. Bu iyiliğini hiç unutmayacağım. Bana Bükçe'yi öğretmeseydin halimi düşünmek bile istemiyorum.

Şanslısın oğlum. Benim seninki gibi bir babam yoktu. Bunları deneye yanıla öğrenmem yıllarımı aldı. Sen yine iyisin, hazıra kondun. Güle güle kullan, isteyene de öğret, herkes de güle güle kullansın. Kullansınlar ki yüzleri gülsün.
. . . . . . . . . . . .
_""Yazı biraz uzun, ama okumaya değer değil mi? ;))""

Melek

Doğacak bebek, doğumdan bir gün önce Allah ile görüşür:

-Allah'ım dünyaya gideceğim ve orada ne yapacağımı bilmiyorum.

-Ben senin için bir melek yarattım o seninle ilgilenecek.

-Allah'ım onların dilini bilmiyorum. Onlarla nasıl anlaşacağım, nasıl iletişim kuracağım?

-Senin için yarattığım melek, sana onların dilini öğretecektir.

-Allah'ım duyduğum kadarıyla dünyada çok kötülükler varmış. Onlarla nasıl başa çıkacağımı bilemiyorum.

-Senin için yarattığım melek, seni canı pahasına kötülüklerden koruyacaktır. Merak etme.

-Allah'ım sana tekrar nasıl döneceğim?

-Senin için yarattığım melek, bana nasıl döneceğini sana anlatacaktır.

Derken melekler gelir ve dünyaya gitme zamanı geldiğini söylerler. Allah'ın huzurundan götürürlerken, bebek tekrar sorar:

-Allah'ım benim için yarattığın meleğin adı nedir?

-Adının önemi yok ama sen ona ANNE diyeceksin."

Arkadaş

Savaşın en kanlı günlerinden biri.Asker en iyi arkadaşının az ileride kanlar içinde yere düştüğünü gördü.İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar.Asker teğmene koştu ve

"Teğmenim,fırlayıp arkadaşımı alıp gelebilirmiyim?"

"Delirdin mi?"der gibi baktı teğmen...

"Gitmeye değer mi?Arkadaşın delik deşik olmuş.Büyük ihtimalle ölmüştür bile.Kendi hayatini da tehlikeye atma sakin".Asker ısraretti ve teğmen "Peki"dedi."Git o zaman".

İnanılması güç bir şey oldu.Asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı.Onu sırtına aldı ve koşa koşa döndü.Birlikte siperin içine yuvarlandılar.teğmen,kanlar içindeki askeri muayene etti.Sonra onu sipere taşıyan arkadaşına döndü:

"Sana hayatini tehlikeye atmana değmez demiştim.Bu zaten ölmüş."

"Değdi tegmenim" dedi asker.

"Nasıl değdi?"dedi teğmen..

"Yinede değdi komutanım.Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı.Onun son sözlerini duymak dünyaya bedeldi benim için"

Ve arkadaşının son sözlerini hıçkırarak tekrarladı:

"Geleceğini biliyordum" demisti arkadaşı.Geleceğini biliyordum.....

Senide Attaya Götürürler

Filmleri izleye izleye uzmanlaşan bir arkada­şım, "Ben her şeyin püf noktasını kavradım. Ha­yatta öyle işler yapacağım ki hiç kimse bir ipucu bulamayacak ve beni asla yakalayamayacak. Her defasında bir fırıldak çevirip kurtulmayı başaraca­ğım." dedi. Ona dedim ki: "Senin gibi fırıldakçı birisi varmış. Her zaman da bir yolunu bulup kurtulurmuş." Bir gün rüyasında kendisine, "Artık saklanılmayacaksın. Azrail'in elinden kurtuluş yok..." demişler. O da düşünmüş taşınmış bir ça­re bulmuş. Kendi kendine: "Giderim inşaatımın başına, çocuk numarası yapar evcilik oynarım. Beni çocuk diye kimse tanımaz!" demiş. Tam in­şaatının bulunduğu yerdeki kumlarla oynamaya başlamış ki, arkasında birisi belirmiş ve "Sen bu­rada ne yapıyorsun?" diye sormuş. O da, "İşte gördüğün gibi evcilik oynuyorum. Peki öyleyse çocuk!" demiş. "Gel benimle... Haydi attaya gi­deceğiz!" Meğer gelen Azrail imiş... Ona, "Şim­di dersini aldın mı? Allah'ın mülkünden nereye kaçacaksın?" dedim. İnşallah dersini almıştır.

Bela Ona Gelecek

Adamın birisi Hz. Musa'ya (a.s) gelerek:

- Ya Musa, ne olur dua et de hayvanların dilinden anlayayım. Bundan kendime dersler çıkarır, iyi insan olurum, dedi.

Hz. Musa (a.s):

- Git işine bak, bu halin senin için daha hayırlıdır, kaldıra­mayacağın bir yükün altına girmeye çalışma, diye cevap ver­di.

Fakat adam dinlemedi, sürekli ısrar etti.

- Ya Musa, ne olur, hiç değilse kapımdaki köpekle horo­zun dilinden anlayayım, diyordu.

Sonunda Hz. Musa dua etti ve adam sevinerek evine git­ti. Ertesi sabah, hizmetçisi sofrayı kurarken bir parça ekmek fırlayıp düştü. Horoz koşup hemen kaptı. Köpek:

- Be horoz, yaptığın doğru mu? Sen buğday da, arpa da yiyebilirsin. Bense ekmekten başka bir şey yiyemiyorum. Ne için benim rızkımı kapıyorsun" diyerek horoza kızdı. Horoz:

- Haklısın ama tasalanma, yarın bizim efendinin eşeği ölecek, sen de böylece karnım bir güzel doyurursun, dedi.

Adam bunu düyunca hemen eşeğini pazara götürüp sat­tı. Ertesi gün, ne konuşacaklar diye köpekle horozun yanma geldi. Köpek horoza sitem ediyor:

- Hani eşek ölecekti, ben de karnımı doyuracaktım, diyordu. Horoz:

- Eşek öldü ama başka yerde öldü. Fakat hiç merak etme, yarın at ölecek, o zaman daha büyük bir ziyafete konacak­sın, dedi.

Adam hemen atım da sattı. Hayvanların dilini anlayabil­menin onun için çok karlı olduğunu düşünüyordu. Ertesi gün yine köpekle horozu dinlemeye gitti. Köpek yine horoza si­tem ediyor, yalan söylemeye başladığından şüpheleniyordu. Horoz:

-Ben yalan söylemedim. At ölecekti, sahibimiz sattı. Fa­kat sen merak etme, yarın sahibimizin en çok değer verdiği kölesi ölecek, o zaman onun hayrına yemekler helvalar ve­rilecek, hepimiz doyacağız, dedi.

Bunu duyan adam hiç beklemeden kölesini de sattı. Erte­si gün yine aynı konuşmalara kulak kabartmak için gitti. Bu sefer köpek çok kızgındı. Günlerdir yalanlarla avutulduğunu söylüyordu. Horoz:

-Ben yalancı değilim ve yalan söylemem, diye itiraz etti. Köle de öldü, ama başka yerde... Çünkü sahibimiz onu da sattı. Fakat hiç iyi etmedi. Zira ilkin kaza eşeğe gelecekti, böylece sahibimiz kaza ve beladan kurtulacaktı. Onu sattı, ata geldi. Atı sattı, köleye geldi. Köleyi de sattı, şimdi bela kendisine gelecek. Sıra onda, yarın sahibimiz ölecek, böyle­ce hepimiz doyacağız, dedi.

Bunu duyan adam akılsız basını dövmeye başladı, ancak iş işten geçmişti.

insanlar başlarıma gelen istemedikleri bir şeyi hayra yormalı, onun daha büyük bir belayı def ettiğim, belala­ra kalkan olduğunu düşünmelidirler. Evet, perdenin ar-kasında neler olduğu ve hadiselerin hikmeti her zaman bilinemeyebilir. Hayır görünende şer, şer görünende hayır olabilir, insan sık sık sadaka vererek belaları def etme­lidir. Her şeyin sadakası vardır. Servetin, ilmin, iyi niye­tin, sıhhatin, kuvvetin, zamanın...

Üçgenmi Dörtgenmi

Gene bir gün Bermuda Üçgeni'nden bahsediyorduk. Bir öğretmen arkadaşımız bir hatırasını anlattı:

Ders bitmiş zilin çalmasına az kalmıştı bir talebe par­mak kaldırıp:

- Hocam, Bermuda Şeytan Üçgeni hakkında bilgi verir misiniz? Çok merak ediyorum, dedi. Ben de tahtaya kalkıp bir üçgen sekli çizdikten sonra dikkatle beni dinleyen talebe­lere dedim ki:

-Herhangi bir münasebetle sîzin Amerika'ya gitme ih­timaliniz kaçta kaçtır?

-Binde bir dîye cevap verdiler. Tekrar sordum:

-Diyelim Amerika'ya gittiniz. Bermuda'ya uğramanız ihtimali ne kadar?

-Binde bir dediler. Bunun üzerine dedim ki:

Bermuda'ya gitseniz bile, şeytan üçgeninden geçer­ken bindiğiniz vasıtanın esrarengiz şekilde kaybolma ihtima­li kaçta kaç olabilir?

-Binde belki de milyonda bir, diye cevap verdiler.

Bu sefer ben tahtaya kalkıp bir dikdörtgen çizdim ve merakla bana bakan öğrencilerime dedim ki:

-İşte bu 'kabir dikdörtgeni'. Buna binde binbir katiyetle gireceksiniz. Sizi milyarda bir ilgilendirmeyen şeytan üçgeni­ne bu kadar merak duyuyorsunuz da, niye aksine tek bir ih­timal olmayan bir katiyetle binde bir milyar sizi alâkadar eden bu 'kabir dikdörtgeni' hakkında merak duymuyorsu­nuz? Ölümü öldürüp, kabir kapısını kapayamayacağımıza göre ona karşı hazırlıklı olmanız gerekmez mi?

İbrahim Edhemin Haham Parası

İbrahim Edhem Hazretleri bir gün hamama girmek İstemiş. Ha­mamcıya :

—Param yok, hamama girmeme müsaade etmez misiniz? demişti.

Hamamcı parasız hamama girilmez diyerek hamama sokmadı, İbrahim Edhem Hazretleri ısrar etti ise de hamamcı kabul etmedi. Boynu bükük olarak hamamdan ayrılan İbrahim Edhem Hazretleri, öyle bir bağırış bağırdı ki yer gök çın çın öttü... Bu sesi duyan halk, ağlamak­ta olan İbrahim Edhem Hazretlerinin başına toplanıp :

—Bu kadar feryada hacet yok, hamam parasını biz verelim de ağlama!, dediler.

İbrahim Edhem Hazretleri toplanan kalabalığa şöyle seslendi :

—Ey ehalî! Siz, benim hamama giremediğim İçin mi ağladığımı sanıyorsunuz? Ben hamama giremediğim için ağlamıyorum. Ben dün­yada iken parasız hamama bile sokmuyorlar... Ya ahirette de senin cen­nete girecek bir amelîn yok diye kapıdan geri çevrilirsem benim halim ne olur? diye ağlıyorum... Çünkü salih amelî olup oraya girmeyi hak etmeyenleri içeri sokmayacaklar, buyurdu.

Sakanın Eşeği

Fakir bir saka, o sakanın da bir eşeği vardı. Zayıf za­vallı bir eşekti, sırtında yüzlerce yara vardı. Değil arpa ot bile bulamıyordu.

Padişahın atlarının bakıcısı bu sakayı tanıyordu. Onun­la eskilere dayanan bir ahbaplığı vardı. Bir gün sakaya rastladı:

"Bu zavallı eşeğin hâli ne böyle, nerdeyse zayıflıktan ölecek." dedi. Saka yana yakıla anlattı:

"Sevgili dost biliyorsun ki ben fakir bir insanım o se­bepten bu zavallı hayvana bakamıyorum." dedi.

Padişahın ahır başı:

"Sen bu hayvanı bana ver birkaç gün padişahın ahırı­na bağlayayım ona padişahın atlarının yeminden vereyim, biraz düzelsin." dedi.

Saka eşeği seve seve verdi. Eşeği alıp padişahın ahırı­na getirdiler. Eşek ahırdaki temizliği bakımı atların hâlini görünce:

"Yarabbi, dedi. Bu nasıl iş bu atlar senin yaratığın da ben senin yarattığın değil miyim benim halime bak, bun­ların durumuna bak, böyle olur mu?"

Aradan birkaç gün geçmeden savaş çıktı. Ahırlardaki atları çekip eğerlediler. Savaş alanına yolladılar. Günlerce süren savaştan sonra atlar döndüğünde her birinin vücu­dunda yüzlerce yara vardı birçok ok ucu hâlâ vücutların­da duruyordu.

Atların ayakları bağlandı cerrahlar geldiler, başladılar atların orasını burasını yararak, ok parçalarını, mızrak uçla­rını çıkarmaya. Bunu gören eşek, daha önce düşündükle­rinden, söylediklerinden bin pişman oldu. Haline şükretti.

Sarhoş Komşu

İma-ı Azam Hazretlerinin genç bir komşusu vardı. Her gece evine içkili gelir, çıkardığı gürültü ile imamı çok rahatsız ederdi. İmam, gençten hiç şikayetçi olmaz, komşusunun haline tahammül ederdi. Bir gün başkalarının şikayetinden olsa gerek genci hapse attılar. Ertesi gece gencin sesini duymayan Ebu Hanife (r.a.) şaşırdı ve:

-Genç komşumuzun sesleri niçin kulağımıza gelmiyor? Diye sordu.

-Efendim, o sarhoşu vali hapse attırdı, dediler. Ertesi sabah doğruca valinin konağına gitti. Talebeleri, hocamız herhalde valiye teşekkür edecek, diye düşünüyordu. Vali, onu görür görmez ayağa fırladı. Hürmet etti ve:

-Ya imam! Teşrifinizin sebebini lütfen söyle misiniz? Dedi. O da, komşusu olan gencin serbest bırakılmasını rica etti. Vali:

-Efendim böyle ehemmiyetsiz mesele için niye zahmet ettiniz? Haber gönderseydiniz emrinizi derhal yerine getirilirdi, cevabını verdi.

Delikanlı serbest bırakıldı. İmamla karşılaştıklarında oldukça mahcuptu. Kendisini bizzat çok rahatsız etmişti. Ebu Hanife:

-Bak biz seni unutmuyoruz, sözleriyle iltifat buyurdu.

Genç kısa zaman sonra tevbe etti ve İmam’ın talebeleri arasına katıldı.

Onlar kimseyi itmiyor, kınamıyor, suçlamıyor, belki sadece kendine zulmeden zavallılara acıyor ve yardım etmeye çalışıyorlardı. Başkası ne yarsa yapsın, onlar kendilerine düşeni yapıyordu.

Dili Koparılan Anne

Ali yaramazdı. Ama iş yaramazlıkla kalmıyor, komşu­larına zarar da veriyordu. Biraz büyüyünce hırsızlığa da başlamıştı. İşin kötüsü bu yaptıklarına annesi kızmıyor, hatta teşvik ediyordu.

Önce bir yumurta çalıp getirdi Ali. Annesi sevinerek başını okşadı:

— Aferin oğluma, artık çalışıyor, dedi. Bundan cesa­retlenen Ali, ertesi gün bir tavuk getirdi. Annesi yine se­vindi. Derken bir koyun getirdi. Ve büyüdükçe, büyük hırsızlıklar yapmaya, karşı koyanları da öldürmeye baş­ladı. Bir cani, bir katil olup çıktı.

Bir gün saklandığı bodrumda polislerin eline geçti. Karşı koydu, ateş açtı, ama yakalandı. Kollarına kelepçe­yi vurdukları gibi karakola götürdüler. Yazdılar, çizdiler. Sonra hâkim karşısına çıkardılar.

Sorgulamada bir sürü suç işlediği anlaşılıp idama mahkûm edildi. Hırsız, uğursuz Ali asılacaktı.

Bir sabah idam sehpasının altına götürdüler onu. Âdetti, idam mahkûmlarına son isteklerinin ne olduğu sorulurdu.

Ali'ye de soruldu:

— Son bir isteğin var mı?..

— Var, dedi Ali. Şu kenarda ağlayıp sızlayan kadın be­nim annemdir. Buraya getirin. Annemi dilinin ucundan öpmek istiyorum. Çocukluğumda onu hep böyle Öper­dim. O günleri tekrar yaşamak İstiyorum.

izin verildi. Hırsız Ali'nin annesi getirildi.

Ağlıyordu. Hem de hüngür hüngür ağlıyor, görevlilere oğlunu şerbet bırakmaları için yalvarıyordu. Tabii bu mümkün değildi. Ali suçluydu ve suçunun karşılığı idamdı. Cezasını çekecekti.

Ali annesine sokuldu. Onunla kucaklaştı. Çocuklu­ğunda yaptığı gibi şimdi de dilinden öpmek istediğini söyledi.

Annesi dilini çıkarıp uzattı. Ali annesinin dilini öyle bir ısırma ısırdı ki yansı kopup ağzında kaldı, yere tükürdü. Annesi cıyak cıyak bağırırken etraftan yetişenler

— Bunu niçin yaptın?., diye sordular Ali'ye. Sen ne uğursuz evlatsın! Hiç annenin dili koparılır mı?

Hırsız Ali sakin sakin konuştu:

— Böyle anne olursa koparılır. İdamıma sebep onun bu dilidir. Çocukluğumda yaptığım ufak-tefek hırsızlıkla­rı hoş görüp sözleriyle beni teşvik etmeseydi şu idam sehpası altında bulunmayacaktım.

— Haklı konuştu, dediler.

Zayıflar Kötülerle Görüşmesin

Adam Hazret-i Mevlânâ'yı dinliyormuş.

— Senin yanında iyi ile kötü, eğri ile doğru bir olma­malıdır. Sen düzgünün yanında, bozuğun da karşısında olmalısın!

Bunları dinledikten sonra doğruluğunu teyid ma­kamında başını sallayarak çıkıp gitmiş.

Ne var ki bir gün Mevlânâ'yı eğri bildiği birinin yanında görmüş, candan sohbet ediyormuş kötü ile. Beklemiş, kalkıp da uzaklaşırken yaklaşmış.

— Sen, demiş, doğrunun yanında, eğrinin de karşı­sında olunmalı, dememiş miydin?

— Evet, demiştim.

— Öyle ise işin ne bu kötü adamın yanında? Niçin onunla senli benli oluyorsun? Tatlı tatlı sohbet ediyor­sun?

Mevlânâ:

— Ben, demiş, yetmiş iki buçuk milletle berabe­rim!

Bu söze büsbütün zıvanadan çıkan adam:

— Zaten demiş, sizin gibilerdir bizim ahlâkımızı bozanlar. Kürsüde öyle konuşuyorsunuz, sokakta da böyle hareket ediyorsunuz.

Mevlânâ tebessüm ederek cevap vermiş:

— İşte bu sözünle de beraberim!

Adam süt köpüğü gibi sakinleşmiş.

Olayı geriden seyreden bir Mevlânâ dostu, yaklaşmış, adamın yakasından tutup beriye çekerek konuşmuş.

— Sen, demiş, Mevlânâ'yı anlamıyorsun. Mevlânâ'nın söylediği doğrudur. Senin gibileri hep doğrularla konuş­malı, eğrilere yaklaşmamalıdır. Zira sonra sen de eğrilir-sin. Ama Mevlânâ için böyle bir tehlike yoktur. O hangi eğrinin yanına varırsa, mutlaka ona bir doğruluk ilham eder, ondan asla eğrilik almaz...

Aklı başına gelen adam koşarak Mevlânâ1 nın arka­sından erişip özür dilemiş.

— Seni yanlış anlamışım, özür dilerim, kusuruma bakmayın.

Mevlânâ yine mütebessim, aynı cevabı vermiş:

— Bu sözünle de beraberim!

Mümininde Rızkını Allah Verir Münkirinde

İbrahim (as)’a Mecusinin biri misafir olmak istemişti. İbrahim (as) ona: “Müslüman olursan misafir ederim” deyince, adam bırakıp gitti. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, Hz. İbrahim’e şu vahyi indirdi:

-Neden onu misafir etmek için dinini değiştirmesini şart koştun ey İbrahim? Bana bakmadın mı? 70 senedir beni tanımadığı halde ben ona rızkını veriyorum. Sen onu misafir etsen, hakkında hayırlı olurdu.”

Hz. İbrahim bu ilahi emri alınca derhal adamın peşine düştü. Onu bulup evine getirdi ve misafir etti. Mecusi:

-Nasıl oldu bu iş, önce misafir etmek istemedin, sonra da misafir etmek için can attın…” diye sorunca İbrahim (as) durumu anlattı. Mecusi bu sözden çok duygulandı.

-Allahu Teala benim hakkımda böyle mi muamele etti? Benim yüzümden sana ikazda mı bulundu? O halde bana dinini öğret, ben de Müslüman olacağım” dedi.

Ayaklarıyla Ameliyat Yapan Cerrah

"Üstesinden gelinmesi gereken zorluklar ol­masaydı, insanoğlu en büyük zenginliği olan basanlarından tad alma duygusunu yitirir­di. Derin ve karanlık vadiler olmasaydı, dağ­ların doruktan o kadar güzel olmazdı. (Helen Keller)

Francisco Bucio'nun bir cerrah olmaktan daha fazla istediği bir şey yoktu. Yirmi yedi yaşına geldiğinde bu düşü ger­çekleştirmede epey yol almıştı. Yeteneğiyle Mexico Şehir Hastanesi Plastik Cerrahi Bölümü'nde haklı bir yer edinmişti ve bir kaç yıl içinde kendi özel muayenehanesini açabilecekti.

Ancak tarihler 19 Eylül 1985'i gösterdiğinde Francisco'nun dünyası başına yıkıldı. 8,1 şiddetinde tarihin en büyük depremlerinden biri 4200'den fazla insanın hayatına mâl oldu. Depremin insan­ların düşlerinde yol açtığı yıkım ise ölçülemezdi. Sarsıntılar başladığında Francisco beşinci kattaki odasındaydı. Deprem sona erdiğinde ise zemin katında tonlarca yıkıntının altında kalmıştı.

Zifiri karanlık içinde oda arkadaşının can çekişme sesleri­ni duyuyordu. Bu arada, ameliyatlar yaptığı sağ elinin büyük bir çelik direğin altında kaldığının farkına vardı. Acı içinde, çılgıncasına elini kurtarmaya çalıştı. Bunu başaramayınca paniğe kapıldı. Kan dolaşımını sağlayamazsa elinin kangren olacağını ve kesileceğini bir doktor olarak biliyordu.

Şuur ve şuursuzluk arasında saatlerce gidip gelen Fran­cisco, giderek zayıf düşüyordu. Ancak dışarıda Bucio ailesinin olağanüstü bir gayreti vardı. Francisco'nun babası ve altı erkek kardeşi, el arabaları ve küreklerle molozu kaldırmak için deli gibi uğraşan gönüllülerin arasına katıldılar. Ailesi umudunu hiç yitirmedi. Dört gün sonra Francisco'ya erişebildiler.

Bölgedeki profesyonel kurtarma ekipleri Francisco'yu çıkarmak için elini kesmek gerektiğini söylediler. Francis­co'nun iyi bir cerrah olma düşünü bilen ailesi, bunu kabul etmedi. Bu yüzden kurtarma ekibi Francisco'nun eline düşen direği kaldırmak için fazladan üç saatlerini harcadılar. Çıkar­dıkları gibi onu bir hastaneye yetiştirdiler.

Bu elim hadiseyi izleyen aylar boyunca, Meksika halkı başkentlerini, Francisco Bucio ise büyük hayalini yeniden kurmak için çalıştı.

İlk adım Francisco'nun ezilen elini kurtarmak için cer­rahların yaptığı on sekiz saatlik ameliyat oldu. Ancak günler geçtikçe Francisco'nun umudu azalıyordu. Parmaklarındaki sinirler yenilenmeyince doktorlar başparmağı dışındaki dört parmağını da kestiler. Artık Francisco kararını sağ elinin geride kalanını kurtarmak olarak değiştirmişti. Ertesi birkaç ay içinde beş ameliyat daha geçirdi. Ancak elini hâlâ kullana­mıyordu. Sağ eli olmadan hastalarını nasıl ameliyat edebilirdi? Francisco yeni çareler arayışına girdi.

Bu arayış onu San Francisco Davies Hastanesi'nde Mikrocerrahi Başkanı Dr. Harry Buncke'ye götürdü. Dr. Buncke eldeki kesik parmakların yerine ayak parmaklarını naklederek cerrahide yeni bir çığır açmıştı. Francisco, Dr. Buncke'nin kendisi için son umut olabileceğini anlamıştı. Ameliyat başarılı olursa işin geri kalanını halledeceğine kendi kendine söz verdi.

Doktor Buncke ameliyatla Francisco'nün iki ayak par­mağını alıp yüzük ve serçe parmağı olarak eline monte etti. Bir süre sonra, Francisco sıkı çalışma sonucunda üç parma­ğıyla nesneleri tutabilir duruma geldi. Böylece düğmelerini ilik­lemek gibi kolay işleri becermeye başladı. Bu zorlu ameliyatın ağır etkisini üzerinden attıktan sonra, Francisco bütün gücünü yoğun bir terapi ve egzersiz programına verdi, iğne deliğinden iplik geçirebilmek için saatlerce acı içinde uğraştı. Daha sonra adını okunaklı bir şekilde yazmaya çabaladı. Dr. Buncke, ona şöyle demişti. "El kendini ihtiyaçlara göre ayarlayan bir ya­pıdır, ihtiyaç büyükse el becerisi de artar."

Elinin eskisi gibi iş görebilmesi için aylarca süren çalış­madan sonra Francisco, Mexico City'ye geri döndü ve has­tanede belirli vak'alarla sınırlı olmak üzere doktorluğu sür­dürdü. Hâlâ olimpiyatlara hazırlanan bir atlet gibi çalışıyordu. Kondisyon sağlamak için yüzüyor, elini güçlendirmek için her gün binlerce düğüm atıp çözüyor, kumaşlar üzerinde dikiş çalışması yapıyor, yiyecekleri ufak parçalara doğruyor ve yeni parmaklan arasında lastik toplar döndürüyordu.

Başlangıçta en kolay işler bile eline yakışmıyor ve yorucu geliyordu. Ancak Francisco her işi hakkını vererek yapana kadar inat ediyordu. İki elini de kullanabilen biri olmak İçin sol elini de çalıştırıyordu.

Ve Francisco'nün büyük bir imtihan vermesi gereken gün geldi çattı. Bir operatör doktor, Francisco'nün yaralan temiz­leme ve kapatmaktan, ben almak gibi kolay ameliyatlara doğru gelişme gösterdiğini gözlemlemişti. Burnu kırılmış bir adamın ameliyatına Francisco'nun da katılmasını istedi. Ame­liyat son derece hassasiyet istiyordu ve Francisco, yalnızca araç-gereci doktora verme görevini üstleneceğini sanıyordu. Ameliyatta doktor, hastanın burnunda kullanmak üzere kabur­gasından kıkırdak almaya hazırlanıyordu ki Francisco'ya dön­dü ve kıkırdağı onun almasını istedi.

Francisco, bu hadisenin onun için bir dönüm noktası olduğunu biliyordu. Bu işi başarırsa cerrahlığa dönebilecekti. Herhangi bir terslik ise onu yıkıma uğratacaktı. Cesaretini ellerinde toplayıp kıkırdağı özenle yerinden aldı. Başka bir cer­rahın on dakikada yapabileceği bir işi Francisco bir saatte yapmıştı. Ama bu bir saat, tam bir zafer gösterisiydi.

Bugün, Francisco Bucio yüksek saygınlığı olan bir plastik cerrah. Tijuana'da iki ayrı yerde vazife yapıyor ve uzmanlık dalının ihtiva ettiği bütün ameliyatlara girebiliyor. Ayrıca fakir ailelerin çocukları için ücretsiz ameliyatlar gerçekleştiriyor. "Ben altı ameliyat geçirdim," diyor. "Kendimi onların yerine koyabiliyorum. Korkmanın ne demek olduğunu biliyorum."

Kimileri onu sevdiklerinden, "ayaklarıyla ameliyat yapan cerrah" diye takılıyorlar. Francisco bunlara aldırmıyor. Yü­zünde bir gülümseme ile şöyle cevap veriyor: "Elim güzel görünmeyebilir ama gayet İyi çalışıyor. Bu mucize, en çok sevdiğim işi yapmamı sağladı. Şimdi, kendi mucizelerine ihti­yacı olanlara bir şeyleri geri veriyorum."

Hepimiz, hayatımızda şu ya da bu biçimde engellerle, zorluklarla daha doğrusu deği­şik imtihanlarla karşılaşırız. Ancak inancı, azmi, iradeyi, sabrı ve derin bir tutkuyu mo­tor gibi kullanırsak yanlış geldiğimiz yol­dan geri dönebilir ve hayallerimize giden yolda adım adım başarıyla ilerleyebiliriz.

Güzellik Kalıcıdır Acı Geçici

"Büyük şeyler meydana getirmek için acı ve ıstırap çekmek gereklidir." (Antonlo Fogozzias)

Fransız resim sanatının önemli simalarından Henri Matisse (1869-1954), Auguste Renoir'dan (1841-1919) yaklaşık 28 yaş daha genç olmasına karşın, iki ünlü ressam iyi arka­daşlardı ve sık sık görüşürlerdi.

Hayatının sonlarına doğru Güney Fransa'da bir köye yerleşen Renoir, son on yılında evinden çıkamazken Matisse onu her gün ziyaret etti. Romatizma nedeniyle neredeyse hiç hareket edemeyen Renoir parmaklarını dahi hareket ettiremiyordu.

Fakat bu ağır hastalığına karşın fırçayı eline bağlayarak resim yapmaya çalışıyordu.

Bir gün Matisse, yaşlı ressamın her fırça darbesinde duy­duğu büyük ıstırapla mücadele ederek stüdyosunda çalışmasını seyrederken dayanamayıp sordu: "Auguste, romatizmadan kıvrandığın, bu kadar acı çektiğin halde neden resim yapmayı sürdürüyorsun?"

Renoir yalnızca, "Güzellik kalıcıdır, acı ise geçici..." cevabını verdi.

Böylece Renoir neredeyse öldüğü güne kadar tuvalinde çalışmaya devam etti. En ünlü resimlerinden biri olan "Yıkananlar" tablosunu ölmeden yalnızca iki yıl önce, hastalığa yakalandıktan on dört yıl sonra tamamladı.

Marangozun Pişmanlığı

"Yapabileceğinden daha fazlasını yapamayacak biç kimse yoktur." (Henry Ford)

Yaşlı bir marangozun emeklilik çağı gelmişti. Yanında çalıştığı müteahhite; yapmış olduğu ahşap ev inşa işini bırak­mak, eşi ve çocukları ile birlikte daha rahat, daha huzurlu bir hayat sürme isteğinden bahsetti.
Müteahhit, yıllardır birlikte çalıştığı emektar marangozu­nun işi bırakma isteğine oldukça üzüldü. Fakat ondan, kendine bir iyilik olarak, son bir ev daha yapmasını rica etti.
Marangoz, bu son olsun diye istemeye istemeye teklifi kabul etti ve işe girişti. Ne var ki gönlünün yaptığı işte olma­dığı her halinden belliydi. Bundan dolayı baştan savma bir işçilik yaptı ve kalitesiz malzeme kullandı. Ömrünü verdiği mesleğine böyle bir eserle son vermek ne büyük talihsizlikti!..
Marangoz, ev bittiğinde müteahhite teslim etmek üzere kendisini çağırttı, işveren, evi gözden geçirmek için geldi. Şöyle bir baktıktan sonra dış kapının anahtarını marangoza uzattı.
"Bu ev senin." dedi, "Yıllardır süren emeklerinin karşılığı sana benden hediye." Marangoz şoka girdi. Ne kadar utan­mıştı! Keşke yaptığı evin kendi evi olduğunu bilseydi! O za­man onu böyle yapar mıydı!
Unutmayın! Herkes kendi hayatının maran­gozudur. Herkes gün be gün kendi hayatını inşa eder; bir çivi çakarak, bir tahta koyarak veya duvar dikerek... Evet bugün aldığınız kararlar, ortaya koyduğunuz davranışlar, sarfettiğiniz sözler, yaptığınız tercihler yarın yaşayacağınız evin malzemeleridir. Elinizden gelenin azını değil, fazlasını yapın ki o evin içinde uzun yıllar huzurla yaşayabilesiniz.

Padişahın İşi Ne

Sultan Murad Han o gün bir hoştu. Telaşlı gö­rünmekteydi. Neşeli deseniz değil; üzüntülü deseniz hiç değil. İçinden çıkılmaz bir ıstırap kaplamıştı yü­zünü .

Sadrazam Siyavuş Paşa:

- Hayrola hünkarım, canınızı sıkan bir şey mi ola? diye sormaktan kendini alamadı.

Bu soru Sultana bir kurtuluş gibi geldi ve içini dökmek istedi sırdaşına:

- Akşam garip bir rüya gördüm lala.

- Hayırdır inşallah Sultanım!...

- Hayır mı, şer mi öğreneceğiz.

- Nasıl yani?!...

- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.

Ve iki molla kılığında çıktılar yola. Padişah hâlâ gördüğü rüyanın etkisi altındaydı ve gideceği yeri iyi bilmekteydi. Seri, kararlı adımlarla Bayezit'e çıktı, sonra Vefa'ya döndü. Zeyrek'ten aşağılara salındı. Unkapanı civarında soluklanıp; etrafına dikkatle ba­kındı. Sanki bir adres, bir kişi arıyor gibiydi. İşte tam o sırada yerde yatan bir adam gözlerine çarptı. Yaklaştılar, baktılar ki adam dünyadan geçmiş. Kim­senin ilgilendiği yok. Sanki orda biri yatmıyor. Üze­rinde sonbahar yapraklan savrulmakta. * Nabzını yokladılar; ama nafile, nabız atmıyor.

Sordular halka: -Kimdir bu?

- Aman molla hiç bulaşma buna, dedi ahali. Ay­yaşın, sarhoşun biri. Kırk yıllık komşumuz... Ne menem biri olduğunu .bildiğimizden biz bulaşmak iste­meyiz.

Bir başkası anlatmaya başladı hemen:

- Biliyor musunuz, dedi, aslında iyi sanatkârdır.

Azaplar çarşısında çalışırdı. Nalının en iyisi yapardı. Ancak kazandığı her kuruşu içkiye, fuhuşa harcadı ömrü boyunca. Hem şişe şişe şarap taşıdı evine; hem de nerede bir mimli kadın varsa, taktı peşine, yazık etti değerli ömrüne.

Hele yaşlıca bir adam çok öfkeliydi:

- İsterseniz sorun komşularına, dedi. Sorun ba­kalım onu bir kez olsun bir cemaatte gören olmuş mu ?!..

Hasılı, dönüp ardını gitti mahalleli. Bizim tebdil-i

kıyafet mollalar kaldılar mı. ortada? Tam Sadrazam da toparlanmak üzereydi ki sultan, kesti yolunu:

- Nereye lala!?

- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.

Sultan kızdı:

- Millet bu, çeker gider; ama biz gidemeyiz. Bu ahalinin çobanı biziz, şöyle veya böyle onlar bizim te­baamız. Demini tamamlamamız gerek.

- İyi ya hünkarım, saraydan birkaç hoca yollarız, böylece vebalinden de kurtulursunuz.

- Olmaz!... Rüyamızın sun çözülmedi ki daha.

- Peki ne yapmamamız emir buyurulur?

- Mollalığa devam. Na'şını kaldırmalıyız bu zatın en azından.

- Aman sultanım, nasıl kaldırırız biz?

-Basbayağı kaldırırız işte.

-Yapmayınız, etmeyiniz hünkarım; bunun yı­kanması, paklanması var; kefenlenmesi, gömülmesi var.

- Merak etme lala, ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.

- Şurada bir mahalle mescidi var...

Birlikte cenazeyi yüklendiler ve camie geldiler. Siyavuş Paşa, sağa sola koşturdu önce. Kefen, tabut buldu. Padişah bakır kazanları ocağa vurdu. Usûl ve erkanınca bir güzel yıkadılar ki na'ş ayan beyan güzelleşti sanki. Ayın on dördü gibi parlamaktaydı yü­zü. Çehresi şakilere hiç benzemiyordu, hem manâlı bir tebessüm okunuyordu dudaklarında. Hünkarın kanı ısınmıştı o anda bu adamcığa. Meçhul nalıncı­yı kefenleyip, tabutlayıp yatırdılar musallaya. Ama namaz vaktine de bir hayli vardı daha. O arada Si-yavuş Paşa sıkıntı içinde yaklaştı:

- Hünkarım, dedi yanlış yapıyoruz galiba.

- Nasıl yani lala?!

- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan bu­raya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki ailesinden bi­rileri vardır, hanımı mesela, yahut yetimleri.

- Doğru, öyle ya. Sen bekle başını, ben mahalle­yi bir dolanıp geleyim. Bakalım kimsesini bulabilir miyiz?!..

Sadrazam Kur'an okumasına devam ede dursun, hünkar koştu, garip maceranın başladığı noktaya geri döndü. Sorup soruşturdu ve nalıncının evini buldu.

Kapıyı yaşlıca bir kadın açmıştı. Olayı metanetle dinledi ve sanki vefatın bu türlüsünü bekler gibi.

- Hakkını helal et evladım, dedi. Belli ki çok yo­rulmuşsun. Allah senden razı olsun. Garibimi yerde bırakmadın demek. Hakkını helal eyle.

Sonra üzgün, yıkılmış halde, eşiğe çöktü hanım­cık; ellerini yumruk yapıp şakaklarına dayadı. Göz­leri kısıldı yalnızca, eski hatıralara daldı gitti bir za­man. Silkinip çıktığında zamanın dehlizinden,

- Biliyor musun oğul, diye dertli dertli anlatı. Bi­zim efendi bir âlemdi vesselam. Akşamlara kadar nalın yapar, gücünü tüketir, emeğini harcardı... Ama birinin elinde şarap şişesi görmeye görsün. Elindeki avucundakini verip satın alırdı. Sonra getirip dökerdi hepsini. Niye!? Ommet-i Muhammed'in kursağın­dan haram geçmesin, günaha girmesinler diye.

- Hayret!..

- Sonra malum kadınların ücretlerini öder, geti­rirdi bu eve. "Ben sizin zamanınızı satın aldım mı, aldım.** derdi, öyleyse şimdi dinlenmeniz gerek. O çe­ker gider, ben menkıbeler anlatırdım o zavallı düş­künlere saatlerce. İlmihal, Huccetül-islam okurdum onlara.

- Bak sen!.. Millet ne sanıyor halbuki.

- Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hep uzak mescitlere giderdi. Öyle bir İmamın arkasında durmalı ki, insan tekbir alırken Kabe'yi görmeli, derdi.'

- Öyle imam var mı ki şimdi?

- İste bu yüzden Nisancı'ya Sofular'a uzanırdı ya. Hatta bir gün, "Bak a efendi, dedim. Sen böyle yapı­yorsun; ama komşular seni kötü belleyecek. Namaz­sız niyazsız zannedecek. Cenazen ortada kalacak ha­fazanallah!.."

-Doğru, öyle ya!..

- Ama o, kimseye zararım olmasın diye, mezarı­nı bile kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim, İş mezarla bitiyor mu? Dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?!..

- Peki o ne dedi?

- Önce uzun uzun güldü. Sonra elinin tersini, fa­ni dünyayı boşlar gibi salladı ve:

"Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?!.."

Kuyumcunun Cevabı

Adamın biri bir kuyumcuya gitti:

"Bana terazini verir misin altın tartacağım." dedi. Ku­yumcu:

"Bende kalbur yok, sana kalbur veremem." dedi. Adam:

"Benimle alay mı ediyorsun ben kalbur değil terazi is­tiyorum." dedi. Kuyumcu bu sefer de:

"Bende süpürge yok ben sana süpürge veremem." dedi. Adam iyice şaşırdı:

"Yahu ne süpürgesi ben senden terazi istiyorum." de­di. Bunun üzerine kuyumcu:

"Babacığım sen yaşlı bir adamsın, altın tozunu teraziy­le tartmaya çalışırken ellerin titreyecek altını dökeceksin, döktüğün altınları toplamak için gelip benden süpürge isteyeceksin, daha sonra bu altınları elemek için gelip elek isteyeceksin. Onun için ben sana en son İsteyeceğin şeyi tahmin edip bende elek yok, dedim." dedi.

Taşmı Sert Kafamı

Vaktiyle bir çocuk vardı. Medresede okurdu. Kavuklu hocalardan ders alır, öğretilenleri anlamaya çalışırdı.

Fakat kafası kalınca idi. Bütün gayretine rağmen pek bir şey öğrenemezdi. Okumaya karşı da fazla istek duy­mazdı. Arkadaşları onu geçmiş, okumayı ilerletmişlerdi. O ise hâlâ bir yıl öncesinin kitaplarını okuyordu.

Günlerden bir gün kararını verdi:

— Kafam çok kalın, diye düşündü. Zekâm az. Bu du­rumda okuyamam. İyisi mi köyüme dönüp tarla işlerine

Bu maksatla bir sabah yola koyuldu. Az gitti, uz gitti bir ovaya düştü. Sıcak bastırmıştı. Çok da yorulmuştu. Yolun kenarında bir mağara vardı, ama girmeye korku­yordu.

İçerisinin serin olduğundan emindi. Çünkü güneş al­mıyordu, ama ya ayıya filan rastlarsa ne olacaktı?

Bunları düşündüğü için yüreği ürperiyor, içeri girme­ye bir türlü cesaret edemiyordu.

Sonunda sıcak ve yorgunluk baskın çıktı. Ne olursa olsun mağaraya girecekti. Kararını verdi. Adımlarım ağır

ağır attı.

Korktuğu şeylerle karşılaşmayınca sevindi. Korkusu biraz olsun dağıldı. Bir köşeye büzüldü. Sonra uzanıverdi.

Birden gözü mağaranın tavanından yere damlayan su­ya takıldı. Yukarda birikiyor, büyüyor ve damla kendini taşıyamayacak kadar büyüyünce kopup yerdeki taşın üstüne düşüyordu.

Kim bilir kaç yıldır böyle devam edip gidiyordu bu. Taş oyulmuştu. Oysa taş sertti. Su damlası ise yumuşacıktı. Yumuşacık su damlası nasıl oluyor da taşı deliyordu?

Birden şimşekler çaktı beyninde. Yumuşacık su dam­laları senelerce aka aka sert taşlan deliyordu. Kendisi de ısrarla derslerine çalışır, okuma isteğiyle hocalarını din­lerse zamanla kafasına bir şeyler girerdi.

— Benim kafam şu taştan daha sert değil ya, diye söy­lendi.

Önemli olan sebat etmekti. Şu su kadar sebat etmek.

Şu taş kadar sebat etmek, o zaman kitaplarda yazılı olanlarla hocaların anlattıkları, kalın da olsa, kafada iz bırakırlardı.

Hızla kalkıp gerisin geri medreseye döndü. Çalıştı, çabaladı, arkadaşlarına yetişti. Hattâ zaman içinde hepsini geçti. Öyle bir bilgin oldu ki. kitapları hâlâ ellerde dola­şır, Bu yüzden "Taş oğlu" mânasına gelen "İbn-i Hacer" dendi adına.