Görünüşe Aldanma

Sehl İbni Sa’d radıyallahu anh şöyle diyor:
Birgün Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in bulunduğu yerden bir adam geçti. Allah’ın elçisi yanında oturana, “Şu adam hakkında ne dersin?” diye sordu. O da, “Bu adam, toplumun ileri gelen hatırlı bir kişidir. Vallahi o bir kızla evlenmek istese istegi yerine getirilir; birine aracılık etse ricası kabul edilir; konuşmaya kalksa, sözü dinlenir” diye cevap verdi. Hz. Peygamber birşey söylemedi. Sonra oradan biri daha geçti. Resul-i Ekrem yine yanında oturana, “Ya bu adam hakkında ne dersin?” diye sordu. Bu defa o sahabi, “Ey Allah’ın elçisi! Bu adam fakir Müslümanlardan biridir. Bir kızla evlenmek istese, ona istediğ kız verilmez. Birine aracılık etse, ricası kabul edilmez. Konuşmaya kalksa, sözü dinlenmez” dedi. Bunun üzerine Resul-i Ekrem şöyle buyurdu: “Bu fakir adam var ya, öteki gibi bir dünya dolusu adamdam daha hayırlıdır.”

Nur Kaynağın Anahtarı


Nur Kaynagin Anahtari
MEVLANA SHEYH NÂZIM AL-HAQQÂNÎ,

Lefke, Kibris, Sohbet Yaum al-ahad, ~ 20. Rabia ath-thani 1428 / 6. Mayis 2007

As-salamu‟alaikum!
As-salam qabla l-kalam!
Resulullah (s.a.v.) Peygamber, en çok saygi gören peygamber, en çok sevilen, en çok övülen peygamber, der ki: “Konusmadan önce Selam getirin”.
Bu onun sünnetidir, kutsal yoldur, insanlari cennete götürür. Resulallah‟in ögüdünü tutun, ve As-salamu „alaikum, söyleyin.
Insanlar, evliyalarin, destegini istemeleri lazim. Çünkü onlar bu dünyada olan herseyi ve gökleri yönetirler. Insanlar zayif ve destege ihtiyaçli oldugunu bilmelidirler. Ve bizler: “A‟udhu bi- llahi mina sh-shaitani r-rajim” dememiz lazim. Bilmemiz gerekiyor, kim o, bizlerin göklere ulasmamiz için yolumuzu kesen. Insanlarin bilmeleri lazim onun kim oldugunu. Düsmandir ki, insanlarin yollarini kesip Rabblerine ulasmamalari için ugrasan. Onlarin Yaraticisi Cenab‟i Allah. Bu yüzden, bizler “A‟udhu bi-llahi mina sh-shaitani r-rajim” dememiz lazim.
Ya Rab, bizler Seytandan sana siginiriz, çünkü o ilk isyan eden, senin Ilahi huzurunda “Kabul etmem, emir ettigini yapmayacagim” diyen yaratik idi. Göklerin ilk isyanci veya isyankâr yaratik Seytan idi.
Ve bizlerin “A‟udhu bi-llahi mina sh-shaitani r- rajim” dememiz lazim! Ya Rab, bizler Seytandan sana siginiriz, çünkü o Ilahi huzurunuzda kötü davranista bulundu, en kötüsünden!
Hiç kimse Ilahi huzurunda “Hayir!” diyemez. O kim ki, Rabbiyle, onun Yaraticisiyla tartissin! Bu nasil olabilir? Kötülerin en kötüsü olmalidir ki, Yardanla veya onun Yaraticisiyla tartisan. Bu nedir? Hangi yaratik ayaga kalkar ve der ki: “Ya Rabbim, emrettigin dogru degil, yalnistir. Nasil gidipte ona secde edigim, ben ki ondan binlerce ve binlerce sene önce yaratilmisim. Ben her zaman sizin Saninizi söylerim ve ibadet ederim. Ve benim itaatkâr olmam, belki Ilahi huzurunuzda kabul oldugunu zannederdim. Sizin için yaptiklarimi kabul edeçeginizi
düsünüyor ve ümit ediyordum ve Sizin tarafinizdan mükâfatlandirilacagimi bekliyordum. Fakat simdi görüyorum ki yeni bir yaratik yaratmissiniz. Oysa o Sizin için hiç bir sey yapmadi, bir secdesi bile yok. Ben ki yer ve göklerde Sizin için secdesiz bir yer birakmadim.
Ve ben Sizden mükâfat beklerken, bana diyorsunuz ki: “Kos, Âdeme (insanogluna) secde et, ona yönel.
Ilahi duyuru geldi: “Kimsin sen! Ilahi huzurumda bu harareti yapiyorsun. Kimsin sen! Yaradan‟inla tartismaya kalkiyorsun Seytan! Seytan git, sen kimsin Benimle tartisiyorsun. Çabuk çik Ilahi huzurumdan, hemen! Ben ki seni Ilahi huzurumda kabul ettim. Oysa sen simdi bunlari söylüyorsun, âlemlerin Rabbine, herseyi ve seni Yaratan‟a. Karsima geç ipte “Ben secde etmiyorum, ona hiç yönelmiyecegim diyorsun.” Defol, git, yaratiklarin en kötüsü!”
Ve o, o kadar kötü bir yarattik ki, âlemlerin Rabbini ve Yaradani‟ni umursamiyor ve Yaradani‟na diyor ki, „ben secde etmem‟.
Bu Âdem ogullarina ilk ders, bilmeleri lazim. O, yaratilmislarin en kötüsü!
Ve o Yaradan‟indan uzaklasip, geri döndü. Âdem, Hava ve onun nesillerine dogru yönelip, dedi ki; “Yemin ederim ki, beni bu duruma düsüren o yeni yaratiklarin pesinden kosacagim, ama Senden bir müddet istiyorum. Senin tarafindan görevlendirilmisleri beni sevmelerini saglayacagim, Seni dinlettirmeyecegim, sana itaat ettirmeyecegim ve sana secde ettirmiyecegim. Kötülügümü yapacagim, iyiligimi degil! Tüm insanogullarin, Âdem ve Havanin neslinden gelen herkesin içinde, sana kulluk yapan birini bulamiyacaksin.”
Ve Ben dedim ki: “Onlari, istedigin kadar kötü yola sürüklemeye çalis ve onlarin seninle tartismalarini sagla ve akibetlerinin ne olacaklarini tartistir.”
“Sana kulluk yapmamalari için elimden gelen her kötülüge basvuraçagim. Ve onlar kullugunu unuttuklari an, Senin onlara verecegin ve bana vermedigin, o gerçek huzuru, mükâfati alamayacaklar.”
Bu nedenle, ey insanlar, bunu düsünmeniz lazim. O sizin en kötü ve tehlikeli düsmaninizin oldugunu bilmeniz gerekir. Bu yüzden “Bismillahi r-rahmani r-rahim” den önce “A‟udhu bi-llahi mina sh-shaitani r-rajim” söyleyin!
Ey Rabbimiz, biz sana siginiriz. Bu tehlikeli düsmananin tuzaklarindan ve bizleri itaatkârliktan itaatkarsizliga sürüklemesinden koru.
Evet, “A‟udhu bi-llahi mina sh-shaitani r-rajim” demeniz gerekiyor.
Ya Rab, bizleri Yüce Saninizla bu kötü Seytana karsi koru. Bizleri öyle bir makama ulastir ki, bana ve bizlere ulasamazsin ve bizler bu kötü yaratigin tuzaklarina düsmeden
Size özgürce kulluk yapabilelim. Belki de yaratilmislarin en kötü yaratigidir! Ey
Rabbimiz bizleri koru.
Rabbimize karsi itaatten bahsettigimizde, bu itaatin temelidir.
Seytan bizi cagiriyor: “Gel, gel bana. Benim yoluma gel, ben seni nurlu hayata yöneltecegim.
Kazanacaksin ve özgürce bütün zevklerini yasayacaksin.”
Tuhh (Seyhimiz tükürüyor) inek seytan, ona tükürün (müridler tükürüyorlar)!
O lanetlenmis der ki: “Sizlere tuzaklar hazirlaya bildigim için çok mutluyum.”
Bizde diyoruz ki: “Senin tuzaklarin hiçbir seydir! Biz Rabbimize siginiriz. Allah‟in tuzaklari seni, senin tuzaklarini ve senin yolundan gidenleri yakalayacaktir. Sana yönelenler ayni senin gibidir ve bu dünyada bulunan Ilahi tuzaklara düseceklerdir!”
Allah bizi affetsin ve bizleri anladiysaniz, “Bismillahi r-rahmani r-rahim” söyleyin. Sonsuz seref vardir, Bismillahi r-rahmani r-rahim diyen herkese! Ya Rabbi bizleri, zayif kullarini, sereflendirdin! Çok çok zayif olmamiza ragmen, bizlere sonsuz deryalar bahsediyorsun.
Yüce Allah der ki: “Ey kullarim, eger bir zor duruma düserseniz, çözüm bulamazsaniz, Bana seslenin ve “Bismillahi r-rahmani r-rahim” deyin. Bu benim tarafimdan size verilen bir kiliç, bir güçtür. Bunu Seytan‟a ve onun askerlerine karsi kullanin. Seyhim ve müridleri 19 defa „Bismillahi r-rahmani r-rahim‟ söylüyorlar.”
Ne kadar tatli, ne kadar güçlüdür ki eger o kimse aya kalktiginda, eger her kim olursa olsun aya kalktiginda, eger zayif birisi aya kalktiginda bu sözü söylerse, kalkisi güçlü olur. Bu güç göklerden sana ulasir, ey insanoglu!
Fakat öyle aptallar da var ki seytani takip ederler. Birakin onu! Gelin ve “Bismillahi r- rahmani r-rahim” söyleyin!
Masallah‟Allah, SubhanAllah, SultanAllah, Yüce Rabbimiz bizlere seref vaadetti. Bu nedenle günde en az 40 defa: “Bismillahi r-rahmani r-rahim” deyin. Yüz (100) defa derseniz daha iyidir. Yüz
defa “Bismillahi r-rahmani r-rahim” demen, senin günde 24 saatin içinde 5 dakikani alir.
Fakat sana öyle güçler gelir ki, hem bedenini hem ruhunu gidalandirir.
Beyinsiz olmayin, bu anahtar sana göklerden vaad edilmistir. Her soruna çözüm getirir, kapali kapilari açar.
Yüce Allah vaad etmistir; “Kim ki „Bismillahi r- rahmani r-rahim‟ derse, onun kapali kapisini açarim.”
Celle Cellalu Hu sonsuza dek bütün kapilari açar. O‟nun kullari hazineler kullaniyorlar ise, dünyevi degil ama Ilahi hazineler kullaniyorlarsa, onlar için kapilar açilacaktir.
Ey insanlar gelin ve dinleyin, yeterince içki içtiniz, sarhos olacaksiniz! Hayir! Uyanik olmaniz lazim, uyanin, en az 40 defa “Bismillahi r-rahmani r-rahim” diyebilmeniz için zaman bulmaniz lazim! Eger günde 100 defa demek istiyorsaniz, o tamamdir.
Bazen insanlar bana gelip derler ki: “Ey Seyh efendi, bizler Tarikata kosuyoruz, Ilahi yola kosuyoruz, fakat bizim çabalarimiza ragmen hiç bir seye ulasamiyoruz. Siz bu konuda ne düsünüyorsunuz?
Bende derim ki: “Ben size bir sey verecegim.
Eger siz onu yapabilirseniz, sizler, gökten bir açilisa, hazir olacaksiniz.
“O nedir?”
“Sabah namazindan sonra günes dogana kadar 1000 defa “Bismillahi r-rahmani r-rahim” demeniz lazim ve bunu 40 gün boyunca yapacaksiniz. Ondan sonra gökten nur isiklari sana gelecektir, 40 gün boyunca bu isiklar kuvvetlenecektir ve en sonunda Melaik‟ut cennetinin ne oldugunu göreceksin.
Seyhimiz müridlerle sakalasip: “Ne zaman ezan okundugunda diyoruz ki, zamaniz yoktu. Bizler agliya cagiz, hiçbir sey göremedik.”
Sonra buyuruyor ki: “Ve Allah‟in izniyle, nasibimizde ne varsa yapacagiz”.
Ve 40 gün içinde bir nur gökten kalbe inecektir. Ve biz bu yolu takip edersek, bir kaynak bulacagiz, nurlarla dolu bir çesme. Bu dünyaya ait degildir, göklere aittir. Senin bir füze almana gerek kalmaz. Sen o kadar güçlü olacaksin ki, füzeleri bir saniye içinde yok edebileceksin.
O kadar güçlü bir yaratiksin, Fakat kendini bu güç kaynaga odaklanmiyorsun, oysa bu derece Yüce Allah‟tan bize vaad edilmistir. Kendimizi bu pürüze sokmuyoruz. Bu yüzden derler ki biz bittik.
Ey insanlar, bu nedenle sizlere önce kullugun temelini ögretiyoruz.
Eger biz temelini yapamiyorsak, Ilahi huzurunda hizmet yapamazsin! Bu yüzden, biz bir saglam temel yapmaya çalisiyoruz, o zaman sizlerde bunun üzerine insa edebilirsiniz, Allah bizi affetsin (âmin). Isin basinda olmamiz yeterlidir ve biz sadece: “Bismillahi r-rahmani r- rahim” söylüyoruz. Biz anlatiyoruz, fakat anlattiklarimizi da yasasak, belki önümüzdeki Pazar gün, önümüzdeki ay, önümüzdeki yil, önümüzdeki asir, fakat bu hiç bitmez. Ey insanlar sonsuz hayat için yaratilmissin. Sonsuz hayata ulasabilmek için çalis. Cenab‟i Allah sonsuzdur ve gercek kullarina bu sonsuz deryadan bir seyler vaat etmistir. Daima, Ilahi huzurunda bulunmamiz için, Allah bizi affetsin ve Efendilerin efendisi Seyyidina Muhammed‟in
(sallallahu aleyhi vesselam) yüzü suyu hürmetine,


Acaba Senin Halin Ne Olacak

Behlül Dana, Halife Harun Reşid’in huzuruna geldiği bir gün Halife o sırada tahtında yoktur. Fırsattan istifade Behlül Dana tahta geçer ve oturur. Biraz sonra da koruma görevlileri bir de bakarlar ki tahtta biri oturuyor, onu hemen aşağıya indiriverirler ve başlarlar dövmeye. Bir süre sonra halife gelir ve bakar ki Behlül ağlamaktadır.
Hemen sorar Behlül Dana’ya:
- “Niçin ağlıyorsun, ne oldu?” der.
Halife, cevap alamayınca, korumalara sorar bu kez:
- “Ne oldu buna?” diye sorar.
- Ey müminlerin emiri! Bu adamı sizin koltuğunuzda otururken gördük. Biz de akıllansın diye bir iki vurduk. Ondan dolayı ağlar.
Behlül Dana ise hemen söze karışır ve der ki:
- Ben o yüzden ağlamıyorum, senin halin için ağlıyorum. Ben ömrümde bir kez bu makama oturduğum için bu dayağı yedim. Sen ki her gün oturuyorsun, acaba ne kadar dayak yiyeceksin?
Bu hikaye halkın sorumluluğunu üzerine almış olanların işlerinin daha zor olduğunu, ona göre hareket etmeleri gerektiğini anlayabilmeleri içindir.

Ne Güzel Bir Tefekkür

Gecenin karanlığında uyandı. Kalktı, hemen pencereyi açtı.

“-Sübhânellezî yuhyil mevtâ ve hüve alâ külli şey’in kadîr.”
(Ölüleri dirilten ve her şeye gücü yeten Allâh’ı her türlü eksik ve noksan vasıftan tenzih ederim.) dedi.

Abdest aldı, biraz öyle kaldı. Seccadeye yöneldi, serdi, oturdu.Salavat getirdi, ellerini kaldırdı, boyun büktü, yalvardı. Birkaç damla gözyaşı döktü. İçini tesbihine döktü. Tesbih tanelerini gönlüne doldurdu, gönlü tesbih oldu.
Elini semânın uçsuz bucaksız derinliklerine kaldırdı, heybesini doldurdu.
Tevbe ve istiğfarda bulundu. Bütün zerreleri buna dâhil oldu.

“Estağfirullah el-azim”
(Sen ne kadar yüceler yücesisin, Sen’in mağfiretini dilerim.) derken kendisi küçüldü, küçüldü, eridi, kayboldu.

Sonra huzura alındı. Sanki cennet bahçelerinde salındı. Yüreği yandı, Rabbini hemencecik yanında sandı. Şimdi ne müthiş bir andı.

“-Allâh’ım özledim!..” derken gözünden yaşlar boşandı.

“Lâ ilâhe illâllâhu’l meliku’l hakku’l mübîn”
(Hiçbir ilâh yoktur, sadece apaçık bir hak ve her şeyin sahibi olan Allah vardır.) cümlesini tamamlayamadı.

Ağladı, ağladı…

“Muhammedü’r-Rasûlullâh es-Sâdık’ul va’di’l emîn”
(Va’dine sâdık, güvenilir ve Allâh’ın Rasûlü olan Muhammed!..) dedi, ferahladı.

Sanki Rasûlullah yanındaydı demin. Salavâta başladı, dili tatlandı, salavât katlandı, o kanatlandı.

“Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim.”
(Ey Yüce Allâh’ım!.. Seyyidimiz, Efendimiz Muhammed’e, O’nun âilesine, ashâbına salât ü selâm olsun!..)

Rasûlullâh’ı görüyormuş gibi gözünde canlandırdı. Ayakları yerden kesildi, sanki Rasûlullâh’ın kalbine girdi.
Orada kendini gördü. Sûreler okuyup Allâh’ın Habîbi’ne hediye etti.
Sonra gecenin derinliğinde, ölümün soğukluğunu düşündü.

“-Tefekkür-i mevt.” dedi.
İçi titredi. Sanki sur üzerine üflendi. Öldü, dirildi, telkin verildi. Kefen biçildi, salâ söylendi.
Azrail’i gördü, sanki yakın tanıdığıymış gibi bir sıcaklık hissetti. Mezara girdi.
Hiç kimsenin olmadığı, yalnızlar ve garipler mekânı burası…

Elhamdülillah, îmânı vardı. Bunun en büyük kâr olduğunu bilse de onu bir korku sardı. Sarardı…
Allâh’ın izniyle amelleri, ona arkadaş olacaktı. Mahşere çıktı, mizana baktı, dizleri titredi, cehennem kükredi.

Rabbinin huzurunda durdu. Ve suâl olundu:
“-Ne getirdin?”
Yutkundu, yutkundu…
“-Gariplik.” diyebildi.

O gün orada Allah, mü’minleri rahmetinin içine alacak elbet… Ama rahmeti gibi gazabı da şiddetli olacak!..
Mücrimler kaçacak yer arayacak, her yer daralacak. O da endişe içinde Rasûl’ünü aradı.
Mahşer meydanında koşuştururken nûrdan bir topluluğa rastladı.
Hepsinin önünde Âlemlerin Efendisi’ni gördü. Kalbini, O’nun kalbine rabtetti.
Öylece kala kaldı. Nebevî feyz, bütün rûhunu sardı. Rabbi’ne yakınlaştı, huzur deryasına daldı.

Bu tefekkürden ayrılıp, biraz önce tattığı beraberliği namazla taçlandırmak istedi. Tam seher vaktiydi.
Üç kalbi birleştirdi. İnsanın kalbi, gecenin kalbi, Kur’ân’ın kalbi… Üç gül derdi.
Birini Rabbi’ne, birini Rasûl’üne, birini üstâdına verdi. İkisi gonca, birisi tam yedi verendi.
Yeniden tesbihini eline aldı. Dili hep damağında kaldı.

“-Allah, Allah, Allah!..” nağmeleri, inci taneleri gibi kalbinden döküldü. Zikrin tadını buldu.
Kalbinde ayrı bir sıcaklık duydu. Zikirle mutmain olmak bu muydu? Mânevî tahsil yapıyordu.
Her sınıfta farklı dersler görüyordu. Kağıt, kalem ve satırlar kullanılmıyordu bu tahsilde…
Derslerin mahalli kalpler ve sadırlar idi.

Diplomasını en büyük muallim olan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- verecekti.
Heyecanı kat be kat arttı. Rûhunun yelkenleri dalgalandı. Yolun sonu yok, mânevî ufuklar engin…
Bu yolculuk sonsuzluğa, bu yolculuk sonsuz huzura…

Ne mutlu, yüz akı ile âhirete göç edebilenlere!.. Ne mutlu sıratı geçebilenlere, âb-ı Kevser’den doyasıya içebilenlere!..

Hani Sen Camiye Gelmeyecektin

Yolda karşılaştığımızda ezan okunuyordu.

-Gel seni camiye götüreyim, dedim. Bugün Cuma biliyorsun.

-Sen de benim camiye gitmediğimi biliyorsun, dedi

-Biliyorum ama, sebebini gerçekten merak ediyorum.

-Ne bileyim olmuyor işte, dedi.Hem pantolonumun ütüsü bozulup, dizleri çıkar diye endişe ediyorum.Gayri ihtiyari gülmeye başladım.

-Herhalde şaka yapıyorsun, dedim. Bunun için cami terk edilir mi?

-Ciddi söylüyorum, dedi. Giyimime ve özellikle yeşile düşkün olduğumu bilirsin.

Gerçekten öyleydi. Giydiği birbirinden güzel elbiseleri mutlaka yeşilin bir başka tonundan seçer ve her zaman ütülü tutardı.

-Peki, dedim.Hayatında hiç camiye gitmedin mi?

-Çocukken dedemle birkaç kere gitmiştim, dedi. Hem o yaşlarda dizlerim aşınacak diye herhalde endişe etmiyordum. Fakat artık camiye gidebileceğimi zannetmiyorum.

Söyledikleri beni son derece şaşırtmış ve bu konuyu açtığıma pişman etmişti. Daha sonra el sıkışıp ayrıldık.

Onunla konuşmamızdan 2 ay sonra, kendisinin camide olduğunu söylediler. Hemen gittim. Bahçedeki namaz saflarının en önünde duruyordu ve üzerinde yine yeşiller vardı.

Yavaşça yanına yaklaştım ve kısık bir sesle:

-Hani, dedim. Camiye gelmeyecektin?

Hiç sesini çıkarmadı. Çünkü musalla taşının üzerinde, yeşil örtülü bir tabut içinde yatıyordu.

Bir Fincan Kahvenin

Yine birgün sınıfta sohbetteyiz.
– Atalar “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır.” Demişler. Kim için?
– Hatırdan anlayan adam için.
Nankörler için lafa gerek yok. Onlar önce laftan anlayan adam olmalı.
– Hatır ne demek?
– Sözlükler hatır için Zihin. Fikir. Gönül. Kalb. Hal. Tedbir. Saygı, Vesvese gibi manalar veriyor.

Buna göre atasözünün manası herhalde şöyledir: bir fincan kahve kadar az da olsa iyilik gördüğün insanı ve iyiliğini unutma, onu aklında, gönlünde yaşat, o iyilik ve ikram adına o adama saygılı davran, yeri gelirse daha güzeliyle karşılık vermeye çalış. Insanlık, adamlık bunu gerektirir. Insanlar hep böyle olurlarsa, toplum terbiyesini kazanmış demektir ve o toplum bahtiyar ve mutlu bir toplumdur.

Bir arap atasözü de “insan ihsanın kuludur” şeklindedir. Ihsan, yani iyilik, lütuf, bağış.

Size bir misal vereyim mi?
Bir adam var. Kendisi çok zengin. Malı iyilikle eksilecek gibi değil. Aşağıya gelmiş. “bana bir öğrenci verin, hayatta ona destek vereyim” diyor. Anlattığına göre şimdi bir maaş, bir daire ve motorsiklet verecekmiş. Okul bitince de işi ve arabası hazır olacakmış. Belki evlenmesine de yardım eder.

Karşılığında sevgi ve saygıdan başka bir şey de istemiyor.
Şimdi siz bu adama içinizde nasıl duygular besler, nasıl karşılık vermek istersiniz?

- Hocam biz o adama ömür boyu minnettar kalırız. Hatta köle oluruz…
– Olunsa da yeridir zaten. Evet, bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı sayılmak gerekse, Allah bilir o adam ne kadarını hak etmiştir.
Ama bana öyle geliyor ki yapmazsınız bunu. Unutuverirsiniz adamı birkaç gün, yada yıl sonra.
– Unutmayız hocam, bu iyilik unutulur mu? Hem ayıp, hem de aptallık olur.
– Unutulur unutulur. “İnsanoğlu çiğ süt emmiş” derler. Nankör bir yanımız var bizim maalesef. Ayıp ve aptal bir yanımız var…
– Ama hocam bu kadar iyilik…
– Söyler misiniz, Allah Tealanın bize iyilik ve ikramları ne kadar?

Başta can olmak üzere, evren ve dünya, hava ve su, ana ve baba, insanlar ve hayvanlar, sebzeler ve meyveler, eşler ve evlatlar.. say sayabilirsen…

- Ne diyeceğinizi anladık hocam!
– Neyi anladınız?
– Ona bile doğru dürüst kul olmadıktan sonra, kuluna haydi haydi nankörlük yaparsınız diyeceksiniz.
– Soruyu değiştirelim mi?
– Evet.
– Şimdi bırakın o adamı da atözünü hatırlayın.
– Şu “bir fincan kahveyi” mi?
– Evet.
– Hatırladık hocam.
– Öyleyse Allah Tealanın kaç yıl hatırı sayılmalı?
– !…
– Evet kaç yıl?
– Cevap yok!
– Neden?
-Nimetleri sayılamıyacağına göre, hatırı da hesaba gelmez.
– Peki Allah Teala nın ne kadar hatırı vardır yanımızda?
– !….
– Peki bizim ne kadar hatırımız vardır O’nun yanında?
– Onu nerden bilebiliriz ki hocam?
– Biri bildiğine göre siz de bilebilirsiniz. Hatta sizin de bilmeniz gerekir.
– Biri nasıl bilmiş?
– Şöyle bilmiş: “Bakarım,” demiş, “Allah Teala’nın benim yanımda ne kadar hatırı varsa, benim de O’nun yanında o kadar hatırım vardır.”
– Amma zeki adammış. Nerden aklına gelmiş bu?
– Buna irfan derler. Allah Teala kalbinizi nurlandırırsa, kalbinizden dilinize böylesi hikmetler akar.
– Dersimizi aldık hocam. Allah Teala’ya hamdimiz, şükrümüz az. Kulluğumuzu biz de beğenmiyoruz ama, “o Allah’tır, bağışlar” diyorduk.
– O kendine düşeni yapar. Biz de kendimize düşeni yapmalıyız ama. Her an zikir, fikir ve şükürde olmalıyız.
– Evet, yapmalıyız.
– Öyleyse hadi bismillah derse…
Bismillah… Allah Teala adıyla yani. Ona dayanarak, O’na güvenerek, O’na sığınarak.

Hayat önce bir anlam kazanır o takdirde ve fevkalade kolaylaşır o zaman. Allah Teala adına yaşamak ve iş yapmak ne demek?!..
Ne yapsan yeridir, nasıl yapsan başarıdır, ne sonuç alsan müjde ve mükafat var.
Kulluk ne güzel!…
Sadece O’na kul ve ondan gayrıya bağımsızlık ve özgürlük…
Ne güzel!…

Siyah Yüzlü Gencin Evliliği

Siyah yüzlü gencin Evliliği
Yüzü simsiyahtı. Ama kendisi boyamamıştı ki! Kaldı ki, kalbi bembeyazdı. Buna rağmen onu basite alanlar vardı.
Dedi ki:
– Ya Resûlallah, yüzümün siyahlığı cennete girmeme mani midir?

– Asla!
– O halde beni niçin insanlar hor görüyorlar, kimse bana niçin kızını vermiyor?
– Amir bin Veheb’in evine git ve “Resûlullah selamı var, kerimeni bana nikahlamanı emretti” de.
Siyah yüzlü genç hemen adrestedir. Kızın yanında babaya selamı aynen tebliğ eder ve teklifi de açıkça anlatır.
Baba kızgın, hemen reddeder. Ancak, teklifi dinleyen kızcağız babasını ikaz eder:
– Babacığım, vahiy gelir de sonra seni mahcup eder. Ne biliyorsun bu olayı Rabbimin emretmediğini? Efendimiz (sav)’in o emri tebliğ buyurmadığını? Hemen git, Resûlullah’tan özür dile ve beni o gence nikâhla. Resûlullah’ın uygun bulduğunu ben de uygun bulurum.
Kızının ikazıyla mescide koşan baba özür diler:
– Söylediğinin doğru olup olmadığını bilmiyordum. Demek ki doğruymuş. Kızımı verdim. Şu anda nikahlısıdır.
Efendimizin gence emri:
– Git, evini hazırla, aile oturacak şekilde döşe.
– Benim ev döşeyecek tek dirhemim bile yok!..
– Öyle ise Ali’ye, Osman’a, Abdurrahman bin Avf’a git. Onlar sana ikişer yüz dirhem versinler.
Uçarcasına gider. Onların her biri, emredilenden fazla yardımda bulunurlar ve sıra çarşının yolunu tutmaya gelmiştir. Bir ev hazırlamak için gerekli para elde mevcut. Hele zevcesi, ümidinin de üstünde bir azizedir âdeta…
Çarşı yolunda hızla giderken kulağına bir ses gelir. Önce anlayamaz, duraklar ve nefesi kesilircesine dinler. Evet, evet yanlış anlamamıştır, doğrudur. Ses herkese ilan etmektedir:
– Ey kendini Allah(cc)’a asker bilen Müslümanlar!
Derhal atınıza binin, cihada yönelin. Ordu mescidin dışında beklemektedir. Siz böyle gün için varsınız dünyada! Düşman ani baskın yapacak!
Şimdi ne olacak?.. Cihada mı gitsin, evlenmeye mi?.. Yönünü hemen değiştirir, demirciler çarşısına gider. İlk işi bir kılıç, sonra bir zırh, daha sonra da bir at almak olur. Elindeki paranın hepsini de harcamıştır. Ama cihad için lazım olan silahını da tamamlamıştır…
Sıçradığı atının üzerinde kuş gibi uçar, bekleyen orduya toz duman içinde karışır.
– Bu genç, herhalde Bahreyn’den gelen biridir, derler. Ancak onun siyahlığını fark eden Resûlullah Aleyhisselam:
– Sen Saad mısın? buyurur.
– Evet, deyince de dua eder:
– Ceddine saadetler!..
Kumlu çöllerden geçilir, tozlu yollardan gidilir ve nihayet düşmanla müthiş bir savaş başlar… Herkes cesaretle ileri atılır. Ama içlerinden biri herkesten de cesaretle atılır; saldırdığı tarafın adamlarını sağa sola püskürtür. Neden sonra meydan sakinleşir, düşman kaçmış, müşrikler yok olmuşlardır. Şehitler tespit edilirken, bir ses:
– Allahü Ekber ! Evlenmek üzere olan Saad da şehit!
Efendimiz onun cesedi başına gelir, mahzun şekilde bakar:
– Seni Havz-ı Kevserimin başında bekleyeceğim!
Bir hayret nidası daha:
– Allahü Ekber !
Sonra döner, oradakilere hitap eder:
– Kılıcını, mızrağını ve atını alın, kendisini gönüllü olarak isteyen kızcağıza verin. Babasına da deyin ki:
– Kızını vermekte tereddüt ettiğin siyah yüzlü gence Allahü Teala cennet hurilerini lâyık gördü!
Ve hayret nidaları birbirini takip eder.

Hafız Fatma ( İbretlik )

İlkokulu bitirip kursa gelmişti. Ailesi kendi isteğiyle geldiğini söylemişti.
Kayıt için adını sorduğumda: “Fatma”, dedi. Hiç de çekinmeyen bir tavırla… Ve ekledi: “Eğer hafız yaptırmazsanız kayıt yaptırmak istemiyorum”. Böyle tehdit edercesine konuşması onu yaşından daha olgun gösteriyordu. Tebessümle:”Korkmayın küçük hanım siz isteyin hafız da yaparız, hoca da…” O küçük gözlerinin içi parıldadı birden.

Annesi: “- Hoca hanım kusuruna bakma hele sen, ille de hafız olcam der de başka bir şey demez. Bizim köyün hocasından duymuş. Peygamberimiz hafız olanlara cennette tac giydirilecek demiş herhalde. Siz daha iyi bilirsiniz ya köylü kafası, biz de bu kadar duyduk anladık.
Bu da çocuk işte”. “-Tabi teyze ne demek, keşke herkes sizin gibi duyduklarından etkilense de teslim olsa… Siz hiç merak etmeyin kızınız önce Allah’a sonra bize emanet.” Kadıncağız elime yapıştı, öpecekken geri çektim, utandım. Tuttum, ben onun elini öptüm.
Gözleri yaşardı. “-Hoca hanım bu eller, gözler hep günahlı, asıl sizinkiler öpülmeye layık”. “-Estağfirullah teyze”, dedim . O ahirette belli olur.
Bu konuşmadan sonra kaydını yaptığımda Fatma’nın Erzurumlu olduğunu öğrendim. Bir an düşündüm. “Küçük nasıl kalacak bu kadar buralarda”… Zaman ilerledikce Fatma’nın edepli tavırları daha da çok etkiledi beni. Azimliydi. Geceleri uykusunun arasında ayetleri sayıklarken görüyordum çoğu kez. Böyle devam ederken arada bir bana gelip soru soruyordu.
Bir gün: -”Hocam hafiz olmak için Kur’an’ı bitirmek mi lazım” diye sordu. Bende: -”Tabii ki hepsini ezberleyeceksin ki “hafız” adını alacaksın”. Bu cevabıma çok üzülmüş gibiydi. Bir şey demek istiyordu sanki… Teşekkür etti ve döndü arkasına gitti. Derslerim arasında onlara sürekli Kur’an ezberlemekle işin bitmeyeceğini mutlaka içindekileri uygulamanın gerektiğini hatırlatıyordum.
Talebelerden biri: -”Hocam” dedi. “Fatma’nin annesi ona abdestli olmayanın hafizlara dokunamayacağını söylemiş doğru mu?” diye sordu. Çok ilginç doğrusu. Maşallah dedim. “Osmanlı zamanında atalarımız Kur’an’a ve hafıza kıymet verdiklerinden öyle yaparmış” dedim. Çok hoşlarına gitmişti bu iş. Hepsi adeta kendilerini ulaşılması zor, kasa içindeki altın gibi görüyorlardı. “Görsünler” dedim içimden, bu yaşta buralara gelmişler. Allah’ın kelamını ezberliyorlar,onlara fazla görmem bunu.
Bu arada Fatma ara sıra rahatsızlanıyor ve revirde yatıyordu. Zaman geçtikçe Fatma’nın morali ve sağlığı daha da çok bozuluyordu. Bir gün dersini 2 kez aksatınca sordum. “Ne oldu yoksa anneni mi özledin?” -”Hayır”, dedi. -”Neden moralin bozuk? Sık sık ta hasta oluyorsun” dedim. “-Yanlış anlamayın, inanın ki annemi özleyipte gitmek istediğim yok. Burayı çok seviyorum. Allah’ımdan çok korkuyorum. Buraları terk edersem bana ahirette hesabını sormaz mı? ” Bir şey diyemedim. Suçlu bile hissettim kendimi.
O küçük kalpte bu ne imandi Ya Rabbi! Onu hayranlıkla izliyordum. Bir gün çok rahatsızlandı. Doktora götürmek zorunda kaldık. Bir çok tahlillerden sonra arkadaşim olan doktor hanım: -”Hoca hanım derhal bu talebeyi ailesinin yanına gönder ” dedi. Şaşkınlıkla:”Neden?” diye sordum. Bana: -”Belki üzülecek hatta inanmayacaksin ama, bu talebe “KANSER”.
Adeta başımdan aşaği kaynar sular dökülmüştü. Sanki her tarafımı şefkat sarmıştı. Hastahaneden ayrılırken Fatma’ya hiç bir şey diyemedim. Oysa anlamış gibi bana sorular sorup dikkatimi dağıtmaya çalışıyordu. Kulağıma egilerek “hocam” dedi. “Azrail insanların canını alırken nasıldır?” Ağlamamak için zor tutum kendimi: -”Güzel bir surettedir, mü’min kullara”, dedim Sevindi, sanki mırıldandı: “-Belki hafız olamam ama Elhamdulillah mü’minim.” diye. Şimdi anlamıştım, bana önceden sormuş olduğu soruyu. Demek ki hastalığını biliyordu. Hafız olmak için Kur’an’ı bitirmek gerektiğini söylediğimde neden üzüldüğünü şimdi anlamıştım.
Bir kaç gün sonra eşyalarını hazırlamaya başladık. Çünkü dayanılmaz acılar içinde olduğunu görüyorduk. Evine gitmesi gerekiyordu. Ailesi geldi. Fatma yanıma gelerek: -”Bana kızmadınız değil mi? Eğer söyleseydim belki kursa almazdınız”, -”Ne demek! nasıl kızarım sana: dedim. “Hem sonra, sakın üzülme hafızlığımı bitiremedim diye.
Bu yola girdin ya, Rabbim seni hafızlar zümresinden yazmıştır inşallah”, dedim, Öyle sevindi ki! sarıldı boynuma: -”Gerçekten ben şimdi hafız sayılırmıyım? Anne bak duydun değil mi?” Ya Rabbi bu ne aşktı. Rabbimin hikmeti tecelli etse de iyi olsaydı şu Fatma, ne güzel bir kul olurdu. Böylece Fatma’yı gözyaşları ile Erzurum’a uğurladık. Çok geçmedi. Bir iki hafta sonra ailesi ağırlaştığı haberini verdi. Bu bir iki hafta içinde ondan iki mektup almıştım. Bana hep hafızlık tacını merak ettiğini, rüyalarına bile girdiğini yazıyordu.
Bir gün sabah namazından sonra telefon çaldı. Fatma’nin annesiydi karşımdaki ses. Ağlamaklı bir sesle:-”Hoca hanım Fatma’yı uğurladık. Rica etsem bir hatim okurmusunuz?” deyince ben de dayanamadım ağlamaya başladım. Annesi beni teselli edercesine telefonu kapatmadan:-”Size ölmeden önce şunu söylememi istedi”, dedi. Hıçkırarak: “Anneciğim hocama söyle, Azrail söylediğinden de güzelmiş.”. “Ey Rabbim; senin kelamın için yanıp tutuşan, yoluna yapışıp kelamına SIMSIKI sarılan kulunu, sen son nefesinde yalnız bırakır mısın hiç?

Bilalin Yüreği

Birkaç yıl önce, bağlı bulunduğumuz Genel Müdürlük, dört arkadaşımla birlikte, beni bir ilimizde, memur statüsünde işçi almak üzere görevlendirmişti. Sözünü ettiğim ilde on personel alacaktık ve bunlar il müdürlüğü bünyesinde görevlendirilecekti. Biz beş arkadaş birleşerek, sözünü ettiğim ile gittik.
Önceden ayrılan bir misafirhaneye indik. İle gelişimizi kimsenin duymasını istemiyorduk. Beşimizin de kanaati oydu ki, hak edeni kazandıralım, siyasi ve diğer baskılara boyun eğmeyelim.
Biliyorduk ki, katılım yoğun olacak ve herkes bir referansla bizi rahatsız edecekti, çünkü Türkiye’nin gerçeği buydu. Bunun için çok dikkatli davranıyorduk.

İle ikindi vakti gittik. İkindi namazını kılmak için tarihi bir cami olup olmadığını sorduk. Biliyorduk ki bu ilimiz cami bakımından biraz fakirdi. Tarihi bir cami olduğunu söylediler. Beş arkadaş, arabamıza atlayarak oraya gittik.
Kimse bizi tanımıyor, zaten cami de şehrin biraz dışında. İkindi namazı kılınmış, caminin avlusu boş. Beşimiz de şadırvana oturarak abdest almaya başladık. Ayakkabılarımı çıkarıp çoraplarımı da sıyırmaya başlamıştım ki, ayaklarımın önüne bir takunya kondu.Bu takunyaları önüme kim bıraktı diye başımı kaldırınca, yüzüme tebessümle bakan, yirmibeş yaşlarında bir gençle karşılaştım:

“Ben buraları bilirim, siz yabancıya benziyorsunuz; namaz kılana hizmet, Allah’ın rızasını kazandırır. Allah kabul etsin!” dedi. Gencin tebessümü, davranışı bizi çok etkiledi.
Sordum: “Sen kimsin? Adın nedir?”
“Adım Bilâl. Bu mahallede oturuyorum.”
Bir an abdest almayı bırakarak, gençle ilgilenmeye başladım.
“Ne işle meşgulsün Bilâl?”
“Şimdilik işim yok. Ama inşallah yakında işe gireceğim.”
“Nasıl olacak o?” dedim.
Yüzüne huzurun ve mutluluğun tebessümünü kuşanarak:
“Üç gün sonra bir devlet dairesinin müdürlüğünde sınavla adam alınacak. Rabbim, oraya girmeyi nasip edecek inşallah” dedi.
Arkadaşlarım da abdest alırlarken, Bilâl’le aramızda geçen bu diyaloğa kulak vermişlerdi.
“Peki Bilâl, bu zamanda işe girmek zor, senin torpilin var mı? Referansın kim? İşe nasıl gireceksin?”
Bilâl’in o mütevekkil halini hiç unutamıyorum! Hepimizin üzerinde bomba tesiri oluşturacak sözü söyleyiverdi:
“Benim referansım Allah (cc)’tır; ne güzel vekildir O. Dün gece O’na dilekçemi sundum. Hiç yetimin duasını geri çevirir mi O?”

Yâ Rabbi! Ne işe tutulmuştuk! Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Gözlerimin buğulandığını ona göstermemeliydim.
“Bilâl, baban yok mu?”
“Yok, ben üç yaşındayken ölmüş. Anneciğim büyüttü beni.”
Temiz bir saflık üzerindeydi. Bütün söylediklerini gönülden söylüyordu. Bu, o kadar meydanda idi ki, kalbi adeta yüzüne vurmuştu.
“Askerliğini yaptın mı?”
“Yaptım ya, hem de çavuş olarak.”
“Evli misin Bilâl?” Bir anda gözleri yere düştü. Yine o mütevekkil hâli bütün yüzünü kaplamıştı.
“He ya, evli değil de sözlüyüm. İnşallah, işe girer girmez hemen düğünümü yapacağım!”
“Ama Bilâl, üç gün sonraki sınav için o kadar kesin konuşuyorsun ki, sanki kazanmış gibisin!”
Gözlerini ufka dikti, daldı, sustu ve biraz sonra:
“Ben Rabbimi seviyorum, inanıyorum ki O da beni seviyor. Seven sevene yardım etmez mi?”
Ona söyleyecek lâf bulamıyordum.

Allah, bizi kocaman kocaman (!) müdürleri, Bilâl kuluna hizmet etmek için oraya göndermişti, adeta. Kim müdür, kim garibandı?
Bilâl dilekçesini büyük makama verince, melekler harekete geçtiler, daireler, müdürler harekete geçtiler ve hep birlikte ona koşmaya başladılar; çünkü emir büyük makamdandı. Allah’a malik olan insanın mahrumiyeti söz konusu olabilir miydi?
Sormaya devam ettim:

“Bari Bilâl, evlenecek kız bulabildin mi? Bu zamanda hem yetim, hem de işsize kim kız verir ki?”
Başını salladı ve “doğru” diyerek ekledi:
“Zor nişanlandım ya. Allah razı olsun, kayınpederim olacak olan insan, “Sözde Müslüman” değil, hakiki mü’min. “Bu zamanda namazında-niyazında damat nerde bulunur, hem rızkı veren Allah’tır” dedi ve kızını bana verdi. Rabbim rızkımızı verecek inşallah.”

Bilâl lise mezunuydu. Üçyüz kişinin katıldığı yazılı sınavı başarıyla geçti. Ve bizler, önümüze sunulan -Bakanlık dahil- tüm referansları bir kenara koyarak, Bilâl’in referansını en öne koyduk.
Mülakât gününe kadar bizi göremedi. Mülâkata girdiğinde karşısında bizi görünce birden şaşırdı, yüzü kızardı ve gözleri yere düştü. Sessizliği bozdum: “Bilâl, bizi tanıdın mı?” “Evet!” “Peki ne diyeceksin şimdi?” Ağlamaya başladı. Çocuk gibi ağlıyordu. İster istemez bizler de ona uyduk. Hıçkırıklar boğazımızda düğümlenmişti. Bilâl, ellerini kaldırdı ve dua etmeye başladı:
“Ey Rabbim, ben niyazımı sana sunmuştum. Hâlimi sana açmıştım. Şimdi buradaki müdürlerime karşı mahcubum. Ey Allah’ım, ben senden başkasından istememeyi istedim, yine de öyleyim.”

Sessizlik odayı doldurmuştu. “Ne olur bana izin verin çıkayım” dedi. “Peki Bilâl” dedik, “Güle güle, Allah işini, aşını, eşini mübârek kılsın!”

Kefendeki Mektup

Abdürrahmân bin Avf (r.a) buyurdu. Hazret-i Ömer bir gece bir tulumu su ile doldurup, arkasına almış, Medîne-i Münevvere köylerine giderken yorulmuş. Ben dedim ki, -Ey emîr-el mü’minîn, yorulmuşsunuz! Bana ver, biraz da ben götüreyim. Buyurdu ki, -Eğer bugün sen benim tulumumun yükünü götürür isen, yarın benim günâhımın yükünü kim götürür. Dedim, -Senin ne yükün var ki, sen Resûlullahın (sav) yolu üzerine yürüyorsun. Buyurdu ki, -Ben Resûlullah hazretlerinin dostu o zemân olurum ki, bu hilâfetden başabaş kurtulayım.
Oğulları Abdüllah babasının vefâtlarından bir sene sonra onu rüyâda görmüş. Sabâhleyin başı açık dışarı gelip, Resûlullah (sav) hazretlerinin mescid-i şerîflerine vardı. Seslenip, dedi ki, -Ey Sahâbîler, toplanın. Babamın selâmını size getirdim. Hepsi toplandılar. Orada Abdüllah hazretleri buyurdu. -Dün gece babamı rü’yâda gördüm. Dün geceye kadar, babamın âhırete göç edişi bir sene oldu. Resûlullah (sav) hazretlerine babamı rüyâda göreyim niyyeti ile salevât getirirdim. Fekat, göremezdim. Tâ dün gece gördüm. Babamın yüzü değişmiş. Dedim, -Ey baba! Bu ne hâldir. Senin yüzünün rengi kırmızı idi. Dedi, -Ey oğul, şimdi kurtuldum. Şimdiye kadar muhâsebede idim. Dedim. -Ey baba nasıl hesâb olundun. -Hesâbın biri bitmeden biri başlıyordu. Hâl bir yere erişdi ki, beyt-ül-mâla âid sadaka develerinin bir yuları var idi. Birçok yerden bağlamışdım. Artık deveye takacak yeri kalmamışdı. Dışarı atmışdım. Cenâb-ı Rabbil âlemînden azarlayıcı hitâb geldi ki, niçin o yuları atdın. Müslimânların malını zâyi etdin. -Ey baba, bu itâbdan ne sebeble kurtuldun. Dedi ki, -Ey oğul! O mektûb sebebi ile ki, sana demişdim. Bu mektûbu benim kefenim arasına koy. O mektûb şu idi.
Bir gün Hasen ve Hüseyn (r.anhüma) hazretleri babamın yanına geldiler. Selâm verdiler. Oturdular. Babam, müslimânların işi ile meşgûl idi. Selâmlarını işitmedi. Sonra işi bitdi. -Buraya gelin. Onlar dediler, -Biz selâm verdik. Babam dedi, -İşitmedim. Babam kalkdı. Onların yanına vardı. Onların ikisi de ayağa kalkdılar. Babam ikisinin de elini öpdü. Hazîne ile meşgûl olan hizmetkâra buyurdu ki, -İki kaftan getir. Her birini birine giydir. Onlardan sonra özr dileyip, dedi ki, -Bizden râzı olun ki, bilmedik, kusûr etdik. Hasen ve Hüseyn (r.anhüma), babalarının huzûrlarına vardılar. Dediler ki, -Emîr-ül mü’minîn Ömer bize elbise verdi. Hazret-i Alî (k.v) çok memnûn oldu ve buyurdu ki, -Geri Emîr-ül mü’minîn huzûruna gidiniz. Söyleyin ki, bizim babamız der ki, Resûlullah (sav) hazretlerinden işitdim. Resûlullah buyurdu ki, (Ömer hayâtda iken, İslâmın nûrudur. Dünyâdan gidince de Cennet ehlinin çirâğıdır.) Hasen ve Hüseyn (r.anhüma) geldiler, haber verdiler. Hazret-i Ömer (r.a) dedi ki, -Siz ikiniz de onu babanızdan işitdiniz mi? Dediler, -Evet. Hazret-i Ömer oğluna dedi ki, -Yâ Abdüllah! Divit ve kalem ve kâğıd getir. Hasen ve Hüseynin (r.anhüma) babaları Alîden (ra) işitdikleri ve onun Resûlullahdan (sav) (Ömer hayâtda iken islâmın nûru, dünyâdan gidince de Cennet ehlinin çirâğıdır) buyurduğunu ve üçünün şehâdetlerini yaz. Üçünün de şehâdetlerini yazdılar. Sonra, oğluna: -Ey Abdüllah! Bunu, ben vefât edince, kefenim arasına, göğsüm üzerine koy ki, zor durumda kalınca imdâdıma yetişsin, buyurdu.

Paranın Geldiği Yer

Mübarek bir zata sorarlar: — Efendim, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitapları raflarda bekliyor. İnsanlar her şeye para veriyor, fakat Cennete götürecek olan bu kıymetli kitaplara neden para veremiyorlar?
O zat buyurur ki:
— Efendim, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitapları çok temizdir. Bunlara gidecek paranın da temiz olması, helal olması gerekir. Peygamber efendimiz, helal olmayan paranın hayırlı işte kullanılamayacağını, mesela doğru din kitabına gitmeyeceğini bildirmiştir. Kazancı bozuksa, parayı bozuk yere verir, bu kitaba para vermez. Helal para, helal yere gider. Karışık olan, karışık yere gider. İmam-ı a’zam hazretleri, (Paranın gittiği yerden, geldiği yer belli olur) buyuruyor. Eğer bir kimsenin parası hayra gitmiyorsa, o paranın hayırsız yerden geldiği anlaşılır.
Büyüklerimizin kitapları raflarda beklesin diye yazılmadı. O kadar emek, o kadar zahmet, raflarda garip bir vaziyette beklesin diye sarf edilmedi. Bu kitaplar raflar için değil insanlar içindir. Herkes okusun, dünya ve âhiret saadetine kavuşsun diye yazılmıştır. O büyük zatlar yaşasalardı üzülürlerdi. Madem insanlar şu veya bu sebeple alamıyor, o zaman iş bize düşüyor, onlara hediye olarak biz vereceğiz. Böylece üç sevaba kavuşacağız:
Birincisi, hediye vermek sevabına kavuşuruz.
İkincisi, insanları sevindirmek sevabına kavuşuruz. Hediyeyi alan sevinir. Bu da duaya vesile olur, bize dua eder.
Üçüncüsü, emr-i maruf sevabıdır. Cenab-ı Hakk’ın dininden bir kelime öğretmek veya öğretilmesine vesile olmak, yüz umre sevabına bedeldir. Umre için o kadar masraf yapılıyor, o kadar zahmet çekiliyor. Nakli esas alan bir kitap verince belki yüz bin umre sevabı alırız, çünkü umre nafile, emr-i maruf ise farzdır. Farzın yanında nafilenin hiç kıymeti yoktur. Denizde damla bile değildir. O insanın dinini, imanını öğrenmesine vesile olanın, ne kadar çok sevab alacağını düşünmelidir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir: (Bütün ibadetlere verilen sevab, Allah yolunda gazaya [cihada] verilen sevaba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Gazanın sevabı da, emr-i maruf ve nehy-i münker sevabı yanında, denize nazaran bir damla su gibidir.)
Emr-i marufu ve nehy-i münker vazifesini herkes lâyıkıyla yapamaz. Yanlış anlatma ve fitneye sebep olma tehlikesi vardır. Doğru yazılan bir din kitabı ise hemen herkese verilebilir. Bir kitap vermekle emr-i maruf ve nehy-i münker vazifesi yapılmış; az bir işle, tahmin edilemeyecek kadar büyük sevablara kavuşulmuş olur.

Allahı Bilmeye Yüz Delil

Fahreddîn-i Râzî Herat ve civarında bozuk inançları yaymakla meşgul olanlarla mücâdele ediyor, Müslümanlar’ı bunların tehlikelerine karşı korumaya çalışıyordu. Üç yüz kadar atlı talebe ve âlim ile Herat’a geldiğinde; hem devlet, hem din büyükleri akın akın ziyaretine gelmiş, alâka göstermişlerdi. Ama birileri vardı ki; ne geliyor, ne de gelme arzusu ızhâr ediyordu. Acaba Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin muhâliflerinden miydi?
Halktan bir zengin, bir gün Fahreddîn-i Râzî hazretlerini bahçesinde yemeğe dâvet etti. Maksadı; ziyaretine gelmeyen zâtı da orada bulundurup, görüşmelerini ve bir yanlış anlamanın meydana gelmemesini temin etmekti.
Fahreddîn-i Râzî hazretleri, yemekte karşılaştığı ziyaretine gelmeyen zâta,
- Niçin bizi ziyârete gelmediniz? diye sordu. Şöyle cevap verdi o zât:
- Ben fakirin biriyim. Ne ziyâretinize gelişim size bir şeref kazandırır, ne de gelmeyişim size bir şey kaybettirir. Siz mühim kimselerle meşgul olun.
Bu cevap Fahreddîn-i Râzî hazretlerini düşündürdü. Bu defa büsbütün meraklanarak ısrarla suallerini peşi peşine sıraladı:
- Bu, sıradan birinin sözüne benzemiyor. Kalbi-gönlü uyanık birinin cevabıdır bu. Şimdi daha çok meraklandım. Söyleyin lütfen niçin gelmiyorsunuz? Bize vermek istediğiniz bir mesajınız olmalı.
- Sen, ‘Müslümanlar’ın benim ziyâretime gelmeleri vâciptir’ diyormuşsun. Neden senin ziyâretine gelmek vâcip olsun?
- Ben ilim ehli biriyim. Benim ziyâretime gelenler aslında benim değil, ilmin ziyâretine gelmiş olurlar. Mücâdelemde bana yardımcı olmuş, beni desteklemiş sayılırlar.
- Öyle ise anlat bakalım… İlmin hedefi Allâh’ı bilmek olduğuna göre, nasıl biliyorsun Hazret-i Mevlâ’yı?
- Yüz delil ve burhan ile biliyorum Allah Teâlâ’yı…
- Peki öyleyse, söyler misin; burhan ve delil, şüpheleri gidermek için değil midir? Demek sende bu kadar şüphe varmış ki her birine delil aramış; ancak bu delillerle şüpheni gidermişsin. Halbuki Allahü zû’l-Celâl bana, öyle bir îman verdi ki; şüphenin zerresi bile kalbimde yoktur. Olmayan şeyi gidermek için ne diye delil ve burhan arayayım?
Bu cevaptan sonra bir suskunluk başlar. Neden sonra yerinden kalkan büyük müfessir Fahreddîn-i Râzî hazretleri,
- Uzat elini de öpeyim. Sen sıradan biri değil, bir îman ve ihlâs numûnesi mâneviyât sultânısın. Kim isen söyle de beni daha fazla merakta bırakma.
Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin kulağına eğilen birinin, fısıltı hâlinde söyledikleri şundan ibârettir:
- Konuştuğun zât, Necmüddîn-i Kübrâ hazretleridir.
Fahreddîn-i Râzî hazretleri hemen diz çöküp rica eder:
- Lütfen beni de kabul buyurun tâlipleriniz arasına da, ben de iştirak edeyim sohbetlerinize…
İşte zâhirî ilimle bâtınî ilmin farkı… İşte zâhirî ilim ehli ile, zû’l-cenâhayn olan mâneviyat erbâbının seviye ve dereceleri… Keza, aralarındaki diyaloğun güzelliği ve hakkı teslim ile neticelenişi… Ve, biribirlerine karşı olan nezâket ve saygıları…
Zamanımız ‘tartışmacıları’na örnek olması dileğiyle…

Kocasını Şikayet Eden Kadın

Kadının biri, bir gün Halife Ömer r.a.’a gelerek dedi ki:
- Ey müminlerin emiri sana insanların en iyisini şikayete geldim. Öyle birisi ki, amelde onu geçen veya onun kadar amel eden kimse pek azdır. Geceleri sabaha kadar namaz kılar, gündüzleri de hep oruçla geçirir…
Bu sözlerden sonra utancından asıl demek istediğini diyemedi ve:
- Ey müminlerin emiri , beni bağışla, diyerek çekildi.
Hz. Ömer:- İyi iyi , Allah senden razı olsun. Sen adamını çok güzel halleriyle övdün; artık onun hakkında fazla bir şey söylemen de gerekmez, dedi.
Kadın çıkıp gittikten sonra, orada hazır bulunan sahabi Kaab b. Sûr r.a. dedi ki:
- Ey müminlerin emiri, kadın utanıp asıl şikayetini sana söyleyemedi.
- Kadının ne şikayeti varmış ki?
- Kadın kocasından, kocalık vazifelerini yerine getirmiyor diye şikayette bulunuyor, fakat bunu açıkça söyleyemiyor.
Hz. Ömer kadını geri çağırdı. Kocasına da haber gönderip yanına getirtti. Sonra Kaab b. Sûr’a :
- Bunlar arasında sen hakemlik et, diye teklif etti. Kaab :
- Sen buradayken ben nasıl hakemlik yapabilirim, dedi. Hz. Ömer r.a

- Benim anlayamadığım inceliği sen anladın. Bunun için onları dinleyip aralarında gereken hükmü vermek de senin hakkındır, dedi.
Bunun üzerine Kaab o adama dedi ki:
- Allah Tealâ erkeklere hitaben: “Sizin için helal ve hoş olan kadınlardan ikişer, üçer ve dörder olarak nikahlayın” (Nisâ, 3) diye buyurduğuna göre, en çok üç gün peşpeşe oruç tutabilirsin; dördüncü günü tutmamaman gerekir. En çok da üç sabaha kadar ibadet edebilirsin; dördüncü gece eşinle beraber olmalısın.
Hz. Ömer r.a. Kaab’ın bu ince anlayışını beğendi ve:
- Senin bu buluşun öteki buluşundan da güzelmiş, dedi. Bu isabetli hükmü çok beğenen halife onu Basra kadısı yaptı.
Kadıncağız şikayetinde: “Kocam geceleri hep ibadet eder, gündüzleri oruç tutar” deyince, maksadı farketmeyen Hz. Ömer: “Kocanı bunlardan men mi edeyim?” demişti.
Kaynak: İbn Saad , et- Tabakâtü’l – Kebîr , 9/91.

Önemli Birisi

Herkes gitmiş, sadece Ahmed Bezentî kalmıştı. Böylesine bir yerde sona kalmak büyük bir saadet gibiydi. İmam Rıza’nın (a.s) sesi ne kadar da insanın içini okşuyordu:
-Ahmed Bezentî!.. Sen kal!
Evet, Ahmed sona kalmıştı. Gecenin ilerleyen saatlerinde İmam’ın evinde oturmuş, üstelik bir başına İmam’a ilmî sorular soruyor, tane tane cevaplar alıyor ve bunu kayda geçiyordu. Bir süre sonra Ahmed durdu. Kendi kendine “Artık sıkılmıştır” diye düşündü. Öyle ya, zaten gün boyu İmam’a soru sormuşlardı ve O da yılmadan cevap veriyordu. Gece olmasına rağmen bir de oturmuş, kendi de ona sorular soruyordu. “Vakit geç oldu, artık gitmeliyim, zaman soru sorma zamanı değil” diye düşündü yine. Yerinden kalktı ve İmam’a dönerek:
-Müsaadenizle efendim, artık geç oldu, dedi.
İmam Rıza (a.s) her zamanki gibi şefkatle karşısına geçip gülümsedi. Bir şey söylemedi, sadece gülümsedi. Ahmed ise karşısında adeta nurdan bir dağ görüyor gibiydi. Hayranlıkla efendisini seyrederken ansızın o gönül okşayan sesini işitti:
-Yanımızda kalmayı mı istersin, gitmeyi mi?
Ne söyleyeceğini şaşırmıştı. “Kalmak mı?” diye irkildi. “İmam Rıza gibi bir şahsiyetin evinde, bir gece ona misafir olmak!.. Allah’ım, ne büyük fazilet!” diye düşündü. Sonra utandı. Kalmak istiyordu, ama bir türlü söyleyemiyordu. İçinden “Kalırsam ne güzel olur! Bir gece İmam’ın evinde kalmak, benim için bir ömre bedeldir. Ama bunu nasıl söylerim? En iyisi kendisine bırakayım. Böylesi daha iyi!” diye geçirdi. İmam Rıza (a.s) ise hâlâ ona bakıyordu. Ahmed, biraz da sıkılarak cevap verdi:
-Efendimiz, siz neyi uygun görürseniz o olsun. Eğer kalın derseniz kalırım, gidin derseniz de giderim. İmam, hiç zaman kaybetmeden cevap verdi:
-Kalırsan daha iyi olur. Geceyi burada geçir.
Ahmed sevinmişti. İçindeki mutluluk gözlerinden okunuyordu. İmam, yatağını hazırlayıp ona gösterdi:
-Bu da senin yatağın!
Sonra kapıya doğru ilerledi. Ahmed, İmam’ı seyrederken yine düşünceye daldı. Kendi kendine hayaller kurmaya başlamıştı:
-Ne kadar da önemli biri olmuşsun Ahmed! Sence bundan sonra arkadaşların sana ne diyecekler?.. Sahi… Şimdiye kadar böyle bir saadet kime kısmet olmuş ki? Demek ki hepsinden öndeyim ve iyi bir makam elde etmişim, diye düşündü.
İmam ona “Allah’a ısmarladık” demişti ama o hâlâ kendi kendine konuşuyordu. Kapı tekrar açılınca bir anda İmam’ın gölgesini yanında buldu. Mum ışığının loş atmosferi altında kurduğu hayallerden sıyrılıp şaşkın bakışlarla İmam’a odaklandı. İmam yavaşça yanına eğilip elini eline aldı ve samimiyetle, hafifçe sıktı. Ahmed, bu sevginin verdiği duyguyla gözyaşlarına hâkim olamadı. İmam, Ahmed’in gözyaşları arasında konuşmaya başladı:
-Ey Ahmed, bir gün Emirülmüminin Ali (a.s), samimi dostlarından biri olan Sasaa b. Savhan’ın ziyaretine gitmişti. Kalkma vakti geldiğinde ona dedi ki: Ey Sasaa! Sakın seni ziyaret ettiğim için başkalarına karşı gururlanmayasın ve seninle görüştüm diye kendini onlardan üstün görmeyesin! Yalnız Allah’tan kork ve yalnız ondan çekin. Sadece Allah rızası için alçakgönüllü ol ki o da seni yüceltsin!
Ahmed şaşakalmıştı. İmam son kez elini sıkıp yanından ayrıldı. Onun ardından Ahmed de yerinden doğrulup gözünü aya ve yıldızlara dikti. O, efendisinin kendisine ne demek istediğini gayet iyi anlamıştı. Hâlâ ona hayrandı. Aya baktığında yine onun yüzünü görüyordu sanki. Sahi, dedi; benim İmam’ım ne kadar da aya benziyor!..

Babanın Oğluna Bedduası

İmam Hüseyin (as) şöyle buyuruyor:
“Ben babamla birlikte karanlık bir gecede Kâbe’yi tavaf ediyorduk. Kâbe’nin etrafı sakinleşmişti, ziyaretçiler uykuya dalmışlardı. Aniden yürek yakan bir ses duyduk. Biri Allah’ın dergâhına yönelerek insanı etkileyici içten bir acıyla yalvarıp ağlıyordu.”
Babam bana şöyle buyuru: “Ey Hüseyin! Allah’ın dergâhına sığınan, kırık kalple pişmanlık gözyaşı döken günahkâr bir kulun sesini duyuyor musun? Git onu bul benim yanıma getir.”
İmam Hüseyin (as) şöyle devam ediyor: Gecenin karanlığında Kâbe’nin etrafını gezdim, o adamı rükünle makam arasında namaz halinde buldum. Selam vererek şöyle dedim: “Ey Allah’ın pişman olan kulu! Babam Emir’ul- Muminin seni çağırıyor.” Bu sözü duyunca aceleyle namazını tamamladı. Onu babamın huzuruna götürdüm. Babam onun temiz elbise giymiş, yakışıklı bir genç olduğunu görerek şöyle buyurdu:
“Sen kimsin?”
Genç: “Ben bir arabım.”
Emir’ul- Muminin: “Durumun nasıldır? Neden öyle yakıcı bir şekilde ağlıyorsun?”
Genç: “Ey Emir’ul- Muminin! Babama isyan etmenin cezasını çekiyorum; onun bedduası yaşandımın temellerini sarstı, sağlık ve huzurumu elimden aldı.”
Emir’ul- Muminin: “Olay nedir?”
Genç: “Ben laubali bir gençtim, sürekli günah işliyordum, Allah’tan da hiç korkum yoktu. Bana karşı şefkatli olan yaşlı bir babam vardı. Bana her ne kadar nasihat etseydi, sözlerini dinlemezdim. Bana nasihat ettiği zaman, onu azarlıyordum, sövüyordum, bazen de dövüyordum.
Bir gün, bir yerde bir miktar para vardı, onu alıp harcamak için o paraya doğru gittim. Babam o parayı almama mani oldu. Ben de parayı zorla elinden alarak onu sert bir şekilde yere vurdum; o esnada babam ellerini dizlerine koyup kalkmak istedi, ama acı ve eziklikten yerden kalkamadı. Paraları alıp işime gittim. O anda, babam bütün arzularının yok olduğunu görüp Allah’ın evine (Kâbe’ye) giderek bana beddua edeceğine dair yemin etti.
Birkaç gün sonra da oruç tutup namaz kıldı. Daha sonra yolculuk için hazırlığını tamamlayıp Kâbe’ye yani buraya doğru hareket etti. Ben onu izliyordum; tavaf ettikten sonra Kâbe’nin perdesinden tutarak kırık bir kalp ve yakıcı bir ahla bana beddua etti.
Allah’a and olsun ki! Bedduası sona ermeden, bu bedbahtlığa yakalandım, böylece sağlık (nimeti) elimden alınmış oldu.”
Genç adam bu sırada gömleğini açarak bedeninin bir tarafının felç olduğunu gösterdi. Genç sözlerinin devamında şöyle dedi:
“Bu olaydan sonra bütün yaptıklarıma çok pişman oldum. Babamın yanına giderek özür diledim. Ama o kabul etmedi, kendi evine doğru gitti. Üç yıl bu durumla yaşadım, nihayet hac mevsiminin üçüncü yılı, babamdan, Kâbe’ye giderek bana beddua ettiği yerde benin için hayır dua etmesini ısrarla istedim.
Babam lütfederek benim bu ricamı kabul etti. Mekke’ye doğru hareket ettik. Seyyak çölüne yetiştiğimizde artık karanlık çöktü. Caddenin kenarından bir kuş aniden kanatlarını (çırparak) uçunca deve ürktü ve babamı yere attı. Babam taşların üzerine düştü, düşer düşmez de can verdi. Babamı o bölgede defnedip buraya geldim. Biliyorum benim bu kötü kaderim, babamın bedduası ve benden razı olmaması sebebiyledir.
Emir’ul- Muminin (as), gencin bu dertli hikâyesini duyduktan sonra şöyle buyurdular: “Senin feryadına koşacak olan, şimdi yetişmiştir; Resululah’tan (saa) duymuş olduğum duayı sana öğreteceğim; içerisinde Allah’ın ism-i azamı olan bu duayı kim okursa, Allah Teala onun duasını kabul eder; gam, üzüntü, hastalık ve fakirlik onun yaşandısından uzaklaşır, günahları ise bağışlanmış olur…” [1]
İmam Hüseyin (as), sözünün devamında şöyle buyuruyor:
Genç duayı alıp gitti. Zilhicce ayının onuncu gününün sabahı, sevinçli bir halde yanımıza geldi. Sağlığının düzelmiş olduğunu gördük.
Genç şöyle dedi: “Allah’a and olsun ki, Allah’ın ism-i azamı bu duadadır. Allah’a and olsun ki, duam kabul oldu, hacetim karşılandı.”
Emir’ul- Muminin (as) ondan, nasıl şifa bulduğunu açıklamasını istedi.
Genç şöyle dedi: “Zilhiccenin onuncu gecesinde, karanlık her tarafı sardığı herkesin uykuya daldığı bir vakitte, duayı elime alıp Allah’ın dergâhına yakararak gözyaşı döktüm. Kısa bir süre uyudum; uykuda Resulullah’ı (saa) gördüm; mübarek elini omzuma koyarak şöyle buyurdu:
“Alah’ın ism-i azamı hürmetine sağ- salim ol ve güzel bir yaşantın olsun.”
İkinci kez olarak gözlerim uykuya dalınca şöyle bir ses kulağımda çınladı: “Ey genç! Kalk artık. Allah’ın ism-i azamı ile yakardın ve duan kabul oldu.”
Ben uykudan uyandığımda kendimi sağ-salim gördüm.[2]
1-İmam’ın (as) ona öğrettiği dua, “Meşlul” adındaki meşhur bir duadır; merhum Şeyh Abbas-i Kummi, o duayı “Mefatih” kitabında nakletmiştir.
2-Bihar, c. 41, s. 225; c. 95, s. 295.

Küçük Kız ve Başörtüsü

Başörtüsü ile ilgili herkesin bir örtünüş hikâyesi ve daha sonrasında yaşadığı müsbet ya da menfî hadiseler vardır.
Kızım, başını henüz birinci sınıfa giderken örtmüştü. Yedi-sekiz yaşlarındaydı. Fırfırlı, süslü, güzel ve küçük başörtüleri vardı. Büyük, küçük herkesin ifadesi ile, başörtüsü çok yakışıyordu ona. Bazı büyük hanımlar, “Böyle güzel yakışsa biz de örtünürdük” diyorlardı ama, bu tabiî ki mazeretti. Sanki sadece yakışanlar örtermiş de, yakışmayanlar o emirden muaf tutulmuş gibi. Bazen de çok küçük olduğunu, daha sonra da örtse olabileceğini dile getirirlerdi. Bir gün dedim:
“şu anda başınızı örtmenize engel nedir?”
Dediler ki: “Yaşımız epey geçti, zor geliyor. Belki daha erken olsaydı, nefsimize zor gelmezdi.”
“Bakın, kendiniz îtiraf ettiniz işte, ben kızıma 15-16 yaşından sonra örtünmesini teklif etsem, belki zor gelecek, kabul etmekte zorlanacaktı.”
“Doğru!” dediler. Bu arada bir soru daha buldular.
“Birgün, bir kaç genç kız gelmişti, hemen yanımızdaki meslek lisesinden. Başörtüsü hakkında, ahiret, cennet ve cehennem hakkında çok çok konuştuk onlarla. Sonradan okul haricinde başlarını örtmeye başlamışlar. Onlar gittikten sonra kızımla başbaşa kalınca ona sordum. Biraz da örtünmesindeki şuur derecesini merak etmiştim. Acaba neyi, ne kadar anlıyordu?
“Kızım, sen daha pek küçüksün. istersen bir-iki sene sonra da örtünebilirsin. Seni zorlamış olmayalım, ne dersin?”
Bir an durakladı. Sonra gözlerinden inci gibi yaşlar dökülme ye başladı. “Anne, o kızlara anlatırken de dedin, ölüm ne vakitte gelecek belli değil. Beni cehenneme mi lâyık görüyorsun. Ya olur da ben böyle küçük yaşımda ölürsem, ALLAH’a ne cevap vereceğim? Ben başımı bir kere örttüm, artık açmam!”
Hanımlar ibretle dinlemişlerdi ve onlarında gözlerinde yaş vardı. Dedim ki, “şimdi şu cevap, şuursuz bir cevap mı? istemeyerek yaptığına dair ne hissettiniz?”
“Tamam. Zorlamadığınıza dair kanaat sahibi olduk. Zaten o küçük kız, fırsat buldukça, bahçede otururken herşeyi bize anlatıyor. Etkilenmiyor değiliz, ama yapamıyoruz işte. Ne mutlu ona!”
Bir gün kızımı bakkala yollamıştım. Daha sekiz yaşlarındaydı. çocukluk bu ya, başörtüsünü evde unutup gitmiş. Siparişlerini vermiş. Bakkal hazırlarken birden “Bakkal amca, sen hazırlayadur. Ben başörtümü evde unutmuşum! Gidip örtüp geleyim.!
“Kızım alacaklarını vereyim de, öyle git. O zaman örtersin.”
“Olmaz! Hemen gidip, almam lâzım. Gecikemem!”
Adamcağız hem gülmüş, hem düşünmüş. “Peki o halde, ört de gel başörtünü” demiş. Sonradan, bana da anlatmıştı bu hadiseyi bakkalımız. “çok hoşuma gitmişti onun şirin hali. Küçük ama, şuurlu” demişti.
Yine birgün bakkalda, son derece açık ve yaşlı bir bayan, küçücük kızıma çıkışmış: “Bak bana! Niye örtünüyorsun sen? Cevap ver!” demiş. Dükkân, müşteri dolu… Herkes sıra bekli- yor. Böyle amansızca soru soran bir kadına, çocuğun ne cevap vereceğini merak ederek, beklemeye başlamışlar. Kızım hiç bozuntuya vermeden, soruyu ona iâde ederken, “Siz neden örtünmüyorsunuz ki? Siz cevap verin, ben de cevap vereceğim!” Kadıncağız kızarmış. Hiçbir cevap veremeden, öylece donmuş kalmış. Alacaklarını almadan, çıkıp gitmiş. Eve gelince sormuştu kızım: “Anne ne o cevap verdi, ne de ben. Ama bakkaldaki herkes benim başımı okşadı, neden?”
işte böyle. çocuk bile olsa, başörtüsü ile ilgili birçok macerası çıkabiliyor demek. Hatırladıklarım bu kadar. Elbette daha pek çok vardı. Fakat, bunlar da epey ibretli, ne dersiniz?

Kör Sağır ve Çırak

Sebe şehri, çok büyük bir şehirdi. Öylesine büyüktü ki, büyüklüğü bir tepsi kadardı. Bu ulu ve büyük şehir, çok uzun olmasının yanında, çok da sağlamdı. Ama sağlamlığı bir soğan kadardı.
Sebe şehrinde sayısız insan ve diğer canlılar yaşardı. Fakat hepsi üç kişiden ibaretti. Onlardan biri kör, biri sağır, diğeri de çıplaktı.
Bir gün üçü bir aradayken kör: “Bakın şu taraftan atlı askerler geliyor. Hangi milletten, kaç kişi olduklarını görüyorum” dedi.
Sağır: “Evet evet, ben de seslerini duyuyorum, gizli açık ne konuşuyorlarsa işitiyorum” dedi.
Çıplak: “Eğer buraya gelirlerse şu uzun eteğimden keserler diye korkuyorum” diye söyledi.
Kör: “İşte yaklaştılar, haydi bizlere zararları dokunmadan kaçalım” diye arkadaşlarını uyarınca,
Sağır: “Evet, gürültüleri iyice yaklaştı” dedi.
Çıplak: “Haydi onlar bizi soymadan uzaklaşalım buralardan” diyerek harekete geçtiler.
Birlikte panik halinde şehri terk ederek, bir köye sığındılar. Karınları iyice acıkmıştı. O köyde, çok semiz bir kuş buldular. Fakat kuşun zerre kadar eti yoktu. O kuşu, oturup yediler. Karnı doymuş filler gibi şiştiler. Şişmanladılar. Âdeta birer fil gibi irileştiler. Dünyaya sığmayacak bir duruma geldiler. Daha sonra, o kocaman gövdeleriyle bir kapı çatlağından geçerek kayboldular.
Bu hikâyedeki sağır; hayattan çok şey isteyen, gözü doymayan, başkalarının ölümünü duyup, kendi ölümünü düşünmeyen insandır.
Uzağı gören kör de, hırs sahibi insanı temsil eder. Hırs sahibi insanlar kendi ayıplarını görmez, başkalarındaki kıl kadar hatayı araştırıp, ortaya dökerler.
Çıplak ise, gözü dünyadan başka bir şey görmeyenlerin durumuna örnektir. Dünyaya çıplak gelip, çıplak gideceğini bilen insan, nasıl olur da dünyevî kaygılarla kendini helâk eder? Dünya hayatı bir rüyadan ibaret olduğu gibi, dünyada servet sahibi olmak, rüyada define bulmaya benzer.
Bu hikâyedeki kapı çatlağından maksat, ölümdür. Ölüm yolu gizli, görünmez bir yoldur. İnsanlar doğarken ölümle nişanlanır, ölürken de evlenmiş olurlar. Gelinin süslenip koca evine götürüldüğü gibi, insanlar da ölünce techîz ve tekfin edilip âhirete yolcu edilir.

Kaynak: Mesnevi’de Geçen Hikâyeler – Hazreti Mevlâna Celaleddin-i Rûmi

Allah Diyen Gencin İbretlik Hikayesi

Fakir bir genç, padişahın kızına aşık olmuş.
Bu ümitsiz sevdasını gidip meşhur dervişine anlatarak yardım dilemiş. Derviş: “Evlâdım, şehrin girişinde tam yol ağzında otur, kim ne derse desin sadece ‘Allah’ diye cevap ver.” demiş.
Fakir genç, denileni yapmış. Günlerce, aylarca şehrin girişinde başka hiçbir kelime konuşmadan “Allah” demiş. Derviş, yiyeceğini, içeceğini her gün getiriyormuş. Zamanla “Allah” diyen genç halk arasında meşhur olmaya başlamış. Nihayet bir gün padişah da genci merak etmiş. Dervişten, genç hakkında bilgi istemiş.
Derviş, gencin devrin büyüklerinden olduğunu söylemiş. Padişah, kalkıp genci ziyarete gitmiş. “Kimsin?Derdin ne? Ne istersin?” demiş ise de, genç, padişaha karşı da “Allah” demekten vazgeçmemiş. Başka tek kelime konuşmamış.
Derviş akşam gencin yanına gelmiş. “Padişah sana “Kızımı vereyim” diyene kadar, sen ondan sakın ola ki bir istekte bulunma!” diye tembihte bulunmuş. Nihayet bir gün padişah gelip: “Ne istiyorsun, istiyorsan seni kızımla evlendireyim.” deyince,
Genç, dervişin şaşkın bakışları altında “Yok” demiş. Artık onu da istemiyorum.
Ben başka birisinin hatırı için Allah dedim, Allah devrin padişahını ayağıma getirip, benim gibi miskin bir gence kendi kızını teklif ettirdi.
Eğer Onun hatırı için Allah deseydim kim bilir ne olurdu?
Ben bundan böyle Ondan başkasını anmıyor, ondan başkasını istemiyorum.”demiş.