Allah Mazlumları Zorbalardan Korur

İbrahim Aleyhisselam'ın bir kıssası vardı. Bir zaman İbrahim Aleyhisselam, eşi Sare validemizle birlikte Mısır'a gider. O devirde Mısır'da Firavunlar hüküm sürmektedir. Firavun zulümde en zirveye çıkmıştır. Şehrin giriş ve çıkışları kontrol altındadır. Gelen gidenlerin haberleri anında Firavuna bildirilmektedir. Özellikle kadınlara karşı zaafı olan Firavun, gözüne kestirdiği kadını yanında alıkoyuyordu.
Görevliler Sare validemizi alıp, Firavun'a götürmek isterler. İbrahim Aleyhisselam'a sorarlar:
- Bu kadın senin neyindir?
İbrahim Aleyhisselam:
-Benim kardeşimdir, der.
Sonra da Sare validemizin yanına gidince ona bir açıklama getirir:
-Bugün bana senden sordular, ben de seni kardeşim olarak tanıttım. Sana da sorarlarsa beni yalancı çıkartma. Bu memlekette Allah'a inanan ikimizden başka kimse yok. Seninle eş olmanın yanında aynı zamanda iki din kardeşiyiz. Benim onlara kardeşimdir demem, din kardeşliği açısındadır.
Bekledikleri an geldi, Firavun Sare validemizi istedi. Görevli adamların eşliğinde Sare validemiz zorla Firavunun huzuruna çıkarıldı.
Anlama ve idrak kapasitesi zayıf ya da fitne çıkarmaya niyetli bir takım insanlar bu hadiseyi değişik yerlere çekmektedirler. Bir peygamber hanımını yabancı bir insana nasıl gönderirmiş? Hadiseyi baştan sonra akıl gözü ile takip edenler, bu olayda en küçük bir olumsuzluğun olmadığını görecekler. Hatta günümüze birçok dersler de çıkarmak mümkündür. Bu olay hadisi şeriflerde şöyle haber verilmektedir. Sare, Firavunun karşısına çıkar.
Hadisi Şerifte Firavun zorba olarak anlatılmaktadır. Zorba Sare'ye yaklaşmak için oturduğu yerden ayağa kalktı. Sare o sırada zorbadan izin istedi, abdest alıp iki rekât namaz kıldı ve şu niyazda bulundu:
"Ya Rabbim!Sana ve gönderdiklerine iman etmişim. Bu ana kadar kocamdan başkasına karşı ırzımı, namusumu korumuş isem, şu kâfiri üzerime saldırtma, beni ondan koru!"
Firavun da Sare'yı bekliyordu. Namazını kılıp duasını eden Sare validemiz, Firavunun yanına döndü. Firavun kaldığı yerden tekrar yaklaşmaya başladı. Tam o esnada Firavunun ayakları kendini tutmaz oldu, olduğu yere yıkılıp kaldı. Aciz duruma düşen kuş gibi çırpınmaya başladı. Bu durumu gören Sare validemiz endişeye kapıldı, Firavun bu halde ölecek olsa, sorumlu onu tutacaklardı. Sare validemiz yine Rabbine yöneldi:
"Ya Rabbim!
Bu ölürse, benim üzerime atarlar, onu eski haline getir."
Zorba eski durumuna geldi. Ancak Sare'den de vazgeçmemişti. Tekrar Sare validemizin üzerine yürüdü. Sare validemiz bu sefer de izin istedi. Namazını kıldı, duasını yaptı ve aynı hadise cereyan etti. Bu olay üç defa tekrarlandı.
Firavun yaşadıkları karşısında dehşete düştü. Adamlarına emirler verdi:
-Bu kadını aldığınız yere götürün. Bana kadın diye getirdiğiniz şeytanın ta kendisidir. Benden uzak olsun, yanına cariyelerimden birini de verin.
Böylece Sare validemiz, Firavunun zulmünden, tecavüzünden korundu. Bir de yardıma mahzar oldu. Sare eşinin yanına gelince:
-Ey İbrahim! Rabbim beni zorbanın şerrinden korudu, bir de şu cariyeyi bize ihsan eyledi, dedi.
Bunlar Mevla'mızın ayetlerindendir, her bir ayette insana bir mesaj vardır.

Beyan Dergisi, 89.Sayı, Ocak -2007

Yabancı Adam

Çaresiz kadın, su kırbasını omuzuna yüklemiş ve soluyarak gidiyordu. Yabancı bir adam ona rastladı ve kırbayı kadından alarak, kendisi yüklendi. Kadının küçük çocukları gözlerini kapıya dikmiş, annelerini beklemekteydiler. Evin kapısı açılınca, masum çocuklar, yabancı bir adamın, annelerinin yanında eve geldiğini gördüler. O yabancı, annelerinin yerine su kırbasını omuzuna yüklenmişti. Yabancı adam, kırbayı yere bıraktı ve kadına sordu:
- Bizzat su çektiğine göre beyin yok galiba? Nasıl oldu kimsesiz kaldın?
- Kocam askerdi. Hz Ali bin Ebi Talib (a.s) onu, sınırlardan birine gönderdi ve orada şehit düştü. Şimdi birkaç çocuğumlayım.
Yabancı adam bundan fazla konuşmadı. Başını yere indirdi ve:
- Allahaısmarladık' deyip gitti. Fakat o gün, bir an bile o kadın ve çocuklarının düşüncesi aklından gitmedi. Gece rahatça uyuyamadı. Sabah hemen bir file aldı; et, un ve hurmadan meydana gelen bir miktar er zağı fileye koydu ve doğruca dün gittiği eve gitti, kapıyı çaldı.
- Kimsin?
- Dün su kırbasını getiren, Allah'ın kuluyum. Şimdi çocuklarına bir miktar yiyecek getirdim.
- Allah senden razı olsun. Allah, bizimle Ali İbn-i Ebi Talib arasında geçeni yargılasın.
Kadın kapıyı açtı açıldı ve yabancı adam, eve girdi. Sonra:
- Canım yardım etmek istiyor, izin verirsen hamur yapmayı, ekmek pişirmeyi, çocuklara bakmayı üzerime alayım' dedi.
- Çok güzel, fakat daha iyi hamur yoğurup, ekmek pişirebilirim. Ben ekmek pişirinceye kadar, sen de çocuklara bak.
Kadın hamur yapmak için gitti. Yabancı adam, hemen getirdiği bir parça eti kızarttı ve hurmayla beraber eliyle çocuklara yedirdi. Her birinin ağzına lokmayı koyarken
- Evladım, işinde kusur etmişse eğer, Ali İbn-i Ebi Talib'i helal ediniz' diyordu.
Hamur hazırlandı. Kadın,
- Ey Allah'ın kulu, hemen ateş yak' diye seslendi. Yabancı adam gitti, ateş yaktı ve yüzünü alevlerin yükselen ateşin şulelerine yaklaştırdı.
Kendi kendine:
- Ateşin sıcaklığını bir tad. Yetimlerin ve dulların işinde, kusur eden kimsenin, cezası budur, işte' dedi.
O anda, komşulardan bir kadın, eve girdi ve yabancı adamı tanıdı. Ev sahibe si kadına:
- Vay!; sana yardım eden bu adamı tanımadın mı? Bu, Emirülmüminin Ali İbn-i Ebi Talib'tir' dedi.
Zavallı kadın yaklaştı ve:
- Binlerce eyvahlar olsun bana, sizden özür dilerim' dedi.
- Hayır, ben senden özür dilerim. Çünkü senin işinde, kusur etmişim.

Bihar ul-Envar

Hakimin Dört Suçu

Hazreti Ömer Radıyallahü Anh, hilafeti zamanında Hımıs ileri gelenlerine bir mektup yazıp çevredeki fakirlerin kendisine bildirilmesini isteyerek yardım edeceğini bildirdi. Hımıs'lılar Şam ve civarında bulunan fakirlerin bir listesini Halife Hazreti Ömer'e arzettiler. Hazreti Ömer (R.A.) gelen listeyi açıp baktığında listenin başında kadı olarak ta'yin ettiği Sa'd bin Amir'in ismini görüp listeyi getirenlere hakiminin malî durumunu sordu. Onlar:
- Hakimimiz hakikaten gayet fakirdir. Çünkü rüşvet olacağı korkusundan, en küçük bir hediyemizi bile kabul etmiyor, dediler. Bu sözler Halife Ömer'in hoşuna gitmişti:
- Allah'tan bu kadar korkan hakiminizin hoşunuza gitmeyen tarafları da vardır herhalde... Dedi. Onlar: Hakimlerinden şikâyetlerinin de olduğunu ve bazı hallerinden memnun olmadıklarını söyleyerek kusurlarını şöyle sıraladılar:
1 - Hakimimiz vazifesine her zaman sabah namazından sonra başlaması lâzım geldiği halde kuşluk vakti vazifesinin başına gelir.
2 - Hakimimizi hiç bir gece aramızda görmüyoruz. O hep kendi başına evine çekilir halkla münasebet kurmaz.
3 - Hele haftada birgün, evinden dışarı bile çıkmaz, kapısını arkasından sürgüleyip içerden ses bile vermiyor.
4 - O'nun şahid olduğu bir hadise vardır. O hadise aklına geldiği zaman baygınlık gelir ve üzüntüsünden hastalanır. O hadise ise Eshaptan Hubeyb'in öldürülmesidir, dediler.
Hımıslıların şikâyetlerini sonuna kadar dinleyen Hazreti Ömer, onlara bir kısım erzak ve giyecek vererek gönderdi. Hakim Sa'd bin Amir'i de kusurlarının sebebini öğrenmek üzere huzuruna davet etti.
Hakim, Hazreti Ömer'in huzuruna geldiğinde, Halife O'na Hımıslıların bazı şikâyetleri olduğunu söyleyerek dört kusurunun sebebini sordu. O, bu dört hatasını şöyle izah etti:
Birinci kusurum; ailem hasta olduğundan evin bütün işlerini bizzat kendim görüyorum ve bu sebepten vazifemin başına ancak kuşluk vakti gelebiliyorum, ikincisi ise; gündüzleri halk için vazife gören bir kimsenin gece olunca Hak için vazife görmesine müsaade edersiniz her halde. Ben akşam olunca gün boyu yaptığım işlerin muhasebesini yapıyor acaba yaptığım işlerde bir kusurum var mı diye onu tetkik ediyorum.
Üçüncüsü ise; sırtımdakinden başka giyecek elbisem yoktur. Haftada birgün giydiğim çamaşırlarımı yıkıyor temizlik işleri ile meşgul oluyorum. Hatta evimde bile üzerime alacak bir elbisem olmadığından yıkadığım çamaşırlarım kuruyuncaya kadar hiçbir kimseyi görüşmeye bile kabul edemiyorum.
Hubeyb'in şehid edilmesini hatırlayınca bayıldığım ise doğrudur. Çünkü müşrikler Hubeyb'i asarlarken ben yanlarında idim. Belki mani olabilirdim, ama o zaman İslâmla müşerref olmamıştım, sadece hadiseye seyirci kaldım. İşte bu hadise aklıma geldikçe kendimi tutamıyor mes'uliy etinden korktuğum için bayılıyorum, hastalanıyorum, diye sayarak dört kusurunu da Halife Ömer'e izah etti.
Sa'd bin Amir'in (R.A.) bu izahatı karşısında göz yaşlarını tutamayan Halife çok memnun oldu ve ondan sonra Sad'ı hatırladıkça ağlar «Ah Sa'd ah Allah korkusu seni ne kadar yüceltmiş» der onunla iftihar ederdi.

Ceza Olarak Eli Kesilen Şeyh

Şeyh Hammad (Ebu'l - Hayr Tinati) Hazretlerinin bir eli kesikti. Bir gün mürüdlerinden biri küstahlık ederek ona elinin kesilmesine sebep olan şeyin ne olduğunu sordu. Şeyh Ebu'l - Hayr Tinati Hazretleri elinin kesilmesine sebep olan hadiseyi şöyle anlattı:
- Gençliğimde bir hünah işledim. Ondan dolayı elimi kestiler, buyurunca ne zaman olduğun sordular.
Hz.Şeyh de meseleyi başından anlatmaya başladı.
- Ben mağrip diyarında oturmakta idim. Sefere çıkmayı ve biraz gezmeyi arzuladım. Tınattan ayrılıp İskenderiye'ye geldim. Orada oniki sene kaldım. İskenderiye'den sonra Dimyat'a dökülen ırmak kenarına dağa kamıştan bir ev yapmıştım. O sıralarda Dimyat'a çok gelen- giden olurdu. Irmağın başına otururlar, yemeklerini yerler ve sofralarının artıklarını da kaleenin dibine dökerlerdi. Ben kimseden habersiz, oradaki köpeklerle beraber dökülen ekmeklere üşüşür ve nasibimi alırdım. Yaz mevsiminde bütün azığım bu idi.
Kış olunca ise evimin etrafında çok saz yetişirdi. Ben sazların kökünün tazesini ve beyazını alarak yerdim, kukrlarını atardım. Kışın da azığım bı idi. Bir gün hatırıma:
-Ey Ebu'l Hayr, sen kendini mütevekkil zannedersin. Halkın yapmadığın yapıyorum zannedersin ama otlaklarda otluyorsun, bir şeyler bulup yiyorsun, diye geldi. Kendi kendime:
"İlahi bundan sonra yerden biten hiçbir şey yemeyeceğim. Ancak bana kendi lafzından gönderirsen onu yiyeceğim.Senin izzetin hakkı için buna söz veriyorum",dedim.
Böylece 12 gün geçti, namazın farzını sünnetini ve nafileleri tamamen kılıyordum.
12 gün de sadece nafileleri terk ederek namaza devam ettim.Sonra sünneti terk ettim.12 gün sadece farz namazı kılmaya başladım.Sonra kıyamdan, daha sonra da oturarak da kılmaktan aciz kalarak farzları da eda edemez olmuştum.
Sırrımla niyaz ederek: "Allahım bana farz kıldığın bir hizmetten sorguya çekmen ve kefil olduğun rızkımı da göndermen gerekir.Kefil olmakta devam ettiğin o rızkı bana fazlından ihsan eyle!." diye yalvardım.
Ansızın önümde iki yuvarlak daire görüldü.İçinde de birşey vardı.O iki yuvarlak kürs her gece bana gelir bende içindekini yer,gıdamı temin ederim.
(Şeyh yediği şeyin ne olduğunu söylemediği gibi yanındakiler de ne olduğunu sorrmadılar.)
Böylece bir müddet devam ettikten sonra bana gaza için sınır boyuna gitmem işaret edildi. Buralarını müslümanlar ellerinde bulunduruyorlardı.Ben sınır boyuna gittim.Bir köye vardım.Cuma günü idi.
Mescidin kapısında bir kaç kişi toplanmışlar sohbet ediyorlar, birisi anlatıyor öbürleri dinliyorlardı. Anlatan Zekeriyya Aleyhisselamın ağaca saklandığını ve müşrikler tarafından destere ile kesildiğini anlatmakta idi. O'nun sabrından bahs ederken ben içimden şöyle geçirdim:
"Eğer bende olsaydım orada sabrederdim."
Oradan ayrılıp sınır boylarında Antakya'ya geldiğimde dostlarım bana bir kılınç-kalkan verdiler.Sonra sınır boyuna müteveccihen oradan ayrıldım.Düşmandan korkarak duvar arkalarına sığınmaktan Allah'tan haya ettiğimden oralardaki meşeliğe geçtim.Gece deniz kenarına gelir,abdest alır,namaz kılardım.Gündüz olunca da yine o meşeliğe geçer düşmanın gelmesini beklerdim.
Birgün meşelikte gezerken yemişlerinin bazısı olgunlaşmış,bazısı henüz olgunlaşmamış bir meyve ağacı gördüm.Bu çok hoşuma gitmişti.Allah'a verdiğim sözden o anda gafildim.Elimi uzatarak yemişlerden bir miktar topladım.Sonra birkaç tanesini yemeğe başladım.Bir kısmı ağzımda bir kısmı da elimde olduğu halde yeminim aklıma geldi.Hemen elimde olanları serptim,ağzımdakileri tükürdüm.Kendi kendime mihnet ve bela vakti yaklaştı,dedim.Kılıcımı-kalkanımı ve mızrağımı bir kenara attım,bir ağacın dibine varıp elim şakağımda düşünmeye başladım.Hatta işledim.Şimdi benim halim ne olucak diye düşünüyordum. Ben dalgın dalgın düşünmekte iken bir bölük atlı silahlı kişi gelerek etrafımı sardı.Sonra beni yaka-paça deniz kenarına emir (Reislerinin) yanına götürdüler.
Daha evvel bazı köylüler de benim gibi yakalanarak sultanın huzuruna getirilmiş,bekletiliyorlarmış. Sultan bana:
-Sen kimsin? Necisin? dedi.
Ben:
-Allahın kullarından bir kulum,deyince de orada bulunan esir köylülere tanıyıp tanımadıklarını sordu.
Tanımadıklarını söylediler.Onlara:
-Bu sizin büyüğünüz,fakat siz onu mazur göstermek için tanımadığınızı söylüyorsunuz,kendinizi feda ediyorsunuz,dedi.
Biraz sonra kararını verdi.O kalabalıktan birer birer ayrıp birer el, birer ayaklarını kestiler. Sıra bana gelince:
-Elini uzat! dediler.
Uzattım ve bir vuruşta sağ elimi kestiler.Ayağını da uzat dediklerinde sırtüstü yatarak ayağımı uzattım ve:
-Ya Rabbi! Elim günah işlemişti kestirdin,ayağımın ne suçu var!...diye içimden yalvardım.
O anda atlılardan biri atından atlayarak:
-Durun,kesmeyin,bu adam falan zattır!. Ne yapıyorsunuz, dünyayı başımıza mı yıkacaksınız.Ben bunu tanıyorum! diye bağırdı.
Bunun üzerine reis atından inerek o kesilen eli öptü.Bana da:
-Biz hata ettik,bizi affet,diye yalvardı.
Ben de:
-O suçlu bir eldi.Kestiniz,hakkımı helal ettim, dedim.
Ondan sonra çok ağladım.Çünkü bir anlık dalgınlık yüzünden hem elimden olmuş hemde o her zaman nereye gitsem beni bulan yuvarlak kürsten mahrum olmuştum.İşte bu elimin kesilmesi böyle bir hadise sonucu olmuştur.Bu bir suçlu eldir ve cezasını çekmiştir.Allah ahirette çektirmesin...

Kaynak: Büyük Dini Hikayeler, İ.Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi

Azap Melekleri Ve Günahkar Genç

Mahşerde bir genç, Allah Teala'dan aman dilemiş. Günahı pek çokmuş. Melekler, onu cehenneme atmak için koşmuşlar. Fakat yüce ihsan sahibi Hakim-i Teala, ona yaran olmuş. Melekler tam onu yakaladıkları sırada,
"Neden bu genci cehenneme sürüklüyorsunuz?" diye bir hitap gelmiş.
Onlar şöylece cevap vermişler:
"Onu cehenneme atmak için sürüklüyoruz."
Bunun üzerine yene Allah Teala'dan bir hitap gelmiş.
“Şaşılacak şey doğrusu. Biz onunlayız ama siz bunu duyamazsınız. Biz ikimiz beraberiz ve beraber olmaya devam edeceğiz."
Melekler bu sözü hakikaten de duymamışlar. Böyle bir lütfü görmemişler. Fakat bu sözün heybetinden hepsi susmuş, titremiş ve kendilerinden geçmişler
Allah Teala, gence yeniden,
“Ey pejmürde! bu hale düştün de sürünüp durmaktasın? Kendine gel! Kaç onlardan!" diye hitap etmiş.
Genç demiş ki:
“Ya rabbi! Böyle bir yerde ne yapabilirim? Bu ovanın ne başı var, ne sonu. Böyle bir kıyametten nasıl kurtulurum? Buradan bir kaçış yolu yok ki?”
Allah Teala,
"Ey sarhoşluk batağına düşen kimse!" diye hitap et­miş. "Gel, bize kaç! Bize kaçarsan onlardan kurtuldun demektir."
Genç,
"Bende bu kudret yok. Elimde çaresizlikten başka bir şey kalmadı. Senin lütfun imdadıma yetişmedikçe, senin sır perdelerin beni gizlemedikçe buradan kurtulamam" demiş.
Bunun üzerine Allah Teala, onu keremiyle örtmüş. Kıyametteki mahlukattan gizlemiş. Devletiyle onu sırlar makamına ulaştırmış, vuslat yurduna eriştirmiş. Melekler, kendilerine geldiklerinde orada o genci birr hayli ara­mışlar ama bulamamışlar.
Allah Teala’ya,,
"O günahkar ne oldu, nereye gitti? Yoksa beka aleminde fenaya mı erişti? Cenneti dearadık, cehennemi Fakat bir türlü onu göremedik. Elimizden kaçırdık gitti. Ya rabbi, onun nereye gittiğini sen bilirsin! Eğer bunu bizeL söylemezsen mahvoluruz" diye seslenmişler,
Allah Teâlâ,
“Bu bizim hikmetlerimizdendir. O, bizim himayemizde artık. Bizim huzurumuzda yer edindi kendine. Artık onunla işiniz yok. Bu işi bir o, bir biz biliriz. Siz aradan çekilin artık!” diye hitap etmiş.
Ey kardeşim! Allah bir kişiye inayet eder, yar olursa artık araya hiç ağyar girebilir mi? Allah insana önce doğru yolu buldurmak için inayet eder. Peygamberi bir güneş kılaraktan alemi aydınlatır. Allah inayetiyle seni has kullarından eyledi mi tüm kusurlarından kurtulur­sun. Sana cemalini gösterir. Böylelikle de işin, gücün yalnızca onu seyretmek olur.

Feridüddin Attar, İlahiname,
Semerkand Yayınları, 2007

Allahın Beratı

Rufaî tarikatına mensup müridlerden biri bir gün kendisine çok güvenerek cezbe halindeyken şöyle dua etti:
- Ya Rabbi Cehennemden azat olduğuma dair bu aciz kuluna bir belge gönder.
Aradan çok geçmedi, gök yüzünden beyaz bir kâğıt geldi. Alıp baktılar ki, kâğıtta hiçbir yazı yok. Kâğıdın geldiğini görerek sevinen o mürid, içinde bir yazı olmadığını görünce çok üzüldü, mükedder bir vaziyette durumu şeyhine anlatmak üzere kâğıdı Ahmed Rufai Hazretlerine götürdü.
Ahmet Rufaî Hazretleri kâğıdı eline alıp bakınca kendinden geçti ve şükür secdesine vararak:
- Ey bari Hûda, sana hamd ü senalar olsun. Bu zayıf kulunun müridlerinden bir kimseye böyle bir berat göndermek şerefine eriştirdin, dedi.
Müridler:
- Efendim dediler. Biz orada bir yazı görmüyoruz, siz ise bu şahsın cehennemden azat olduğunu nasıl anlıyorsunuz? dediler.
O:
- Ey benim müridlerim ve sadık dostlarım, kudret eli siyah yazmaz, siz buradaki yazıyı göremiyorsunuz, bu kâğıdın üzerindeki yazı nurdan kalemle yazılmıştır, buyurdu.

Büyük Dini Hkayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi

Böyle Dost Düşman Başına

Ukbe bin Ebî Muayt, Mekke müşriklerinden kötü niyetli olmayan bir adamdı. Rasûlullâh'la her karşılaştığında saygıyla bakar, iyi münasebetini bozmamaya gayret ederdi. Hatta uzun yolculuklardan döndüğünde Mekke'de insanlara yemek ikram etmeyi âdet edinmişti. İşte yine böyle bir yolculuktan dönmüş, vereceği yemeğe Rasûlullâh'ı da davet edecek kadar yakınlık göstermişti.
Efendimiz, Ukbe'nin artık gönlünün îmâna hazır hâle geldiğini düşünerek yemek davetine şöyle karşılık verdi:
"-Ukbe, dâvetine gelirim, ama yemeğini yemem. Yemeğinden yemem için seni yaratan Allâh'ı inkar etmemeni, O'nun Rasûlü'ne de şehâdet etmeni beklerim. Senin gibi iyi niyetli bir insan küfürde ısrar etmemeli artık!.."
Ukbe, bu teklife çok da direnmedi. Efendimiz'in isteğine olumlu cevap vererek îmân eden herkesin söylediği şehâdet kelimesini söyleyiverdi. Efendimiz Ukbe'nin îmân etmesine çok sevinmişti.
Ne var ki, Ukbe'nin Mekke'de putperest dostları da vardı. Haber bir anda onlara da ulaştı. Onların içinde katı, sert ve insafsız bir müşrik olarak meşhur olmuş Übey bin Halef, duyduğu haberden hiç hoşlanmadı. Hemen gelip arkadaşını suçlayıcı sorular sormaya başladı:
"-Duyduğuma göre Muhammed'i yemeğe dâvet etmişsin. Bununla da kalmayıp onun teklif ettiği şehâdet kelimesini de söylemişsin!"
"-Evet." dedi "Öyle oldu. Onun istediği şehâdet kelimesini de söyledim."
Müşrik dostu:
"-Olamaz!.." dedi, "İşte bu olamaz. Hem şehâdet kelimesini söyleyeceksin, hem de bizimle dost olacaksın. Bu olacak şey değil!.. Bu, sana pahalıya mâl olur. Bundan sonra hiçbir yerde iş bulamazsın." diye ilâve etti.
Ukbe, müşrik dostunun sözlerinden endişe etmiş, getirdiği şehâdet kelimesinden pişmanlık duymaya başlamıştı.
"-Olayı büyütme!.." dedi. "Ben sadece Ukbe'nin yemeğini yemeden gitti diye bir söylenti çıkmaması için, utandığımdan şehâdet kelimesini getirdim; yoksa ona inandığımdan değil!"
Übey bin Halef, kopardığı bu tâvizden memnun olmuş, ama yeterli de bulmamıştı. Daha da ileri giderek yol gösterdi:
"-Biz bu sözlerinin doğruluğunu, ancak gidip O'na tükürdükten sonra kabul ederiz. Gideceksin, onu sevmediğini ifade eden bir tükürük fırlatacaksın, o zaman anlarız, senin O'na inanmadığını!.. Yoksa bizi savamazsın boş sözlerle!.."
Îmâna yeni ısınmaya başlamış olan Ukbe'nin kalbi, maalesef artık geri dönüşe geçmiş, dostlarının baskısına dayanamayarak vazgeçmişti, getirdiği şehâdet kelimesinden...
Doğruca Efendimiz'in Daru'n-Nedve'de ibâdet ettiği yere gitti. Dilinin ucunda topladığı tükürüğü fırlatmak üzere hazırlanırken ansızın bir rüzgar çıktı. Dudakları arasından çıkan tükürük geriye dönerek kendi suratına yapışıp hem de ateş gibi yaktı. Ertesi günü Ukbe'yi yanağındaki yanık iziyle görenler sordular:
"-Sende böyle bir yanık izi yoktu, ne zaman oldu bu yara?"
Ukbe saklamadan anlattı:
"-O'na doğru tükürdüğüm tükürük, kendime geri dönüp suratıma yapışarak ateş gibi yaktı, izi kaldı!"
Ne yazık ki, yarı îmân etmişken dostlarının baskısı yüzünden gerisin geriye dönen Ukbe, Bedir'de küfür üzere öldü. İşte bu hâdise üzerine Furkan Sûresi'nin 27-29. âyetleri nâzil oldu:
"O gün, zâlim iki elini ısırıp "Ne olurdu, ben o peygamberin beraberinde bir yol edineydim." Ne yazık bana! Keşke falanı dost tutmayaydım. Beni o zikirden, imânâ geldikten sonra, o saptırdı. Şeytan insanı yapayalnız ve yardımsız bırakandır."
Burada, dostlarının yanlış telkinlerine uyanların ellerini ısırarak âhirette nasıl pişmanlık duyacakları şöyle anlatılmaktadır:
"-Ah ne olurdu, keşke falanı dost edinmeseydim, onun isteğine boyun eğmese, sözlerine îtimat etmeseydim!.. Getirdiğim şehâdet kelimesinden vazgeçirip Peygamber'le birlikte olmama mâni oldu, şeytana uydurdu. Ne kötü dostmuş meğer onlar..."
Ukbe'nin îmânına engel olan bu dost örneği, bizim de dostluğumuzu ve dostlarımızı düşünmemize sebep olmalıdır. Arkadaş ve dostlarımızın bize neleri telkin ve tâlim ettiklerini gözden geçirmeliyiz ki, buradaki yakın dostluklarımız, âhirette amansız düşmanlığa dönüşmesin. "Böyle dost düşman başına!.." diyerek pişmanlık duymayalım.

A. Karamanoğlu
Şebnem Dergisi

İmamı Azamın İkna Kabiliyeti

Bir adam hem çok iyi bir müslüman olduğunu iddia ediyor, hem de Resülüllahın halifeleri olan Hulefa-i Raşidine karşı bile son derece kin ve nefret besliyordu.
Ondaki bu nefret öylesine aklını başından almıştı ki, o büyük zatlar hakkında iftira dahi edebilecek reddeye gelmişti. Öyle ki Hz. Osman (Radıyallahü anh)'ın haşa "yahudi" olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmişti.
Küfe'de yaşayan bu sapık itikatlı adam, bulunduğu muhitin eşrafındandı. Onu bu itikadından döndürebilmek için her ne kadar ilim adamları, hocalar kendisine gidip bu meseleyi anlatmaya, izah etmeye çalıştılarsa da, bir türlü onu ikna etmeye muvaffak olamadılar. Ayetler, Hadisler okumalarına, yığınla deliller göstermelerine rağmen bu kimseyi yanlış itikadından döndüremiyorlardı. Adam öyledine inat ve öylesine cahildi ki, laf anlatabilene aşk olsun...
Bir gün büyük müctehid Imam-ı Azam Hazretlerine bu meseleyi açtılar ve bu adamın hakkından ancak kendisinin gelebileceğini söylediler. Imam-ı Azam meseleyi dinledi ve yanlış itikat sahibi olan kimseyi ikna etmeye çalışacağını söyledi.
Bu adamın güzel ve dindar bilinen bir kızı vardı. Kız da evlilik çağına gelmişti. Imam-ı Azam o adama haber göndererek, hayırlı bir iş için filan günün akşamı ona misafir olacağını bildirdi. Tabi adam bu habere son derece sevindi ve mutlu oldu. Zira kız evlat baba evinde bir emanet değilmiydi? Nihayet günün birinde bir kısmeti çıkacak ve evden ayrılıp kendine bir yuva kuracaktı. Dolayısıla İmam-ı Azam gibi büyük bir alimin bu meselede aracı olması bir nevi dünürlük etmesi, elbette bir iftihar vesilesiydi.
Kararlaştırılan gün geldi ve Imam-ı Azam o adamın evine misafir oldu. Yenildi, içiidi konuşulup sohbetler edildi ve konu döndü dolaştı asıl meseleye gelindi. Büyük İmam konuya girdi ve Allah'ın emri, Peygamberin kavliyle adamın kızını bir delikanlı için istedi. Adam imam-ı Azamın aracı olduğu birine kızını vermeye dünden razıydı, lakin bu deli kanlı acaba kimdi, neyin nesiydi? Bunu da usulüyle sordu.
-Ey Imam! Bu hayırlı iş için sizin gelmeniz ve damat adayına kefil olmanız,kızımı vermem için yeterli bir sebeptir, lakin "bu delikanlı kimdir, kimlerdendir, huyu suyu nasıldır?" takdir edersiniz ki, bunu bilmek bizim hakkımızdır.
Bunun üzerine imam-ı Azam başladı damat adayının meziyetlerini anlatmaya:
-Bu kimse son derece dindardır. Allah'tan son derece korkar. Öyle bir haya ve edeplidir ki, bu konuda melekler Ona yetişemez. Aynı zamanda Hafız-ı Kuran'dır. Alim, abid, yiğit son derece de zengin ve cömerttir.
Imam-ı Azam damat adayının meziyetlerini bu şekilde anlatmaya devam ederken adamın ağzı bir karış açık kaldı. Başına devlet kuşu konuyordu. Böyle birine gözü kapalı herkes kızını verirdi. Lafı daha fazla uzatmak istemedi ve dedi ki:
- Ya Imam! Bu kadar yeter. Daha fazla bir şey anlatmanıza hiç gerek yok. Öyle şeyler söylediniz ki, bu saydığınız özelliklerden bir tanesi bile kızımı o gence vermeme valiahi yeter.
Imamı Azam konuyu istediği yere getirmişti ve sözünün sonuna hemen şunu ilave etti.
-Yalnız tüm bunları sayarken, gencin bir kusurunu söylemeyi unuttum.
-Nedir o kusur?
-Kızınızı istediğim delikanlı Yahudidir.
Adam bu cevabı duyunca birden rengi attı. Öylesine hiddetlendi, öylesine gadaplandı ki, ağzından tükürükler saçarak bağırdı:
-Nasılolur Ya Imam!? Benim kızımı bir Yahudi'ye mi istiyorsun ve ona mı layık görüyorsun?!
Bunun üzerine Imam-ı Azam, Hz. Osman (Radıyallahü anh) hakkında ileri geri konuşup "Yahudi" dir diye iftira eden adama, şu müthiş cevabı verdi:
-Bre adam! Sen bir kızını Yahudi'ye veremiyorsun da, Sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa (Sallallahü Aleyhi ve Selleml'in, iki kızını birden Yahudi'ye verdiğini nasıl iddia edebiliyorsun?
Imam-ı Azam'ın bu sözü üzerine adamın aklı başına geldi ve ne büyük bir hata yaptığının farkına vardı. Evvelce söylediği o cahilane sözler için çok mahcup oldu. Peygamber Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Selleml'in iki kızıyla da nikahlanma şerefine nail olup, "Osman-ı Zinnureyn" (iki nur sahibi) lakabını alan Hz. Osman (Radıyallahü anh) hakkında yapmış olduğu çirkin iftiralardan ötürü derhal tövbe etti. Artık bundan böyle aleyhinde tek bir söz söylemediği gibi Hz. Osman (Radıyallahü anh)ı hem övdü, hem de çok sevdi.

Kasr-ı Arifan
Aralık 2009

Hristiyan Ve Hazreti Alinin Zırhı

Hazret-i Ali (r.a)'ın, halifeliği zamanında, Kufe'de zırhı kayboldu. Bir müddet sonra bir Hrıstiyan'ın yanında ortaya çıktı. Hazret-iAli (r.a) onu hakimin huzuruna götürdü.
-Bu zırh benim malımdır; onu ne sattım, ne de birine bağışladım; şimdi onu, bu adamın yanında buldum,diye iddia etti.
Hakim:
-Halife iddiasını söyledi, sen ne dersin? diye Hıristiyan'a sordu. O, bu zırhın, kendi malı olduğunu, aynı zamanda halifenin sözünü yalanlamadığını, söyledi.
Hakim Hazret-i Ali (r.a)'na dönerek
- Sen iddia ettin, bu şahıs ise inkar ediyor. Bu durumda iddian için şahit getirmen lazım, dedi.
Hazret-i Ali (r.a) güldü ve :
- Hakim doğru söylüyor, şimdi şahit getirmem gerek, fakat hiç bir şahidim yok, dedi.
Hakim, iddia edenin şahidinin olmamasına dayanarak, hrıstiyan'ın lehine karar verdi. O da zırhı aldı ve gitti.
Fakat, zırhın, kimin malı olduğunu daha iyi bilen Hristiyan' ın, bir kaç adım yürüdükten sonra vicdanı uyandı ve geri dönerek
- Böylesine bir hükümet ve davranış şekli alelade insanların keyfinden değil, peygamberlerin hükümet tarzıdır, dedi ve
- Zırh Ali'nindir' diye itiraf etti.
Kısa bir zaman sonra, onu, müslüman olarak Hazret-iAli (r.a)'ın sancağı altında, Nehrivan harbinde, savaşırken gördüler.

Dervişlere Tekke Yaptıran Hristiyan

Hicrî 161 yıllarında yaşamış evliyaullahtan Ebu Haşim-i Sufî Hazretlerinin müritleri bir hayli kalabalıktı. Fakat toplanıp ibadet edecek bir yerleri de yoktu.
Birgün bir hristiyan emir ava çıkmıştı. Yolda Ebu Haşim es-Sûfî'nin müridlerinden iki kişinin birbirleri ile buluştuklarını gördü. Onlar musafaha yaptıktan sonra kucaklaştılar, orada oturdular, yanlarında yiyecekleri ne varsa ortaya serip beraberce yediler. Sonra da kırk yıllık ahbap gibi kucaklaşarak vedalaşıp ayrıldılar.
Onların bu samimiyetle ülfet etmelerini seyreden hristiyan emiri, hallerine hayret etmiş ve onların o hareketi çok hoşuna gitmişti. Biribirlerinden ayrıldıktan sonra orada kalan müridi yanına çağırdı ve:
- O ayrıldığın, biraz evvel beraber yemek yediğiniz adam kimdi?, diye sordu.
O zat:
- Bilmiyorum, diye cevap verdi. Emir yine sordu:
- Buluşmanızın sebebi ne idi?. O zat:
- Hiçbirşey değildi, diye cevap verdi. Hristiyan emir:
- Buluştuğunuz zat nereli idi biliyor musun?, dedi. O zat:
- Bilmiyorum, diye cevap verdi. Hristiyan emir bu sefer o zata:
- Sizin toplanıp sohbet ettiğiniz, ibadet ettiğiniz bir yeriniz var mı? diye sordu.
O zat, ona da: «Yoktur!» diye cevap verince hristiyan daha fazla hayret etti. Bunlar biribirlerini tanımadıkları, daha evvel oturup sohbet etmedikleri halde, bu kadar kısa bir görüşme ile nasıl samimî oluvermişlerdi. Kendisi hristiyan olmasına rağmen onların bu hareketinden çok duygulandı ve müride orada söz verdi:
- Ben sizin toplanıp zikredeceğiniz bir hangâh (tekke) yaptıracağım, dedi ve kısa zaman sonra da Şam'ın yakınında Ramle'de bir yer inşa ettirdi.
Hristiyanın bu samîmi hareketi Cenab-ı Allah'ın hoşuna gitmiş olacak ki, sonunda hristiyan da o tekkede Ebu Haşim es-Sufî Hazretlerinin müridi olarak onlara hizmet etti. Her ne kadar insanlar zahiren biribirlerini tanımasalar da, ruhlar biribirlerini tanımaktadır. Alem-i Ervah'ta tanışıp görüşmektedirler. Dünyada da her ikisi biribirlerinden memnun olurlar, yani ikisi de iman etmiş olurlarsa anlaşıp kaynaşmaları çok kolay olur ve samîmi olmaları için hiçbir maddi menfaat gerektirmez.
Kaynak: Büyük Dini Hikayeler, Osmanlı Yayınevi

Gönül Dili

Seyyide Tün Nefise

Allah dostlarından.... Seyyide Tün Nefise Bir akşam vakti. Kapısı çalınıyor. Komşuları, gayrimüslim bir çift. Bir ricaları var.
-Komşu, sende biliyorsun, bizim felçli bir kızımız var. Önemli bir işimiz çıktı, sabaha kadar gelemeyebiliriz. Biz gelene kadar Allah için... kızımıza bakabilirmisin?
İşi gücü ibadet ve gözyaşı olan ulvi kadın:
- Ne demek, siz işinize bakın evladınızı düşünmeyin.
Anne baba işlerine, Seyyide Tün Nefise felçli kızın yanına gider.
Saatler saatler... Allah dostunun gözleri, kızın üzerinde, sevgi dolu bakışlar ve kızdan sevgi dolu karşılıklar...
İçi bir an bir garip bir garip oluyor.
Gönül diliyle:
- Allahım Allahım, şu güzel kızı şu güzel kızı ayağa ayağa kaldır ve ona hak yolu nasip et.
Anne ve baba dönüyorlar. Hasta kızları komşularının ayağının dibinde oturmakta. Büyük bir mutluluk içersinde. Kapının açılmasıyla birlikte ayağa fırlıyor...
... ve hepsi artık, Allah'ın razı oldukları içersinde, İslamın içinde.

Bari Onunla Beraber Yanayım

Bunların arasında zayıf bir bülbül yavrusu vardı. Kendini ateşe atacağı sırada Hak teâlâ, Cebrail aleyhisselama emredip buyurdu ki:
- O kuşu tut ve ne dileği olduğunu sor.
Cebrail aleyhisselam kuşu tutup istediğini sorunca, kuş dedi ki:
- Halilullahı ateşe atıyorlar. Madem ki kurtarmaya kâdir değilim, bari onunla beraber ben de yanayım.
Hak teâlâ buyurdu ki:
- O kuşun benden dileği nedir?
Bülbül şöyle arz etti.
Benim dünyada, Hak teâlânın adını anmaktan başka arzum yoktur. Bin bir ismi olduğunu işittim. Yüz birini biliyorum. Dokuz yüz ism-i şerifini de bilmek isterim.
Hak teâlâ kuşun dileğini yerine getirdi.
Şimdi sahralarda feryat eden bülbül, Hak teâlânın ismini söylemektedir.
Nemrud’un ateşi, İbrahim aleyhisselama gülistan olunca, bülbül gelip gül ağacında nağmeye başladı. O zamandan kıyamete kadar, gül ağacına muhabbet etti, aşık oldu.
İbrahim aleyhisselamı ateşe attıkları zaman bütün melekler, vahşi hayvanlar ve kuşlar ağlaştılar ve etrafında toplanıp, İbrahim aleyhisselama bir yardım yapabilmenin çaresini aradılar.

Derviş Olduğun İçin

Sultan Mahmûd Gaznevî, bütün Asya'ya hâkim olduğu zamanda, Harkân şehrine yakın gelmişti. Adamlarından bir kaçını, Harkân'a Şeyh Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin huzûruna göndermiş ve Şeyh hazretlerini yanına çağırmıştı. Şeyh hazretleri buna karşılık, bir özür beyân ederek gitmek istemediler. Durum, Mahmûd Gaznevî'ye bildirilince,
- Haydi kalkınız! Zîrâ o, bizim sandığımız kimselerden değildir. Biz ona gidelim, dedi. Sonra kendi elbisesini Kâdı İyâd'a giydirdi ve kendisi de silâhtar olarak, Kâdı İyâd'ın yanında Ebü'l-Hasan-ı Harkânî'nin evine girdi. Mahmûd Gaznevî selâm verince, Ebü'l-Hasan hazretleri selâmını aldı. Fakat ayağa kalkmadı. Mahmûd Gaznevî, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî'ye;
- Sultan için neden ayağa kalkmadınız?diye sorunca, Ebü'l-Hasan, Sultan Mahmûd'a;
 
- Mâdem ki seni öne geçirmişler, yanıma gel bakalım, dedi. Soruya o ânda cevap vermediler.
Sultan Mahmûd Gaznevî, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî'ye; 
 -Bâyezîd-i Bistâmî nasıl bir zât idi? diye sordu.
Ebü'l-Hasan-ı Harkânî:
- Bâyezîd, öyle kâmil bir velî idi ki, onu görenler hidâyete kavuşurdu. Allahü teâlânın râzı olduğu kimselerden olurdu, diye cevap verdi.
Sultan Mahmûd bu cevâbı beğenmedi ve;
- Ebû Cehl, Ebû Leheb gibi kimseler, Fahr-i kâinâtı, Server-i âlemi nice kere gördüler. Fakat hidâyete gelmediler. Hâl böyle olunca, Bâyezîd'i görenlerin hidâyete geldiklerini nasıl söylüyorsun? dedi.
O, Resûlullah efendimizden daha yüksek mi ki, iki cihânın efendisini, üstünlerin üstünü olan Allahü teâlânın sevgili Peygamberini gören, küfürden kurtulamadı da, Bâyezîd'i görenler mi kurtulur demek istedi.
Ebü'l-Hasan;
- Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi ahmaklar, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini, insanların en üstünü olan hazret-i Muhammed (s.a.v) olarak görmediler. Ebû Tâlib'in yetimi, Abdullah'ın oğlu olarak gördüler. O gözle baktılar. Eğer, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi bakarak, Resûlullah olarak görselerdi, eşkıyâlıktan, küfürden kurtulur, onun gibi kemâle gelirlerdi, buyurdu.
Sultan Mahmûd Han bu cevâbı çok beğendi. Din büyüklerine olan sevgisi arttı. Sultan Mahmûd;
- Bana nasîhat ediniz, deyince
Ebü'l-Hasan-ı Harkânî;
- Şu dört şeye dikkat et: Günahlardan sakın, namazını cemâatle kıl, cömert ol, Allahü teâlânın yarattıklarına şefkat göster, dedi.
Sultan Mahmûd;
- Bana duâ buyurun, deyince,
Ebü'l-Hasan-ı Harkânî;
- Ey Mahmûd, âkıbetin makbûl olsun,dedi.
Bunun üzerine Sultan Mahmûd, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî'nin önüne bir kese altın koydu. Buna karşılık Ebü'l-Hasan, sultânın önüne arpa unundan yapılmış bir yufka ekmeği koydu. Sultan ekmekten bir lokma aldı. Fakat lokmayı yutamadı. Bunun üzerine Ebü'l-Hasan hazretleri;
- Bir lokma ekmeği yutamıyorsun. İster misin, şu bir kese altın bizim de boğazımızda dursun? Biz paralarla olan alâkamızı kestik. Şu altınları önümden alınız, dedi. Sultan, Ebü'l-Hasan'ın paraları almasını çok istedi ise de, kabûl etmeyince, ondan bir hâtıra istedi. Ebü'l-Hasan hazretleri ona hırkasını verdi.
Sultan Mahmûd giderken, Ebü'l-Hasan ayağa kalktı. Bunun üzerine Sultan Mahmûd;
- Geldiğim zaman hiç iltifat etmemiştin, fakat şimdi ayağa kalkıyorsun. O hâl niye idi? Bu ikrâm nedir? diye sordu.
Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretleri;
- Buraya pâdişâhlık gururu ile beni imtihan için geldin. Şimdi ise dervişlik hâliyle gidiyorsun ve dervişlik devletinin güneşi üzerinde ışıldamaya başladı. Önce gurur içinde olduğundan dolayı ayağa kalkmadım. Fakat şimdi derviş olduğun için ayağa kalkıyorum." dedi.
Sultan, sonra gazâya gitmek üzere Harkân'dan ayrıldı. Sevmenât'a geldi. İçine mağlûb olma korkusu düştü. Birden atından inip, bir köşede Ebü'l-Hasan hazretlerinin hırkasını eline alıp;
- Yâ İlâhî! Şu hırkanın sâhibinin yüzü suyu hürmetine, şu kafirlere karşı bizi muzaffer kıl. Ganimet olarak ele geçireceğim her şeyi dervişlere vereceğim, diye duâ eder etmez, düşman tarafında bir toz-duman ortaya çıktı. Düşmanlar, bu toz-duman içinde birşey görmiyerek, kılıçlarını birbirlerine vurdular ve kendi kendilerini öldürdüler. Sağ kalanları dağılıp gitti. O akşam Sultan Mahmûd, rüyâsında Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretlerini gördü. Ebü'l-Hasan-ı Harkânî, Sultan Mahmûd'a;
- Allahü teâlânın dergâhında, hırkamızın yüzü suyu hürmetine zafer kazandın. Eğer o anda isteseydin, kâfirlerin hepsinin müslüman olmasını sağlayabilirdin." buyurdu.

Silahinı Teslim Et Ona

Ahzab Harbi'nde, hendek kazmaktan yorulan Sa'd bin Muaz (r.a.), Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz'in yanında oturmuş dinleniyordu. Bu esnada, toprak taşıyan Zeyd bin Sâbit (r.a.)'in çalıştığını görünce, ona işaret ederek;
-Yâ Resûlellah, dedi, Allâh'a hamd olsun ki, bunun babası beni sağ bıraktı da, sana îmân etmek şerefini bana nasip eyledi. Buas günü, ben bunun babası Sâbit bin Dahhâk ile boğaz boğaza boğuşmuştum!
Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz,
-Fakat, onun bu oğlu, ne iyi çocuktur', buyurdu.
Zeyd bin Sâbit (r.a.)'in bir ara gözlerini uyku bürüyüp kendisi uyuyakalmıştı. Kalkanı, oku, yayı ve kılıcı yanında olduğu halde, orada çalışmakta olan diğer Müslümanlar, onu hendeğin kenarında uyur bir halde bırakarak etrafı dolaşmaya gitmişlerdi. Bu esnada onun yanına gelen Umâre bin Hazm, şaka için, silâhını alıp saklamış, Zeyd bin Sâbit'in de bundan hiç haberi olmamıştı... Uyanıp silâhını bulamayınca da, heyecanlanmış ve korkmuştu! Resûlüllah Efendimiz bunu işitince, Zeyd'i çağırttı. Ona,
-Ey uykucu! Sen uykuya daldın, nihâyet silâhın da kaybolup gitti' buyurduktan sonra, 'Bu çocuğun silâhının nerede olduğunu kim biliyor?' diye sordu.
Umâre bin Hazm,
-Yâ Resûlellah, ben biliyorum. Silah benim yanımdadır, dedi.
Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz,
- Silâhını teslim et ona! buyurdu ve şaka yollu da olsa, Müslümanları korkutmayı veya onların herhangi bir şeyini alıp saklamayı yasakladı.

Neyin Var A Kişi

KURTUBİ Tefsirinde nakledildiğine göre, sahabîlerden biri Nebiler Sultanının mübarek huzurlarında hep kederli görünürlerdi.. Yüzünde ızdırap çizgilerinin izleri vardı.. Bir gün Allah'ın Peygamberi o sahabîye dediler ki:
Seni hep üzüntü ve keder içinde görüyorum. Neyin var? Seni bu derece üzen şey ne ola?
Gerçekten o sahabî pek kederliydi. Can kuşu ten kafesinde çırpınıp durmaktaydı.. Birden gözleri buğulandı, dudakları acı ile büzüldü. Dili düğüm düğüm oldu da tek kelime söyleyecek takati kendinde bulamadı. Ne var ki, şefkat ve merhametin ve en güzel huyun sahibi Cenab-ı Peygamber (Sallallahû Aleyhi ve Sellem), onun yanık yüreğine bir damla inayet suyu serpti:
Ey Allah'ın kulu, dedi, bana açamadığın derdini başka hiç kimseye açmak imkanın olmaz... Benim indimde ayıplanıp kusurlu görülmezsin. Seni bu hale sokan derdini bana anlat ki, deva olayım!..
O iki Cihanın Saadet Güneşi, o herkesin imdadına yetişen Rahmet Peygamber demirin gönlündeki pası bile giderirdi. Kaldı ki bir insanın derdine deva olmasın...
Biraz cesaret bulan sahabînin dilindeki düğüm birden açıldı. Ah ve enin ederek anlatmaya başladı:
Ey Allah'ın Rasulü, ey kokusu hoş Nebi!. Allah beni sana feda kılsın... Benim öyle bir günahım vardır ki, bunu hatırladıkça üzüntüye gark oluyorum. Öyle zannediyorum ki, Rabbi Kerîmimin huzurunda bu günahın hesabını veremeyeceğim!..
Kainatın Efendisi, ümit dalları kurumuş gibi görünen bu sahabîye teselli etti ve dedi ki:
Sen günahının ne olduğunu anlat!.. O sahabî, iki gözleri iki çeşme halinde şöyle anlattı:
Ey Allah'ın Rasulü, İslam'dan önceki cehalet devrinde ben de kızlarını öldüren bedbahtlardan biriydim. O korkunç günler bir kabus gibi beni de sarıvermişti. En son olarak tek kızım kalmıştı. Annesi:
Ey efendi, diyordu, bu işve fidanıma kıyma!.. Böyle bir gülü dalından koparmak reva mıdır?..
Onun yalvarışları karşısında ben de tek kızımı öldürmekten vazgeçmiştim..
Ne var ki, kızım da günden güne büyüyor, gittikçe güzelleşiyordu. Öyle bir yüzü vardı ki, sanki nar çiçeğine benzemedeydi. Allah'ın Kudret eli ona canlar yakan bir güzellik vermişti. Beni bir namus gayretidir aldı. Cehalet damarım alev seli halinde köpürdü, akıl ve idrak aynası çatladı:
Onu diyordum, bir başkasının evine bir başka adama nasıl verebilirim?
BÜYÜYÜP serpilen, servi gibi nazla salınan kızımın evde beklemesini istemediğim gibi, kocaya verip de bir başkasına terk etmeyi de hazmedemiyordum. Hasılı, kanlı cehalet beni zehir pençesinde nefes nefes sıkıyordu. Adem evlatlarının ezeli düşmanı şeytan da sahnedeydi, meydanlarda zıpzıp oynuyor, beni durmadan dürtüyordu.
Vah sana!.. Sen nasıl bir adamsın. Sende hiç namus gayreti yok mu?
Nihayet lanetli İblîs galebe çaldı. Aileme:
Ey iyi hatun, dedim, şu köydeki akrabamı ziyarete gideceğim, kızımızı da giydirip süsle, onu da beraber götürmek istiyorum!..
Zavallı kadın ne bilsin... Kurdun eline kuzuyu teslim ediyordu. Pek sevindi ve nar çiçekleri gibi taze kızını giydirip süsledi. Bende kızın elinden tutup yola çıktım... Yolları elime dolayıp gidiyordum...
O nur yumağı masum çocuk ardımca kuşlar gibi sekerek geliyordu. Ölüme gittiği nereden bilecekti.
Nihayet yolumuz ıpıssız bir vadiye uğradı. Orada tasarladığım bir kuyu vardı. Bu kuyu oldukça derin ve korkunçtu. İçine düşenin çıkmasına imkan yoktu. Nice can Yusuf'unu yutacak derinlikteydi. Adeta ağzını açmış bir canavara benziyordu.
Gökte güneş fokurduyor, yerde kumlar kavuruyordu. Çölün öldürücü sıcağı beynimizi kaynatmak üzereydi. Küt küt adımlarla yürüyerek kuyunun başına geldik. Kızım benim ürkek halimden şüphe etmişti. Yaralı keklikler misali titriyor, iri iri gözlerle yüzüme bakıyordu...
Ölüm kuyusu ağzına kadar su ile doluydu. Artık muradım hasıl olacak, ben bu kızdan ebedî olarak kurtulacaktım. Bu sırada kızımın elinden tutup suya bakması için kuyu ağzına kadar getirdim. Masum yavru, ak güvercinler gibi titreyerek çığlığı bastı:
Vah başıma gelen!.. Demek babam beni boğmak istiyor, demek yine şeytan yol kesiyor?.. Demek ben de sırf kız olarak dünyaya geldiğim için ölüme mahkum ediliyorum?..
Bir an vicdanım harekete geçti, cehalet sisleri aralandı, akıl yayı oku attı. Onu bıraktım. Başımı iki ellerim arasına alıp düşünceye daldım...
İçimde bir acayip tufan, bir ateş seli... Bu kötü işten vazgeçmeyi murad ediyordum, fakat cehalet timsahı vicdan kuşunu yutuveriyordu. Lanetli İblîs de kulağımın dibinde tezgahını kurmuştu:
Sen, diyordu, ne beceriksiz adamsın!.. Bu kızı kuyuya atıp helak etmezsen, bir başkasının eline verecek, namusunu çiğneteceksin. O zaman daha mı iyi olacak? Kendine gel, onu buracıkta öldür, yüzünün akı ile evine dön!..
Şeytanın fitne davulu beyin zarımı çatlatmış olacak ki, bir canavar gibi kızımın üstüne atıldım. Onu sürükleye sürükleye kuyunun başına getirdim. Kız son bir gayretle çırpınıyor ve:
Ey babam, diyordu, kıyma bana!.. Benim günahım ne ki, ölüme layık görülüyorum!..
Artık ne akıl, ne idrak, ne vicdan çalışmıyordu. Kızımın çığlıkları çöllerde yankılar yapmaktaydı... Nihayet onu tepesi üzerine kuyunun içine atıverdim. Her şeye hayat kaynağı olan su, kızıma ölüm kıskacı oluvermişti. Karanlık su, çığlığıyla beraber kızı da yutuvermişti... Kuyunun dalgaları bir ip gibi kıvrım kıvrım kıvrılarak çocuğu dibe çekti...
Gözleri bulut gibi yaşlar döken sahabî, bir nefes durup yaşlı gözlerini Allah Rasûlünün mübarek yüzüne dikti ve şöyle devam etti.
Ey Allah'ın Rasûlü, ey eşi bulunmaz inci!.. Daha sonra Allah bize acıdı, bize kendi içimizden bir Peygamber gönderdi... Bizi Nübüvvetle şereflendirdi... Siz de bizi İslam ile, îman ile tezyin ettiniz. Ve evvelce işlediğimiz şeylerin ne kadar cahilce olduğunu anladık... Öyle de, vicdanım sızlayıp durmadadır... Yüreği yaralı bir baba, nasıl kederden kurtulur, hüzünden azade olur?..
Ey Nebiyyi Ahirzaman!.. İşte beni devamlı gam seline sürükleyen derdim budur!..
NİHAYETSİZ olan Mülkün Seyyidi ve Kevser Havuzunun Sahibi, bu yürek parçalayan sahneleri yeniden yaşıyormuş gibi titredi ve mübarek gözleri yaşlarla doldu.. Mecliste bulunan diğer sahabîler de hıçkırıklarını tutamıyorlardı...
Allah'ın Şerefli Nebisi, ona derin derin baktı "Senin günahın affolmaz" demedi.. Şöyle buyurdu:
Eğer cehalet devri günahları bağışlanmasaydı seni de aynı şekilde cezalandırmaktan geri kalmazdım!..
O karanlıktan bu aydınlığa eriş, işte Nebiler Sultanının sayesinde oldu. Taş kalbli insanları gözü yaşlı ceylanlar haline getirmek devleti O'na bahşedildi. O'nun muhabbetiyle gönüllerini yakanların sayısı gökteki yıldızların sayısını geçmiştir. İnsanlık alemi Peygamberler Peygamberini tanıdığı ve O'na bağlandığı gün kurtulacaktır...

Muhammed Hak Elçisi...
Nur, rahmet, sonsuz güzel,
Ey can, O' nu sev!..
Olmaz, hiçbir şey O'nsuz güzel!..

Mustafa Necati Bursalı
Altınoluk Dergisi

1987 - Subat, Sayı: 012, Sayfa: 035

İyiliğin Peşinden İmtihan Gelir

Salih bir zat vardı. Çok cömertti. Elinde avucundakileri muhtaçlara dağıttığı gibi, yardım isteyen fakirler olursa, onlara belli etmeden, başkalarından kendi adına borç alır fakirlere hediye ederdi.
Bu zat bir gün hastalanır, yatağa düşer. Hastalığı gittikçe artar. Bunu duyan alacaklılar, onun ölüm döşeğinde olduğunu düşünerek başucuna dikildiler.
Salih zat bundan son derece utanmış, rahatsız olmuştu. Asık yüzlü, sıkıntılı tiplerle çevrili olması onu üzmüştü. Bir şeyler söylemek istedi ancak, bize para gerek, nasihat değil, diye susturuldu.
Bu sırada dışarıdan helva satan bir çocuğun sesi duyuldu. Salih zat, bir adamına seslenerek helvaları satın alıp ziyaretçilere ikram etmesini istedi. Görevli, çocuğun tepsisindeki bütün helvaları aldı. Ziyaretçilere ikram etti.
Herkes abus çehrelerle helvaları yediler. Çocuk gelip helvaların parasını istedi. Salih zat,
- Evlat bunları bana borç olarak yazar mısın? deyince çocuk tek kelime söylemeden dışarı çıktı, 50-100 metre ileride bir ağacın altına oturup sessizce ağlamaya başladı.
Oradan geçmekte olan şehrin valisi onu gördü, yanına gelip başını okşadı, niye ağladığını sordu. Çocuk olup biteni anlattı, o zata edebimden bir şey diyemedim ama,
- Ben bunları zaten borç olarak almıştım, nasıl ödeyeceğim, evime nasıl para götüreceğim?" diye ağlıyorum dedi. Vali, hasta yatan salih zatı yakından tanıyordu. Çocuğun parasını ödedi.
Çocuğa içi altın dolu yedi sekiz kese altın vererek gidip o salih zata vermesini söyledi. Altınlar eve gelince alacaklıların neşesi yerine geldi. Herkes alacağını tahsil etti. Ancak böyle aniden paranın gelmesine de bir anlam veremediler. Salih zat şu cevabı verdi: "Ben sıkıntı içindeydim. Siz de sıkıntı içindeydiniz. Buna bir de çocuğun üzüntüsü eklendi. Çocuğun edebi, tek kelime etmeden gitmesi, işi çözdü. Allahü teâlâ o masumun ihlası, edebi hürmetine sıkıntıları giderdi. İmtihanı kazanan o masum oldu.
Alacaklılar utanıp paraları tekrar vermek istediler. Ancak kabul etmedi.
- İnsan bir iyilik yaptığında samimiyetinin belli olması için peş peşe imtihanlardan geçirilir. Hatta iyilik yaptıklarından küfranı nimet görür. Eğer sabrederse iyiliğinin karşılığını kat kat alır. Sizler bir iyilik yaptınız. Ama sabredemediniz. Eşyanın hakikati görüldükten sonra pişman oldunuz, dedi.

Nuh Tufanı Ve Kediyle Köpek

Nûh Peygamber Tufan hadisesi başlamadan önce bir gemi inşâ ettirdi. Bu gemiye bütün yeryüzü canlılarından birer çift aldı. Gemi tamamen dolmuştu. Onun için de çiftlerin birbirleriyle cinsî birleşmede bulunmalarını yasakladı. Çünkü birleşirlerse üreyip gemiyi batırabilirlerdi.
Gemideki canlıların arasında kedi ile köpek de yer alıyordu. Köpek, Nûh peygamberin "Sakın cinsi münasebette bulunmayın. Çünkü batarız" diye sıkı talimatına rağmen bir gün dayanamayıp hemcinslerinden biriyle çiftleşir. Köpeğin çiftleştiğini gören kedi hemen gidip durumu Nûh peygambere bildirir. Hz. Nûh (a.s.) da köpeği çağırtarak iyece bir azarlar.
Fakat bir süre geçtikten sonra köpek dayanamayıp yine çiftleşir. Daima köpeğin hareketlerini kollayan kedi de durumu tekrar Hz. Nûh'a yetiştirir. Köpeği çağırtan Hz. Nûh (a.s.) yine kendisini iyice bir haşlar. Köpek bakar ki kurtuluş yolu yok, inkâra yeltenir. Ben böyle bir hareket yapmadım, diye ayak diretir. Kedi yaptı, köpek de yapmadım derken konu iyice arapsaçına döner. İşin böylesine kargacık burgacık bir hâl aldığı bu sırada kedi bütün kurnazlığını ortaya seren bir teklif atar. Nûh peygamber'e "Ey Allah elçisi!" der. "Ben köpeği sizin emrinizi çiğneyerek hem cinsiyle cinsi birleşmede bulunurken şu iki gözümle gördüm. Fakat o, inkâra yelteniyor, zararı yok. Mademki inkâr ediyor, siz de Allah'a yalvarıp yakararak onları size suçüstü göstermesini dileyin. Eminim ki o zaman onları yakalayacak ve kimin doğru söylediğini gözlerinizle göreceksiniz."
Bunun üzerine Nûh peygamber Allah'a dua ve niyaz eder. Der ki, "Ey Rabbim! Köpekler emirlerime ayak uydurmuyor. Suçlarını yüzlerine vurduğumda da inkâra kalkışıyorlar. Bana onlara suç işlerken göster de ben de bu konuda aydınlığa kavuşayım. Kimin haklı, kimin haksız olduğunu anlayayım."
Bu duanın üzerinden bir süre geçtikten sonra bir gün köpek yine nefsine hâkim olamayıp hem cinsiyle temasa geçer. Fakat artık Nûh peygamberin duası kabul olunmuş, o yüzden de kendilerini mutlaka suçüstü yakalayacaklardır. Kuvvet ve kudretine nihayet olmayan Allah (c.c.) birleşen köpeklere öyle bir illet verir ki çiftleşme esnasında uzun zaman bir türlü birbirlerinden kopamazlar. Öylesine kenetlenmişlerdir ki ne kadar didinseler ayrılmaları imkânsızdır.
Tabii durumu uzaktan seyreden kedi yine her zaman ki gibi haberi Hz. Nûh'a uçurmakta gecikmez. Durumu haber alan Hz. Nûh (a.s.) hemen olay yerine gelir ve köpekleri çiftleşme halindeyken görür. Köpek öylesine mahcup olur, öylesine utanır ki, o anda yer yarılsa hiç tereddüt etmeden dibine girecektir. Bunun üzerine kediye diş bilemeye başlar ve de ardından kedi için Allah'a şöyle beddua eder:
"Ey Rabbim! Benim rezaletim meydana çıktı. Yeteri kadar mahbup oldum. Fakat dilerim senden bu kediyi de cinsi münasebet sırasında bütün mahlukata karşı mahcup ve rezil edersin. Tıpkı beni ettiği gibi."
İçten ve yanık bir sesle dua eden köpeğin dileğini yüce Allah (c.c.) kabul eder. İşte o yüzden de kedi cinsi münasebette bulunurken acı feryatlarla bütün etrafı ayağa kaldırır. Çünkü köpeğin sırrını açmıştır. Çünkü söz taşıyıcılık ve dedikodu etmiştir.
İşte kedi gibi, mümin kardeşlerinin sırlarını yayan, ara bozmak için ona buna söz taşıyan, ötekini berikini çekiştirmekten zevk duyan kimselerin de yüce Allah (c.c.) kıyamet günü mahşer toplantısında, bütün yaratıkların huzurunda, tüm kusur ve günahlarını bir bir ortaya dökecektir.