Anne Duası

Musa Aleyhisselam bir gün: Ya Rabbi, Cennet’te benim komsum kim olacak, bana bildir de gidip onunla görüseyim, dedi. Musa Aleyhisselama söyle vahiy geldi. Falan beldeye git! Orada çarsinin basinda bir kasap dükkanivar. O dükkanin sahibi olan kasabi gör! O veli bir kulumdur. Yalniz bilesin ki, onun çok önemli bir isi vardir. Çagirirsan gelmez. Iste o senin cennetteki komsundur. Musa Aleyhisselam hemen bildirilen yere gitti. Kasabi buldu ve ona Ben sana misafir geldim, dedi. Kasap Musa Aleyhisselami tanimiyordu.Ona Hos geldin deyip bir kenara oturttu. Dükkanda ki isi bitince de alip evine götürdü. Evinin bas kösesine otur tup çok ikramda bulundu.

Musa Aleyhisselam, ev sahibini dikkatle takip ediyordu. Ev sahibi kasabin ocakta çömlek içinde, et pisirdigini gördü. Et pisince çömlekteki eti küçük küçük parçalara ayirdi. Bunlari bir tabaga koyup, bir kenara birakti. Sonra bir et parçasi daha çikartip, onu da misafiri Musa Aleyhisselam’a ikram ederek dedi ki: ‘Benim önemli bir isim var. Sen beni bekleme yemegini ye’! Sonra da yanindan ayrildi.

Önemli bir isim var deyince, Musa Aleyhisselam, önemli isi nedir diye merak etti ve gizlice kasabi takip etti. Kasap Musa Aleyhisselam’in yanindan ayrildiktan sonra, yandaki odaya geçti. Duvarda asili duran büyük bir zembili indirdi. Zembilde çok ihtiyar, mecalsiz bir kadin vardi. Kadina küçük küçük parçaladigi etleri yedirdi.Karnini güzelce doyurduktan sonra, altindaki kirlenmis bezleri aldi yerinetemizlerini koydu. Sonra kirli bezleri yikayip astiktan sonra ellerini yikayip Musa Aleyhisselam’in yanina geldi, Daha yemege baslamadı ğını görenkasap sordu.

‘Niçin yemeğe baslamadiniz’? ‘Musa Aleyhisselam Sen bana zembildeki sirri söylemedikçe bir lokma bile yemem’. Dedi. ‘Mademki merakettin anlatayim’: Ey misafir, bu zembildeki benim yasli annemdir. Çok yasli oldugu için takatten düstü. Evde bakacak baska kimsem de yok. Evlenecegim, fakat hanimim annemi incitir, onu üzer diye evlenemiyorum.

Işe gittigimde herhangi bir hayvanin kendisine zarar vermemesi için onu gördügün gibi bir zembile koydum. Her gün gelip iki ögün yemek yediriyorum. Diger hizmetlerini de görüp gönül rahatligiyla işime gidiyorum. Bunun üzerine Musa Aleyhisselam dedi ki: ‘Ancak anlamadigim bir sey daha var’. Sen annene yemek yedirip su içirdikten sonra, dudaklarini kipirdatip birseyler söyledi, sen de AMIN dedin. Annen ne söyledi ki amin dedin ?

Annem, her hizmet edisimde Allah seni Cennette Musa Aleyhisselam’a komsu eylesin diye dua eder. Ben , hiç ihtimal vermedigim halde, bu güzel duaya amin derim. Ben kimim ki, O büyük Peygamberle komsuluk edebileyim. Onunla komsuluk edebilecek ne amelim var ki. O zamana kadar kim oldugunu saklayan Musa Aleyhisselam, buyurdu ki : ‘Ey Allahin sevgili kulu, ben Musa’yim. Beni sana Allah-u Tealâ gönderdi. Annenin rizasini kazandigin için Cennet-i Â’lâyi ve orada bana komsu olmayi kazandin’. Kasap hemen kalkip Musa

Aleyhisselamin elini öptü ve sevinç içinde yemegini yedi. Allah-u Tealâ sizleri ANNE şefkatinden mahrum etmesin ve ANNE bedduasindan uzak kilsin.

aminnnnnnnnnnnn................

Misafire İkramın Değeri

Eskilerden biri akşam yemeğini sarayda yemek üzere halifenin davetlisiydi. Hızlı hızlı saraya doğru giderken önüne biri çıktı. Önüne çıkan adama kim olduğunu sordu. Adam:
- Ben yolcuyum. Buranın yabancısıyım. Aç ve yorgunum, dedi. O da:
- Ben halifenin davetlisiyim. Gel beraber gidelim, dediyse de misafir:
- Benim halife ile ne işim olacak. Senin bana vereceğin bir tas çorban varsa ver, yoksa bırak, deyince fazla ilgilenmeyip saraya doğru yöneldi.

Davetten sonra dönüşte baktı ki, adam bir kenara kıvrılmış uyuyor. Uyandırmak istemedi ve "Sabah uyanacağı vakitte gelir ve karnını doyururum" diye düşündü, evine gitti, yattı ve uyudu.

O gece bir rüya gördü. Kendisi bir çöldeydi. Yüzünden ışıklar saçılan büyük bir kalabalık ve o kalabalığın önünde de daha nurlu bir zat bulunuyordu. Bunların kimler olduğunu sordu. Kendisine:

- Bunlar 124 bin Peygamberdir. En önde olan da son Peygamber Hazreti Muhammed Mustafa (s.a.v.) dır, dediler.

Hemen Peygamberimiz'in elini öpmek istediyse de, Peygamberimiz elini vermedi. Ve buyurdu ki:

- Biz, sevdiklerimizden bir tas çorbayı esirgeyenlere elimizi vermeyiz.

Uyanır uyanmaz hemen akşamki yabancıyı bulmak için koştu. O, henüz kalkmış ve yola koyulmuştu. Geri çevirmeye uğraştı ve "Ne olur bir tas çorbamı iç" diye yalvardı. Yabancı adam ısrarlara rağmen kabul etmedi ve şöyle dedi.

- Senin bir tas çorba vermen için illâ da 124 bin Peygamberi seferber mi etmek lâzım? O güçte olmayanlar ne yapacaklar?

Bundan sonra o zat rastladığı hiç bir misafire yemek ikram etmeden göndermezdi. Hatta kendisine misafir olup yemeğini yemesi için yalvarırdı.

Kabağın Asıl Sahibi

Vaktiyle bir derviş, nefis terbiyesinin çeşitli merhalelerinden geçtikten sonra, bağlı olduğu tarikatın büyüğü tarafından bir berbere gönderilir. Dervişten saçını dibinden kazıtması, sakal ve bıyığını ise alabildiğine kısaltması istenmiştir. Tereddütsüz bir şekilde berber koltuğuna oturan derviş:

“-Vur usturayı berber efendi!..” der.

Berber, dervişin saçlarını kazımaya başlar. Derviş de aynada kendini takip etmektedir. Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır. Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak:

“-Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım!..” diye kükrer.
Dervişlik bu... Sövene dilsiz, vurana elsiz gerek. Ses çıkarmaz, biraz çaresiz, biraz mütevekkil usulca kalkar yerinden.

Berber, bu gariban müşterisine karşı mahcup olmakla beraber kabadayının pervâsızlığından da korkmuştur. Ses çıkaramaz.

Kabadayı koltuğa oturur, berber tıraşa baslar. Fakat küstah kabadayı, tıraş esnasında da boş durmaz; sürekli aşağılar dervişi, alay eder:
“-Kabak aşağı, kabak yukarı!..”

Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkândan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası, yokuştan aşağı hızla kabadayının üzerine doğru gelir. Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir, kabadayının karnına batıverir. Kaşla göz arasında babayiğit kabadayı oracığa yığılır kalır. Ölmüştür. Herkes bir anda olup biten bu olayın hayret ve şaşkınlığı içindedir. Berber de şok olmuştur; bir manzaraya, bir dervişe bakar ve gayr-i ihtiyarî sorar:

“-Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?!.”

Derviş mahzun, düşünceli cevap verir:

“-Vallâhi gücenmedim ona. Hakkımı da helâl etmiştim.
Gel gör ki, kabağın bir de sâhibi var. O gücenmiş olmalı!..

Taş Kafa Boş Kafa Hoş Kafa

Behlül Dânâ, bir mezarlıkta bulduğu üç kurukafayı zembiline koymuş ve pazara getirip "Satıyorum" diye bağırmaya başlamış.

"Satıyorum, alan var mı?"

Meraklılar başına toplanıp fiyatını sormuşlar:

"Birincisi parasız,
ikincisi ise sudan ucuzdur", demiş.
"Ama üçüncüsünü hiç sormayın... O, ağırlığınca paradır."

Sebebini merak etmişler. Birincisini gösterip:

" Bu gördüğünüz "Taşkafa"dır demiş, nasihata bile yanaşmazdı. O yüzden beş para etmez.

İkincisi de "Boşkafa"dır, nasîhat istemesine rağmen onları tutmazdı; üç-beş kuruş verenin elinde kalır.

Üçüncüsü ise "Hoşkafa"dır ki, buna "Kâmil kafa" da diyebiliriz. Hem ameli, hem de ihlâsı vardı; hedefi ise Allah rızâsıydı. O yüzden kurusu bile Altın değerindedir.

Allah Hep Bizimle

Bir gün, bir adam ellerini açıp yalvardı:

- ‘”Allah’ım benimle konuş!'’ dedi.

Tam o sırada bir çayırkuşu adamın bahçesinde en son şarkısını söylüyordu, ama adam çayırkuşuna kulak vermedi ve devam etti yakarmaya:

- ‘’Allah’ım benimle konuş!'’

Az sonra hava kapandı, gök gürültüsü ve şimşekle birlikte yağmur yağmaya başladı. Fakat adam dinlemedi, yakarmaya devam etti:

- ‘’Allah’ım! Seni görmeme izin ver!'’

O böyle yalvarırken, sağanak yağmur sona ermiş ve güneş bütün ihtişamıyla ışıklarını adamın evine kadar taşımaya başlamıştı. Fakat adam bu manzaraya aldırmadı bile. Her gün gördüğü bir şey değil miydi bu?

Yalvarmaya devam etti:

- ‘’Bana bir mucize göster Allah’ım!'’

O böyle yalvarırken, yakınlardaki evlerden birinden yeni doğmuş bir çocuğun ağlayışları geliyordu kulağına, ama adam bunu da farketmedi.

üzüntüden ağladı adam:

- ‘’Allah’ım, cevap ver bana! Burada olduğunu bilmemi sağla.'’

O sıra, bir kelebek adamın koluna kondu ama adam öbür eliyle kelebeği iteleyip kovdu ve ağlamaya devam etti:

- ‘’ Allah’ım neden bana cevap vermiyorsun?'’
Yazar: Ravindre K. Kamani

30 Yıl Yakan Ateş

Sırrı-i Sekati Hazretleri’ne:

- “Ya şeyh, sizin hiç hatanız olmadı mı?” diye sordular.

- “Kardeşlerim, bir hata işledim ki ateşi otuz yıldır yüreğimi yakmaktadır. Hatırladığımda kalbim duracak gibi oluyor” dedi. Müslümanlar merak ettiler:

- “O hata ne idi?”

- “Otuz yıl önce Bağdat’ta büyük bir yangın çıktı. Benim dükkanımın da bulunduğu büyük bir çarşı yandı. O sırada ben orda değildim. Bana bütün komşuların dükkanının yandığını, benimkine bir şey olmadığını haber verdiler. Sevindim, “Elhamdülillah” diyerek Rabb’ime hamdettim. Fakat hemen aklıma diğer Müslümanları bırakıp sadece kendimi düşündüğüm geldi ve çok utandım. Derhal tövbe istiğfar ettim. Kefaret olarak dükkanımdaki bütün malları fakirlere dağıttım. Lakin otuz yıldır, o bir anlık bencilliğim kalbimden hiç çıkmadı, ateşi beni hep yaktı” dedi.

Düşmanı İçin Dostunu Azarlayan

Abdullah b. Mübarek Hazretleri bir vakit savaşa katılmıştı. Savaşta karşısına çok zorlu bir düşman askeri çıkmıştı. Bu düşman askeri ile uzun bir mücadeleye girişir. Birebir bu savaş o kadar sürer ki, vakit namazı girmiş ve geçmek üzeredir. İbnü’l–Mübarek Hazretleri düşmanına der ki:

– Şu kadar zamandır çarpışıyoruz, birbirimize üstünlük sağlayamadık, benim namaz vaktim girdi ve de geçmek üzeredir. İzin ver, ben namazımı kılayım, sonra çarpışmaya devam edelim.” Düşmanı bu öneriyi kabul eder ve İbnü’l–Mübarek Hazretleri namaza durur. Namazı bitip çarpışmaya başlayacakları sırada bu sefer de düşmandan bir öneri gelir:

– Sen ibadetini yaptın, bana da müsaade et, ben de putlarıma gerekli tazimde bulunayım.” Düşman göğsünde sakladığı küçük bir putu çıkarıp yere koyar, karşısına geçip kıyam eder. Sonra da karşısına geçip oturur. İbnü’l–Mübarek Hazretleri düşmanının puta tazim ettiğini görünce içinden der ki: “İşte düşmanı tam öldürecek zaman.” Yerinden kalkar ve elinde kılıç, düşmanın başına dikilir. Tam kılıcı indireceği zaman:

“Ahdinde dur, şüphe yok ki verilen sözün sorumluluğu vardır.” (İsra, 17/34) diye bir ses duyar. Bu sesi duyması ile birlikte ağlamaya başlar. Düşman, başını kaldırıp baktığında, İbnü’l–Mübarek’in elinde kılıçla ağladığını görür. Düşman sorar:

– Ne yapıyorsun? Sana ne oldu?” İbnü’l–Mübarek düşündüklerini anlattıktan sonra şöyle dedi ki:

– Senin yüzünden bizi azarladılar.” Düşman bu durumdan çok duygulanmıştır. Der ki:

– Düşmanı için dostunu azarlayan böyle bir Allah’a baş kaldırmak ve karşı gelmek doğru bir hareket değildir.” Ardından çarpışmayı bırakarak Müslüman olur ve mü’minlerin safına geçti.

On İki Daireli Fakir Adam

Bakalım, insan ele geçiremediği şeylere karşı ne kadar hırslı, ele geçirdiği nimetlere karşı da ne kadar şükürsüz olabiliyor, bir görelim. Öğle namazını kıldığımız caminin avlusunda karşılaştığım bir zat, beni kendi yaşına yakın görmüş olacak ki, sorusunu şöyle sordu:

– Buralara eskiden gelmişe benziyorsun.

– Evet, dedim. Elli seneyi geçti Yozgat’tan geleli.

– Ben de Nevşehir’den geleli elli seneyi geçti, dedikten sonra hemen ekledi:

– Ne yazık ki ben kafayı çalıştıramadım, ömrüm boşa geçti. İnşaallah sen kafayı çalıştırmış, ömrünü boşa geçirmemiş, köşeyi dönmüşsündür!

– Anlayamadım köşeyi dönme işini, dedim. Elli sene önce gelince köşe mi dönülür?

– Elbette, dedi. Ben buraların elli sene öncesini biliyorum. O zaman tarlaydı şimdi şu apartmanların yükseldiği yerler. Kolayca satın alınırdı buralar. Onun için diyorum, sen erken geldiğine göre arazi almış, belki şu apartmanlar gibi apartmanlar da dikmişsindir buralarda.

– Rabbime şükürler olsun, dedim, kirada değilim. Başımı sokacak dairem var. Bundan dolayı şükür duyguları içindeyim. Kirada olsaydım zorlanırdım diye düşünüyor, hep şükrediyorum. Rabbimiz olmayanlara da ihsan eylesin, diyorum.

İnanmıyor gibi baktı yüzüme. Sonra da kelimelere basa basa sordu:

– Yani senin sadece başını sokacak bir dairen mi var şimdi?

– Öyle, dedim.

– Geldiğin senelerde buralardan üç beş tarla alıp da şimdi daireleri dizemedin mi?

– Hayır, dedim. İstanbul’a 1950’de geldiğimde öyle bir düşüncem de yoktu, imkanım da. Ben buraya okumak için geldim. Cami harabelerinde kalıyor, okumaya çalışıyordum. Başka meselem yoktu o günlerde.

Yüzünü buruşturup dudaklarını büktü. Mazeretimi hiç de meşru bulmamıştı anlaşılan. Derinden bir nefes aldıktan sonra söylenmeye başladı:

– Demek sen de benim gibi kafayı dövüyorsun şimdi!

– Hayır, dedim, ben asla kafamı dövmüyorum. Tam aksine başımı sokacak bir daire ihsan ettiği için Rabbime şükrediyorum. Sen kafanı niye dövüyorsun? Yoksa başını sokacak bir dairen yok mu, kirada mısın hâlâ?

– Yok canım, olur mu öyle şey dedi? Dairelerim var. Hem de en değerli yerlerde. Ne yazık ki, bir türlü ilerleyemedik, on iki dairede çakılıp kaldık, üzerine ilaveler yapamadık. Kafamı dövüşüm bundan dolayı. Vaktiyle ele geçen fırsatları değerlendiremeyip on iki dairede kalışımdan dolayı. Şaşırarak sordum:

– Yani on iki dairenin sahibi olduğun halde mi, fırsatı değerlendiremedim, diyorsun? Elini boşlukta salladıktan sonra:

– On iki daire ne ki? dedi. Aslında ben on iki gökdelenin sahibi olmalıydım şimdi. Gerekçesini de şöyle açıkladı:

– Ben buraların tarla olduğunu, bedava denecek kadar ucuza satıldığını biliyorum! Ama bunu bilmenin bir faydası yok ki şimdi. Kafayı vaktiyle çalıştırmadıktan sonra, kalırsın işte böyle on iki daireyle! Yumruklarsın kafanı durmadan!.. Bir ürperti geldi içime:

– Beyefendi kusura bakma, dedim senin düşüncenden korkmaya başladım. On iki daireye sahip olmuşsun hâlâ mutlu ve huzurlu değilsin. Şükür duyguları taşımıyorsun. Hemen uzaklaşıyorum bu türlü düşüncenin yanından.. diyerek yürüdüm kendi istikametime doğru. O da, sahip olamadığı gökdelenlerin hasreti içinde kafasını yumruklayarak yürüdü kendi istikametine doğru… Yol boyunca Efendimiz (sas)’in ikazlarını düşündüm. Şöyle tarif ediyordu ademoğlunun hırsını.

– Kendi ihtiyarladığı halde hırsı hep genç kalan ademoğulları vardır. Bunların iki dere dolusu altını olsa, yine doymaz da der ki: “Keşke bir üçüncü dere dolusu altınım daha olsaydı!” Böyle insanların gözünü ancak toprak doldurur! Sadaka Rasûlullah.

Allah Veriyor

Bir sûfi Bağdat pazarını gezerken bir ses duydu.

Bir satıcı; “ Bir hayli halim var,çok ucuza satıyorum,alan yok mu?” diye bağırıyordu.

Sûfi satıcının yanına yaklaştı.
“Ucuza satıyorum diyorsun, hiç’e de verir misin?”diye sordu.

Satıcı: “ Git başımdan be adam! Sen delimisin ki? Kim hiçe karşılık başkasına bir şey verir?”

Sûfi: “Allah veriyor”dedi.“Üstelik hiçe karşılık her şeyi veriyor, istersen daha da fazlasını ihsan ediyor.”

Allah’ın rahmeti öğlen güneşi gibidir, ışığın ulaşamadığı yer olmaz.

Rahmetinin büyüklüğüne bak ki bir müşrik için resulünü azarlamıştı.

Gülermisin Ağlarmısın

Adamın biri elinde büyük bir bıçakla camiye dalar ve sorar:

Aranızda Müslüman olan var mı?
Korkudan kimse birşey diyemez. Birazdan yaşlı bir adam ayağa kalkar:
“Ben Müslümanım ” der.

Bıçaklı adamla yaşlı adam camiden çıkarlar.
Adam dışardaki inek sürüsünü gösterip:
amca,bunları kurban edicem de ben beceremem yardım eder misin?

Yaşlı adam baya bir hayvanı kestikten sonra “ben yoruldum başka birini bul” der.

Adam bu sefer kanlı bıçakla yine camiye girer ve sorar:

Aranızda başka Müslüman var mı?
Az önceki adamı doğradığını düşünen cemaat çok korkar ve herkes aynı anda imama bakar,

İmam:
Ne bakıyosunuz bana iki rekât namaz kıldırdık diye hemen Müslüman mı olduk? der

Bu Sala Kime

Yıllar önce, köyün birine bir imam görevlendirilmişti. İmam gençti ve yeni evliydi. Gayretli ve çalışkandı. İnsanları namazla buluşturmak için çaba sarf eden samimi bir insandı. Fakat ne kadar çabalasa da köyün erkeklerini camiye, cemaate çekmeyi başaramamıştı.

Belki de yazın yoğun dönemi olduğu için Cuma haricinde insanlar gitmiyordu. Kapı kapı dolaştı, olmadı. İşlerinde yardımcı olmayı teklif etti, olmadı. Namazın hikmetlerinden bahsetti, yine olmadı.

Bir sabah köy, salâ sesiyle uyandı.

Herkes merakla kimin öldüğünü soruyor; ama kimse bilmiyordu. Tarlaya, bağa, bahçeye gitmeye hazırlanan köylü, soluğu camide aldı.

Herkes imamın salâyı bitirip çıkmasını bekliyordu. Nihayet imam gözüktü. Biri atıldı hemen:

- Hoca! Kim öldü Allah aşkına? Kimsenin haberi yok, ismini de söylemedin.
O zamana kadar cemaati kapıda göremeyen imam, öfkeyle bağırdı:

- Kim olacak! Sizin ruhunuz ölmüş, onun için okudum salâyı. Şayet ölmemiş olsaydı, dört aydır buradayım, sabah namazına bir tek Allah’ın kulu gelip de saf tutmadı.

Ruhunuza Fatihâ okuyun, ruhunuza!

Kimseye bakmadan geçti gitti imam. Herkes şaşkınlıkla birbirine bakıyordu. Köy halkı, bu hâdiseden çok etkilendi. Sabah namazına da, diğer vakit namazlarına da devam edenler yavaş yavaş çoğaldı.

Sen Doğru Ol Kem Belasını Bulur

Dervişin biri eski İstanbul sokaklarında :
‘-Sen doğru ol kem belasını bulur.Sen doğru ol kem belasını bulur.’Diye diye dolaşıyormuş.Padişahın biri tebdil-i kıyafet çarşıda gezerken dervişin sözlerini duymuş,ilgisini çekmiş ve dervişe :

-Hergün sarayıma gel seninle muhabbet ederiz ‘demiş.
Dervişimiz ertesi gün ……

Sarayın kapısına gitmiş padişahın karşısına çıkarılmış sohbet muhabbet zaman geçmiş saraydan ayrılırken padişah dervişin cebine bir altın konulmasını emretmiş.
Sarayın dışında dervişimizi takip eden sahte derviş kılıklı biri yanına yanaşmış ,

-Ya arkadaş ,Padişah seni neden saraya davet etti ?Derdi neymiş?’falan filan bir yığın sorgu suale tutmuş.Her gün bir altın aldığını da öğrenince.’Onun yaptığı işi ben de yaparım’ diye düşünmüş.Sormuş,

-Ya kardeş, hergün ben de seninle gelsem rahatsız olmazsın değil mi?’ demiş belki Padişah bana da bir altın verir çoluk çocuğum nasiplenir.’

İyi dervişimiz:

-Padişahım kabul ederse neden olmasın sende gelirsin tabii ‘demiş.
Gel zaman git zaman padişah her muhabbet sonrası bir ona bir öbürüne birer altın verdirir olmuuuş.
Sahte derviş bir sabah gerçek dervişimizi çorba içmeye davet etmiş.Garsona da gizlice arkadaşının çorbasına bol sarmısak koymasını tembihlemiş.Gerçek dervişin

-Padişah’ımla muhabbet ederken kötü kokarım ‘sözlerine sözüm ona çare de üretmiş

-ağzına mendil tutarsın kardeşim ‘demiş.O gün aynen böyle olmuş bizim derviş ağzını mendille örterek padişahla söyleşisini sürdürmüş.Bu arada sahte derviş fırsat bulduğunda Padişahın kulağına eğilip,

- efendim arkadaşım ağzını mendille neden kapatıyordu biliyormusunuz ,ağzınız kokuyormuş o kokuyu duymamak için’ demiş.
Padişah çok sinirlenmiş çağırın o dervişi demiş. gerçek dervişimize sarayın fırıncısına verilmek üzere bir pusula vermiş ve ,

-Al bunu fırıncıya götür’ demiş.okuma yazması yok tabii tam kapıdan çıkıp fırıncıya gidecekken sahte derviş :

-İstersen ver o pusulayı ben götüreyim fırıncıya , belki Padişah ekmek lütfetmiştir çocuklara götürürüm senin ekmeğe ihtiyacın mı olur?’ demiş.

Onunda okuması yok,pusula böylece sahte dervişin elinden fırıncıya ulaşmış.fırıncı kağıtta yazılan ‘bunu sana getireni kızgın fırına at’ emrini hemen yerine getirip sahte dervişi küt ,alev alev yanan kızgın fırına yollamış.Ertesi gün gerçek derviş yine saraya gelmiş.Padişah şaşırmış:

- Hayrola sen dün fırıncıya gitmedinmi ?’diye sormuş..Derviş de olanları birbir anlatmış.Padişah dervişin kulağına eğilmiş:

-SEN DOĞRU OL ,KEM BELASINI BULUR ‘demiş.
…..

GÜNAHLARA KEFARETTİR GÖNÜLDEKİ KEDER
NİYETLER HALİS OLUNCA AMELLER OLMAZ HEDER
BİRAZ DAHA SABREYLE NELER GÖRECEKSİN NELER
MEVLAM İHMAL DEĞİL İMTİHAN EDER

İnanmam

Rabiatü’l-Adeviyye’ye ait şöyle hikmetli bir kıssa anlatılır:

Biri ona geliyor ve şöyle diyor: “–Ben seni çok seviyorum!”

“–İnanmam.”

“–İnan, sözümde çok samimiyim.”

“–İnanmam.”

“–İnan, herkesten çok seviyorum, kimseyi senin kadar sevmiyorum.”

“–Yani yoldan geçmekte olan şu güzel ve genç kadından daha çok mu seviyorsun…?”

Sevdiğini iddia eden kişi, bu sual üzerine işaret edilen tarafa dönüp bakıyor. Fakat bu esnada Rabiatü’l-Adeviyye de adama tokatı patlatıyor ve diyor ki:

“–Beni çok sevseydin dönüp o tarafa bakmazdın.”

Bunu Sakın Kimseye Anlatma

Devesiyle birlikte çölde yürümekte olan bir bedevi, güçlükle yürüyen, susuzluktan dudakları kurumuş bir adama rastlamış. Adam bedeviyi görünce ondan su istemiş. Bedevi devesinden inerek ona su vermiş. Suyu içen adam birden bedeviyi iterek deveye atladığı gibi kaçmaya başlamış. Bedevi arkasından bağırmış:

–Tamam, deveyi al git ama senden bir ricam var. Sakın bu olayı kimseye anlatma!

Bu isteği tuhaf bulan hırsız duraklayıp, bu sözün nedenini sormuş:

–Eğer anlatırsan, demiş bedevi, Bu her yere yayılır ve insanlar bir daha çölde muhtaç birini görünce yardım etmezler.

Bedevi gibi derdimiz deve değil de, kötülüğün yayılmaması olsaydı, Millet olarak şimdiye dek çok şeyi halletmiş olacaktık. Ufkumuzda şafak türküleri tütüyor olacaktı. Kardelenlerimiz çoktan yeşermiş olacaktı?..

Menfaatimize göre değil, vicdanımıza göre yaşayacağımız bir hayat dileğiyle...

Kanuni Sultan Süleyman Ve Karınca

İstanbul’ da güneşli bir sabahtı. Topkapı Sarayı’nın avlusunda bulunan has odanın 
kapısı açıldı. Başında görkemli bir kavuk taşıyan, uzun boylu genç, ağır adımlarla bahçeye 
doğru ilerledi. Bu genç bütün dünyaya hükmeden Osmanlı Devleti’nin kudretli hükümdarı 
Kanuni Sultan Süleyman’dı.  Kanuni işinden vakit bulduğu zamanlarda hava almak için arka 
bahçeye çıkar, ağaçları denizin maviliğini seyrederdi.  Ağaçlardan birkaç tanesinin 
yapraklarının buruşmuş olduğunu gördü. Aklına hemen bu ağaçları 
ilaçlatmak geldi. Fakat birden durakladı. Ağaçlarda karıncalar vardı. 
Karıncalar da can taşıyordu. Onlara zarar vermek doğru muydu? Bir 
türlü işin içinden çıkamayan Kanuni, meseleyi çözmek için hocası 
Ebusuud Efendiyi aradı. Hocası odasında yoktu. Hemen oracıkta 
bulunan bir kâğıt parçasına kafasını kurcalayan soruyu yazdı ve 
hocasının rahlesinin üzerine bırakarak oradan ayrıldı. 
Hocası odasına geldiğinde  kâğıdı görmüştü. Yazıyı okuduktan sonra hocası da 
Kanuni’ye bir not yazdı.  Kanuni Sultan Süleyman, yeniden hocasının odasına uğradı. 
Hocası odada yoktu. Rahlenin üzerine bıraktığı kâğıt parçasına yazılmış notu gördü. 
Merakla yazıya doğru eğildi. Okuduktan sonra tebessüm etti. Kâğıdın üst kısmında 
Kanuni’nin hocasına yazdığı soru vardı. Merhametli sultan hocasına şöyle diyordu:
  “ Meyve ağaçlarını sarınca karınca,
    Günah var mı karıncayı kırınca?”
Hocası Ebussuud Efendi ise sorunun altına şu cümleleri eklemişti.
“ Yarın Hakk’ ın Divanına varınca, 
Süleyman’dan hakkın alır karınca!”
Evet, merhametimiz o kadar büyük olmalı ki, bir küçücük karınca bile bunun 
dışında kalmamalı. İşte bu ahlak ile ahlaklanan Kanuni Sultan Süleyman, bir karınca 
karşısında duraklamış ve onu incitmekten çekinmiştir.

Çocuklarınızı Yeterince Seviyormusunuz

Bir sahabe, Allah Rasulü’nün Hazreti Hasan’ı öptüğünü görünce,
“Benim on tane çocuğum var, bir tekini bile öpmüyorum” der. Allah
Rasulü’nün cevabı şöyle olur: “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.”
Yani siz çocuklarınıza acıyın ki, Allah da size acısın. Siz onlara
merhamet, şefkat gösterin ki, Allah da size merhamet etsin.
Yine bir defasında Allah Rasulü, cemaate namaz kıldırıyordu. Secdeye vardığı
anda, torunu Hüseyin sırtına bindi. Secdeyi uzatınca Sahabiler bir şey oldu sandılar ve
namazdan sonra: “Ya Rasulallah! Namazı uzattınız, başınıza bir şey geldi sandık.” dediler.
Bunun üzerine Efendimiz (sas) şöyle buyurdular: “Torunum beni binit yaptı, acele edip
zevkini kursağında bırakmak istemedim.” Yine O, âlemlere rahmet olan Zat buyuruyor ki:
“Çocuğun kokusu, cennet kokularındandır.”
Hz Peygamber de çocuklara karşı gösterilecek şefkat ve sevgi üzerinde ısrarla
durur, şiddetle buna teşvîk ederdi: Küçüklerimize şefkat etmeyen bizden değildir”
“Çocuklarınızı çok öpün, zîrâ her öpücük için size cennette bir derece verilir ki, iki
derece arasında beş yüz yıllık mesâfe mevcuttur Öpücüklerinizi sayarlar ve sizin için
yazarlar ”

İmamı Azam Hazretlerinin Müthiş Cevapları

Üç kişi İmam Azam Hazretleri'ne birer soru sordular. Büyük imam
hepsine birbirinden güzel cevaplar verdi:

1- Bize Allah'ı gösterebilir misin?
2- Cehennem ateş olduğuna göre, ateşten yaratılan cinler ve şeytanlar
orada nasıl azap göreceklerdir?
3- Hem kaza ve kadere inanmamızı istiyorsun, hem de insanın
iradesinden bahsediyorsun. Halbuki insan her şeyi mecburen yapar,
kendi iradesi yoktur?

Bu soruları alan büyük imam, eline aldığı bir avuç toprağı soranların
yüzlerine attı. Üçü de bu davranışa tepki gösterdiler. İmam-ı Azam
bunun üzerine şöyle dedi:
"Allah'ı göremediği için inkar etmeye çalışan adam! Toprağın yüzünde meydana getirdiği acıyı görebildinmi?Daha yüzündeki acıyı göremezken Allah'ı göremediğin için nasıl inkar edersin?

Ya sen ikinci sorunun sahibi! Bildiğin gibi insan topraktan yaratılmıştır.
Ama bu bir avuç toprak senin yüzünü acıtmaya yetti. Demek ki cehennemin ateşi de ateşten yaratılan varlıkları yakabilir.

İnsanın iradesini inkar eden adam! Madem benim iradem yok, ne diye yüzüne attığım toprak için benden şikayetçi oluyorsun?

Aldıkları bu cevaplar karşısında şaşkına dönen adamlar ne
diyeceklerini bilemeden oradan uzaklaştılar.

Balığın Karnındaki İnci

Fakir bir işçi, bir gün işinden çıkartılır. Bunun üzerine başka da hiçbir gelir kaynağı olmadığı için çoluk-çocuğu arka arkaya üç gün aç ve susuz kalır. Adam iş bulmak üzere nereye baş vurduysa "İşimiz yok" cevabı ile kapılar yüzüne kapanmaktadır. Üst üste üç gün midelerine hiçbir gıda girmeyen yavruların dinmeyen ağlayışları annenin yüreğini parçalayacak dereceye gelir. Çaresizlikler içinde durumu kocasına açar: "Bey, görmüyor musun? Açlıktan yavrularımızın yüzleri sarardı ve bağırsakları eridi. Hadi biz neyse dayanırız, ama onlar bu kadarına tahammül edemezler; bu sefaletimizin sonu ne olacak; bir şey düşünmüyor musun?" dedi.

Adam düşünceden önce eğilmiş başını eşinin yüzüne doğru kaldırarak ona der ki; "Karıcığım, günlerdir başvurmadığım kapı kalmadı. Piyasaya göre en düşük ücret karşılığında iş aradım, tek bir kerrecik olsun karnınızı doyurabileyim diye; olmadı. Kimse bana iş vermiyor. Yavrularımın açlıktan erimeye yüz tutan ciğerleri benim de yüreğimi parçalıyor. Ama anlıyor ve görüyorsun ki, elimden bir şey gelmiyor." Bu sözler üzerine kadın kocasına der ki: Öyle ise şu benim gelinlik günlerinden kalma başörtümü götür sat; ne kadar tutuyorsa bir şeyler al getir de hele bir kereliğine şu yavrucağızların karnını doyuralım; sonrasına, kulların rızkını veren cömert Allah (c.c.) kerimdir. Elbette bize hayırlı kapı açar."

Adam utançtan yüzü kızararak ve düştüğü acıklı, çaresizliğin ıstırabını ruhunun derinliklerinde duyarak, karısının gelinlik çeyiz sandığından çıkarıp getirdiği hiç kullanılmamış başörtüsünü alır ve satmaya yollanır. Başörtüyü o zamanın parasıyla ancak iki dirheme satabilir. Aldığı para ile yiyecek bir şeyler satın almaya giderken yolun üstünde bir dilenciye rastlar; adam gelip geçenlere şu sözlerle yalvarmaktadır: "Allah rızası ve peygamber aşkı için boş geçmeyiniz. Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak karşılığında bana yardım etmek isteyen yok mu? Dünyada hiçbir şeyi olmayan kelimenin tam manasıyla muhtaç bir kimseyim."

Adam dilenciye sokulur karısının gelinlik başörtünü satarak aldığı ve günlerdir açlıkla boğuşan yavrularının bir öğünlük yiyeceğine ödeyeceği iki dirhemi, olduğu gibi cebinden çıkarır zavallı dilenciye verir. Şimdi eli boş eve dönmekten gerçekten utanmaktadır; çemberin parası ne oldu diye sorduğu zaman karısına ne cevap verecek. Kadıncağıza nasıl "Çemberine iki dirhem verdiler; onu da ilk rastladığım dilenciye verdim; adamın yalvarmalarına dayanamadım" diyebilecekti. Bu düşünceler içerisinde camiye varıp akşam namazını kıldıktan sonra çöken akşam karanlığılı ile birlikte ve bomboş ellerle yine evine döndü. Karısı ve çocukları sabırsız bakışlarla bir şeyler getirecek diye yolunu gözlüyorlardı.

Geç de kalınca her halde iyi bir şeyler getirecek diye sevinmişlerdi. Adam ümitsiz bir halde ve hep önüne bakarak kapıdan içeri girince kadın şaşakalır ve o akşam da aç kaldıklarını anlar yavrular da boşa giden ümitlerinin arkasından kim bilir kaçıncı kere hep bir ağızdan artık açlıktan kısılmaya yüz tutmuş zayıf bir sesle ağlamaya başlarlar. Kadın hem kızgın ve hemde şaşkın bir ifade ile kocasına başörtüsünü ne yaptığını sorar.

Adam herşeyi olduğu gibi anlatarak başörtüyü sattıktan sonra yiyecek bir şeyler almaya giderken yolda rastladığı dilenciye elindeki iki dirhemi verdiğini karısına söyleyeverir. Kadın işin iç yüzünü öğrenince üstün bir sabır ifadesi takınarak kocasına şöyle der: "Başörtünün parasını madem ki Allah yolunda verdin; O ulu ve zengindir; gösterdiğin cömertliğin karşılığında bize dilediği anda karşılığını vermek gücüne fazlasıyla sahiptir. Sen yine en iyisini yaptın; bakalım önümüze hangi kapı açılacaktır."

Sabahleyin kadın, kocasına bu defa yine baba evinden getirdiği bir duvar saatini verir, "şimdi de bunu satmaya götür ve karşılığında eline geçen para ile eve yiyecek bir şeyler getir" der. Ertesi gün adam, çarşının her tarafını gezerek saati satmaya çalışır. Fakat hiçbir müşteri bulamaz. Yorgun argın ve yine ile boş gideceği için üzgün bir halde eve dönerken bir balık satıcısına rastlar. Adam avazının çıktığı kadar yüksek bir sesle "balık, balık var, balık" diye bağırıyor. Fakat elinde son olarak kalan iki balığa müşteri bulamıyordu.

Adam, balıkçıya sokulur ve ona der ki, "Şu saat benim işime, o balıklar da senin işine yaramaz; öyleyse sen bana elinde kalan iki balığı ver; ben de sana karşılık olarak şu saati vereyim." Müşteri ayartmak için sabahtan beri bağıra bağıra sesi kısılan balıkçı, adamın teklifini kabul eder, balıkları verir, karşılığında saati alarak oradan uzaklaşır.

Günlerden beri ilk defa eve yiyecek bir şey götürebileceği için ölçüsüz derecede sevinen adam, balıkları kapar kapmaz hızla evinin yolunu tutar. Babalarının yiyecek bir şey getirdiğini gören çocuklar neşe ile birbirlerine sarılırlar. Kadın balıkların içini temizlemek üzere mutfağa girer. Az sonra gördüklerinin karşısında şaşkına dönerek kocasını çağırır. Balıklardan birinin karnından bağırsak yerine parlak ve iri bir inci çıkmıştır.

Adam inciyi alır; bir kuyumcuya koşar. Kuyumcu incinin benzersiz değerde bir mücevher olduğunu, kendilerine sattığı taktirde karşılığında ondörtbin dirhem ödemeye hazır olduğunu söyler. Adam artık anlar ki kötü talihi değişmiştir. Çektiği ağır sıkıntılar artık son bulmuş, Allah ona nimet kapılarını açmıştır. İnciyi satarak kuyumcudan uça uça evine yönelir. Olup bitenleri karısına anlatınca bütün ev neşeye gömülür ve hepsi bir ağızdan kederlerini gideren Allah'a ölçüsüz şükürler ederler.

Tam bu sırada kapıya gelen bir dilencinin sesi duyulur. Adam dua ve yalvarmalar içinde içeriye şöyle seslenir. "Ey hane halkı, esirgeyici Allah size bağışladığından bana da verin." Adam hemen kapıya çıkar dilenciye der ki: "tam şu anda Ulu Allah (c.c) hiç beklemediğimiz bir şekilde ve içinde günlerce kıvrandığımız bir açlığın sonunda on dört bin dirhem bağışlamıştır. Madem ki sen Allah rızası için Allah'ın bağış ettiğinden pay istiyorsun dur bekle; bu paranın yarısını sana getireyim. Kalan yarısı da bizim olsun."

Kendisine ilk ağızda yedi bin dirhem kazandıran bu taksime fazlasıyla memnun görünerek razı olan dilenciye paranın yarısını getirmeye giden ev sahibi kapıya dönünce dilencinin orada olmadığını görür; sağı solu iyice araştırdıktan sonra her nedense adamın çekip gittiğini anlar.

Ev sahii bütün keder ve sıkıntılardan sıyrılmış bir rahatlık içinde yatağına uzanınca rüyasında kapıdan kaybolan akşamki dilenciyi görür, ona neden parayı beklemiyerek kaybolduğunu sorunca şu cevabı alır; "ben herhangi bir dilenci değildim; Allah'ın meleklerinden biriydim, hayırseverliğini ve Allah rızasına bağlılık dereceni ölçmek üzere insan kıyafetine girerek o anda kapına geldim, beni bizzat Ulu Allah (c.c) seni son bir defa daha deneyerek dereceni yükseltmek için evine gönderdi. Geçen akşam karının başörtüsüne karşılık eline geçen iki dirhemciği çocuklarına yiyecek almaya giderken verdiğin dilenci de yine bendim. Gönül rahatlığı ile o iki dirhemi, Allah rızasını kazanayım diye bana verince Ulu Allah (c.c) sana o inciyi bağışladı. Bu akşamki ölçüsüz cömertliğinin karşılığında da öbür dünyanın eşsiz zenginlikteki Cennet nimetleriyle kavuşacaksın."
Ne mutlu senin gibi Allah rızasını en sıkışık durumlarda bile baş gaye bilen bahtiyar müminlere

Davete İcabet

Bir ara Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan (r.a) yolun kenarında oturup dilenen bir grubun yanından geçtiğinde kumlar üzerine yemeklerini serdiklerini gördü. Bu gruba katırının üstündeyken se-lâm verdi. Onlar bu selâma karşılık 'Ey Allah Rasûlü'nün torunu, yemeğimize buyurmaz mısınız?' dediler. Hz. Hasan 'Elbette gelirim; çünkü Allah Teâlâ kibir gösteren kimseleri sevmez' deyip katırından indi ve onlarla oturup birlikte yemek yedi. Yemek yedikten sonra tekrar katırına bindi ve 'Ben sizin dâvetinize icâbet ettim, o hâlde siz de benim dâvetime icâbet ediniz' dedi. Onlar da 'Hay hay, biz de senin dâvetinize icabet ederiz' dediler. Bunun üzerine onlara belli bir zaman tâyin etti. Onlar o zamanda çıkıp geldiler. Onlara yemeklerin en nefislerini takdim ederek, oturup kendileriyle birlikte yedi.

Sahipsiz Olmak Kötüdür

Ehl-i sünnet âlimleri, evliya zatlar, kendilerine bağlı olanlardan gâfil değildir. Bu büyükler talebelerine, evlatlarından daha çok düşkün olur. Dûa ederken, önce talebelerine dûa ederler.
Şah-ı Nakşibend hazretleri, bir gün bir talebesiyle dolaşmaya çıkar. Bir saat kadar sonra gezerlerken atlı bir külhanbeyi gelir, siz nasıl benim arazime izinsiz girersiniz diye, elindeki kırbaçla talebeye vurmaya başlar. Talebeyi öldüresiye döver. Şah-ı Nakşibend hazretleri araya girip müdahale etmeye çalışır, onun suçu yok dediği halde adam dinlemez. Bu sırada at şaha kalkar ve adam düşer; ama ayağı üzengiye takılı kalır. At koşmaya başlar. Adam, kafası taştan taşa çarpa çarpa ölür. Sonunda nasıl olduysa adamın ayağı üzengiden kurtulur cesedi yere düşer. At çifte atarak adamın ölüsünü nehre gönderir.

Talebe, "Bu hâl nedir hocam?" diye sorunca, Şah-ı Nakşibend hazretleri, "Talebemize dokunan böyle gider" buyurur.

Bir köyde, dervişin biri saç tıraşı olmak için berbere girer. O zamanda dervişler şeyhlerine giderken saçlarını kazıtırlar, yani hiç saç bırakmazlarmış. Berber saçların yarısını kesince, kapı açılır ve o bölgenin külhanbeyi içeri girer. Heyyttt diye bir nâra atarak, dervişin kafasına bir tokat vurur ve "Kalk bakalım kelek, ben oturacağım" der. Derviş de, "Peki, emrin olur ağam" deyip çekilir ve adam oturur. Berber de korkusundan bir şey diyemez. Tıraş olan külhanbeyi, oturduğu yerden ikide bir dervişe, "Kelek ne yapıyorsun, kelek nereye gidiyorsun" diye sataşır. Derviş, "Siz bilirsiniz efendim, hay hay efendim" der, yani ona bulaşmaz. Adamın tıraşı bitince berberden çıkıp gider ve derviş tekrar oturur.
O sırada dışarıdan değişik sesler gelir. Bir bakarlar ki bu kabadayı, başı parçalanmış şekilde yerde yatıyor. Atı, başına çifte atarak öldürmüş. Berber, "Derviş efendi, bu ceza çok ağır olmadı mı?" deyince, Derviş, "VAllahi ben yapmadım. Beddua falan da etmedim... Ama benim hocam, talebelerine evlatlarından daha çok düşkündür. Bu, dayağı yukarıdan yedi. Ben hiçbir şey yapmadım, zaten bir şey yapmamıza lüzum yok, biz sahipsiz değiliz elhamdülillah" der.

Hazret-i Mevlana’yı, zamanın valisi yemeğe çağırır. Mübarek zat da kabul eder ve yola çıkarlar. Konağa gelirler, vali kapıda hürmetle beklemektedir. Mevlana hazretleri, önce talebeler girsin buyurur. Talebeleri tek tek içeri almaya başlar. Oğlu, "Babacığım, bakınız vali bey ayakta sizi bekliyor. Bu iş uzun sürecek, önce siz girseniz de, talebeler nasıl olsa girerler" deyince, "Ey oğul! Ben içeri girince, talebelerden birisi dışarıda kalırsa ne olur? Bu dünyada talebelerini konağa sokamayan, ahirette Cennete nasıl sokar?" der.

Allah (c.c) son nefese kadar, son nefes dahil her nefeste bu yoldan ayırmasın. Amîn.

Benim Ashabıma Yakışmayan Sözlerde Bulunan Bumudur

Bir zamanlar Eyyub bin Hasan isminde bir tüccar vardı. Bir padişaha kumaş ve mal satmak için huzûruna varmıştı. Tesâdüf o sırada padişah, Hazreti Ebû Bekir, Ömer, Osman (RadiyAllahu anhu) hakkında yakışmayan sözlerde bulunuyordu. Bu sözler tüccara ağır gelip akla ve dîne uygun olmayınca padişaha nasihat etmek istedi. Fakat üç büyük halifeye yakışmayan sözler söyleyen zalimlerden hayır gelmez, nasihata kalkarsam belki beni öldürtebilir diye düşündü. İşlerini görüp gitti. O gece Resûlullah (SallAllahu aleyhi vesellem)'ı rüyasında gördü. Padişah da huzurlarında idi. Resûl-i Ekrem tüccâra iltifat buyurup:

- Benim ashabıma yakışmayan sözlerde bulunan bu mudur? diye padişahı gösterdi. Tüccâr:

- Evet budur Yâ Resûlullah, dedi. Sultan-ı Kâinât:

- Bunu öldür! diye emir buyurdu. Tüccâr:

- Yanımda onu öldürecek bir şey yok, dedi. Server-i Alem (Tüccarın eline bir bıçak verip) bununla öldür! buyurdu. Tüccâr:

- (Emre uyarak bıçağı padişahın boğazına sürüp öldürdü. Sonra uykudan uyandı. Rüyasını padişaha anlatmağa gitti. Sarayın kapısına varınca ağlama ve feryad sesleri işitti) Ne oldu? diye sordu.

- Bu gece padişahı yatağında öldürmüşler, diye cevab verdi.

Yavuz Sultan Selim

"Yavuz, Mısır'a girdiği zaman halk Yavuz'un ihtişamını seyretmek için pencerelere koştu ve caddeleri doldurdu. Yavuz ise, en önde değil, mütavazi askerlerinin ortasında yürüyordu. Kavuğu ve elbisesinin de etrafındakilerden bir farkı yoktu. Mısır dönüşü Şam'da Cuma hutbesinde kendisinden bahsedilirken "Mekke'nin ve Medine'nin hakimi" (hakimü'l-harameyni) denince;

"Yok yok, belki hizmetçisi" (hadimü'l-harameyni) diye ağlayan kanlı gözlerle cevap verdi.

İstanbul'a dönüşte gündüz Üsküdar'a vasıl oldular. İstanbul halkının, kendisinE büyük tezahürat yapacağını haber aldığında arkadaşı Hasan Can'a:

"Hava kararsın, herkes evine dönsün, sokaklar boşalsın, ben ondan sonra İstanbul'a gireyim. Fanilerin alkışları, zafer takları ve iltifatları bizi mağlup edip yere sermesin!..." dedi.

Yavuz'un lalası olan Hasan Can, Yavuz'un vefatını şu şekilde anlatır:

"Sırtında şîrpençe adı verilen bir çıban çıkmıştı. Çıban kısa zamanda büyüdü, bir delik haline geldi. Yaranın içinden Yavuz'un ciğerini görüyorduk. Kendisi çok muzdaripti. Yanına yaklaştım:

"Padişahım artık Allah Teala ile beraber olmak zamanınız herhalde geldi!" dedim.

Koca sultan döndü, yüzüme hayretle baktı:

"Hasan!... Sen beni bu ana kadar kiminle zannediyordun?.. Bana bir Yasin oku!" dedi. Ve Yasin'in arasında ruhunu Rabbine teslim etti.

Dokuz senelik saltanatı boyunca kazandığı muazzam zaferler, dünyaya ait üniformalar, fanilerin iltifatları kendisini sekre sürükleyip mağlub edemedi. Daima Rabbi ile beraber olabilmek, yanlız ona kullak edebilmek ve yanlız ondan yardım istemek şuuru ile yaşadı.

Alim İle Zalim

Vakti zamanında bir zalim vardır. Adam dizi dizi haksızlıklar etmiş, nice zavalıları acımasız zulmüyle pençesi altında inim inim inletmiştir. Sayısız derecede yoksul ve düşkünlerin ocaklarını söndürmüş ve ettiği zulümleriyle ülkesinde adını azgın zalime çıkarmıştır.

İşte bu zalim, bir gün işi icabı etrafında saygı ve sevgiyle anılan Allah bağlısı bir alime ziyarete gider. Kapıyı çalıp içeri girdiğinde dünyadan el-etek çekmiş bulunan alim, kendisini görmesin diye yüzünü örter. Kapıyı açan oğlu zalimin zulmünden korktuğu için, "Kusura bakmayın" der. "Babam, çok hasta, ne yaptığını bilmiyor. Her halde farkında olmadan yüzünü örtmüş olacak. Yoksa sizin teşrif ettiğinizi bilseydi hiç yüzünü örter miydi? Babamın namına sizden özür dilerim."

Bunları tek tek duyan Allah aşığı alim ortaya atılarak şöyle haykırır: "Oğlum, neden yalan söylüyorsun? Ben hasta masta değilim. Allah'a şükürler olsun hiçbir şeyim yok. Fakat böyle zulmüyle destanlar yazan kötü kişileri görmek istemem. O yüzden de gözlerimi örttüm. Lütfen zalim ayaklarınızla evimi kirletmeyiniz."

Bunun üzerin zalim adam bir anda kendine gelir. Ve evi terk ederken iki gözü iki çeşme ağlıyarak bütün samimiyetle yaptıklarına tövbe eder. Allah'tan af diler. Allah da hem zalimi, hem de alimi yaygın rahmetiyle affına mazhar eder. Alim evine gelen zalimin yüzüne bakmadığından ötürü, zalimi de yığın yığın haksızlıklarından pişmanlık duyduğu için bağışlar.

Yüce Allah (cc) cümlemizi gerek kendimize, gerek başkalarına karşı en ufak bir haksız harekette bulunmaktan korusun, amin!..

Daha Büyük Kerametmi Olur

Azîz Mahmûd Hüdâyî bir gün, Sultan Ahmed Hanla sarayda sohbet ediyordu. Bir ara abdest tâzelemek istedi. İbrik ve leğen getirdiler. Pâdişâh hocasına hürmeten ibriği eline aldı ve abdest suyunu döktü. Sultan Ahmed Hanın annesi de kafes arkasında havluyu hazırlamıştı.

Vâlide Sultan kalbinden;

"Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin bir kerâmetini görseydim." diye geçirmişti.

Bunun üzerine Mahmûd Hüdâyî, Vâlide Sultan'ın gönlünden geçenleri anlayarak; "

Hayret! Bâzıları bizim kerâmetimizi görmek isterler, Halîfe-i rûy-i zemîn'in elimize su döküp, muhterem vâlidelerinin havlu hazırlamasından daha büyük kerâmet mi olur?" buyurdu.

Hizmet Nasıl Olmalı

İstanbul devamlı bir su problemi içerisindedir. Bu problemin çaresi asırlar önce Kanuni zamanında, Mimar Sinan'ın günlerinde konuşulmuş ve en büyük çare Sinan'la bulunmuştur. İstanbul'un o günkü nüfusu çoğalınca Kanuni Sultan Süleyman, Sinan'ı çağırır, der ki:

"Mimarbaşı, halkımız su ihtiyacı içinde. Bir at yükü suya çok miktar akçe ödüyorlar. Acaba halkımızın bu su ihtiyacını karşılamak için birşeyler düşünmez misiniz?"

Mimarbaşı der ki:

"Sultanım siz müsaade buyurun, ben İstanbul'un çevresini bir dolaşayım, dışarıda mevcut sulan İstanbul'a getirmenin mümkün olup olmadığını bir inceleyeyim ve ondan sonra size bir cevap veririm."

Ve Sinan Ağa atına biner, yanına yardımcılarını da alır, Çekmece'den başlayarak kıyılan dolaşır, Beşiktaş'a kadar istanbul'un kıyılarında, dereleri, akan sulan tespit eder. Bu suların önü örüldüğü, baraj yapıldığı takdirde nereye kadar yükselir, nereden nereye kemer yapılarak İstanbul'a getirilebilir, bunun günlerce hesabını yapar ve Kanuni'nin huzuruna çıkar. Sultan sorar:

"Mimarbaşı, İstanbul'a su getirmek mümkün müdür?" Mimarbaşının cevabı:

"Beli sultanım, mümkündür. Ancak çok ağır bir şartı var."

"Nedir o mimarbaşı?"

"Sultanım, altın dolu keseleri uç uca dizmek şartıyla ancak İstanbul'a su gelebilir."

Kanuni'nin cevabı şu olur:

"Mimarbaşı sen İstanbul'a su getirmenin mümkün olup olmadığını söyle. Eğer mümkünse ben keseleri uç uca değil, yan yana dizmeye razıyım."

Bunun üzerine Mimar Sinan kolları sıvar ve İstanbul'un dışındaki sulan Kağıthane civarında belli yerlerde toplar, oradan da dere içlerine büyük geçitler yaparak İstanbul'a getirir ve şehrin belli meydanlarında umumi çeşmeler yaparak suyu akıtır. Bu çeşmelerin tamamı da kırkı bulur. Ve Kırk Çeşme suları akmaya başlar.

O güne gelinceye kadar, musluk gibi bir adet olmadığı için sular boşa akıp gitmektedir. O gün çok pahalıya mal olan suyu artık bostanlara, yollara akıtmak istemiyorlar ve ilk defa İstanbul'da lüle dedikleri musluğu çeşmelere koyuyorlar.

Su böylesine pahalıya geldiği ve kıymet kazanmaya başladığı için Kanuni bir ferman çıkanr, der ki: "İstanbul meydanlarındaki umumi çeşmeler halkın malıdır. Hiç kimse bu çeşmelerden gizlice yeraltından evine su alamayacaktır."

Bu umumi kaidenin bir istisnasını da koyar Kanuni. O da özel olarak Sinan'a iletilir. Denir ki: "Sen İstanbul'a böylesine güzel bir çalışma sonunda kırk çeşme sularını getirdin. Sen evine özel olarak bir lüle su alabilirsin."

Ve Süleymaniye civarındaki meydan çeşmesinden Sinan'ın evine özel olarak yol yapılır ve su akıtılır. Böylece Mimar Sinan evinde özel suyu olan tek kişi olur.

Mimar Sinan Şehzadebaşı Camiini, Süleymaniye Camiini ve Edirne'deki Selimiye Camiini yaptıktan -sonra yaşlanır. Devir hep öyle geçmemiştir. İtibarının yüksekte olduğu devirde, kendisinin kıymetini takdir edenler bir bir bu dünyadan göçmüşlerdir. Kanuni vefat etmiştir, yerine başka padişahlar geçmiştir. Ve Sinan 99 yaşına gelmiştir. Çevresindeki dostları göçtüğü için de kendisi istanbul'da adeta yapayalnız kalmıştır. Ve yeni bir nesil yetişmiştir.

Bir gün Sinan'ın kapısına birisi gelip dayanır. Kapıyı çalar. Sinan bastonuna dayanarak kapıyı açar, "Buyurun" der.

Gelen meçhul ihsan, "Ben Topkapı Sarayı postacısıyım. Sizi divana çağırıyorlar. Herhalde bir soruşturmaya tabi tutulacaksınız" der.

Sinan Ağa, bu ihtiyar halinde, dostlarının tümünün göçüp gittiği, kendisini eserleri inşaat halindeyken görenlerin kalmadığı bu ihtiyar dünyada, "Acaba Topkapı Sarayına niye çağırılıyorum?" diye bastonuna dayana dayana gider.

Saraya girer, orada bir soruşturma heyeti kurulmuştur: Kadılar, ulemalar, müftüler, o günün vükelası. Sinan'a şöyle derler: "Sinan Ağa, hakkında şikayet var. Eve su almak yasak olduğu, hiç kimse evine özel olarak su almasın' diye padişah fermanı olduğu halde, sizin evinizde özel su varmış."

"Evet," der, "Cihan Padişahı bana öyle özel olarak müsaade etmişti. İstanbul'a yaptığım, su hizmetinden dolayı sadece benim şahsıma su müsaade etmişti de almıştım."

"O zaman şu müsaadenizi, fermam görelim de ses çıkarmayalım. Kimseye verilmemesine rağmen, sizinki devam etsin."

Sinan'ın cevabı şu: "Ben o zaman Cihan Padişahından ferman istemekten hicap etmiştim. Fermanım falan yok, ama su benim evimde akıyor."

Divan müşkül durumda kalır, konuşmalar olur: "Sinan büyük hizmetler etmiştir, evinde suyu aksın." Oradan başkaları cevap verir: "Bu Âl-i Osman'a hizmet eden sadece Sinan mı? Sinan gibi daha nice hizmet edenler vardır. Ya onların da evine özel su verilsin, ya da Sinan'a da bu ayrıcalık tanınmasın."

Divanda uzun münakaşalar olur, son olarak verilen karar şudur: "Sinan gibi diğer hizmet edenlerin de evine su bağlanamayacağına göre, Sinan'a verilen su kesilmeli, fakat şimdiye kadar kullandığı su fermansız kullandığı için bir cezaya mucip olmamalıdır."

Ve bu karardan sonra Sinan evine gelir. Üzgün, bezgin, fakat fazla müteessir değil.
Çünkü Sinan hizmetini Allah için yapmıştır. Kendisine bir ayrıcalık tanınsın, özel bir mükafat verilsin diye değil.
Ve Sinan 100 yaşına girerken hastalanır yatağa düşer. Vefat sırasında bir bezi suya batırıp da dudağına çalmak isterlerken bakarlar ki, evindeki musluktan su akmıyor. İstanbul'a su getiren Sinan, susuz evde vefat eder. Vefat sırasında bu olayı başında konuşanlara verdiği cevap enteresandır:

"Biz hizmetimizi dünyada bir bardak suya satacak kadar menfaat düşkünü değiliz. Biz hizmetimizi Allah için yaptık ve mükafatını da ahirette bekliyoruz. Dünyada evimize su verilmediği için müteessir değiliz."

Bu olayın bizlere verdiği mesajlar vardır.
Dünyaya, şana, şöhrete, dosta, ahbaba, arka olmalara fazla güvenmemeli. Dünya öyle güvenilecek, insanlar öyle bel bağlanacak kadar vefalı değillerdir. Şartlar değişir, bugün sırtımız çok sağlam yerde olur, çok itibarlı insanlarla yakınlığımız olur. Ama yarın bir de bakarız ki, onların hepsi göçüp gitmiş, biz de dayanacak kimse bulamamışız.

Derler ya: "Duvara dayanma yıkılır, insana güvenme ölür." Öyleyse fani şeylere dayanmamalı, fani şeyleri gaye edinmemelidir. Allah'a dayanmalı, Allah'a güvenmeli ve yaptığımız hizmetleri de Allah rızası için yapmalıyız. İnsan bu tecelli karşısında hayıflanmaktan kurtulamıyor:

"Hey gidi dünya hey. İstanbul'u suya kavuşturan Sinan susuz evde vefat ediyor."

Günahı Göz İşlerde Belasını Gönül Çeker

Mahir İz Hocaya sormuşlar:

-Keskin bir hafızaya nasıl sahip olunur?

-Evladım biz Osmanlı mektebine gittik. Bize ilk gün "Yolda nasıl yürünür" bunun kaidesini öğrettiler. Göz ayağın ucunda olacak yürürken.

Gözümüz hep ayağımızın ucundaydı. Hep önümüze bakardık.

Sizler boyuna etrafınıza bakıyorsunuz.

Ona bak, şuna bak. Sizde hafıza olmaz.

Günahı göz işler de belasını gönül çeker.

Gözler bakar,gönül rahatsız olur ve hafıza zayıflar.

Peygambere Bağlılık

Mekke'nin fethinden sonra İslâm'ı kabul edenler arasında Hz. Ebû Bekir'in babası Ebû Kuhâfe de bulunuyordu. Yaşı sekseni aşmış, âmâ bir kişi olan Ebû Kuhâfe, Hz. Peygamber'in huzurunda hidayete ermekte geç kalmışlığını telâfi edercesine aşkla kelimei şehadet getiriyordu.

Bu esnada sevinmesi gereken "Sıddıyk" (yürekten tasdik edip, sorgusuz sualsiz bağlanan) lakaplı Ebû Bekir ağlıyordu. Fakat bu ağlayış bir sevinç ağlayışı değil üzüntü ağlayışıydı. Bu, meclisteki herkesin hayretine sebep olmuştu. Sordular :

- Ey Ebû Bekir, neden sevinilecek bir günde gözyaşı döküyorsun? Cevap verdi :

- Allah'ın Resulünün en büyük arzusu amcası Ebû Talibin müslüman olmasıydı. Fakat bu dileği bir türlü gerçekleşmedi. Ben isterdim ki şu anda benim babamın yerinde şehadet getiren Ebû Talib olsun, babamın Müslüman olmasından dolayı benim gönlüm hoşnud olacağına, amcasının Müslüman olmasından dolayı Allah Rasûlünün gönlü hoşnud olsun. İşte bu olmadığı için ağlıyorum.

Yıkık Gönlün Ahı Alemi Yakar

Gönlü olan gönül kırmaz, der hikmet ehli. Gönül Mevlâ’nın nazargahıdır zira. Gönül yıkan/kıran kimsenin iki cihanda da bedbaht olacağını Yunus Emre şu dizeleri ile dillendirir:

Gönül çalabın tahtı
Gönle Çalab baktı
İki cihan bedbahtı
Kim gönül yıkar ise

Önce Kendi Gönlümüzü Kırdık

Önce kendi gönlümüzü kırmışız. Ardından dünyanın onca hengamesi içinde kaybetmşiz benliğimizi. Haberimiz yok.

Bırakın dostlarımızı kendimize dahi sıcacık bir tebessümü çok görür olmuşuz. Alışmışız galiba. Ama böyle mutlu olamayız. Çok iyi biliyoruz bunu.

Yapmacık tebessümlerle, sahte sevgilerle mutluluk limanına yelken açamayız. Farkındayız. Ama farkında olduğumuzun bile farkında değiliz galiba.

Sa’di Şirâzî Gülistan adlı eserinde şu ibretlik hadiseyi anlatır:

Zalimlerden biri, fakirlerin odunlarını bedelsiz olarak alır, zenginlere zorla ve pahalı pahalı satardı. Âriflerden biri bir gün yanından geçiyordu. Onun bu halini görünce şöyle dedi:

Sen yılan mısın ki kimi görsen sokuyor, baykuş musun ki nereye otursan harabeye çeviriyorsun?
Halkı zulümle inletirken Hak’tan hiç korkmaz mısın? Bu zulümden vazgeç de göğe beddua çıkmasın.

Zalimin bu sözden canı sıkıldı, kaşlarını çattı, ârifin yüzüne bile dönüp bakmadı. Nihayet bir gece mutfağından odun ambarına ateş sıçrayarak bütün varını yoğunu yaktı, yumuşak döşekten sıcak kül üzerine oturmak zorunda kaldı.

Nasıl olduysa aynı ârif oradan geçiyordu. Adam yanındakilere yakınıyor, şöyle diyordu: “Nasıl olduğunu ve bu ateşin nereden geldiğini bir türlü anlayamadım.” Bunu duyan ârif cevap verdi: “Fukaranın yanan yüreklerinden.”

Gönül yarasından sakınmak gerekir, çünkü onun cihanda merhemi yoktur. Elinden geliyorsa gönül yıkma, çünkü yıkık gönlün âhı âlemi yıkar.

Kalplere muhabbet neşvesi veren bir bakış, bir tebessüm, güzel bir söz arar olmuşuz etrafımızda. Ümidimizi kaybetmişiz ve yaşama sevincini… Zira gönlümüzün âhı bizi de yakmış dünyamızı da.

Öyleyse tatlı dil, güler yüz ve güzel sözlerle hoş edelim gönülleri

Hz Musanın İffeti Ve İffetin 19 İnceliği

Kur’an-ı Kerim, yaşadığımız her olayda bize bir rehberdir. O olaylara iman ve ihlâsla nasıl bir ruh kazandırılacağını, güzel ahlâkla onlara nasıl bir elbise biçileceğini, biz, mucizevî bir nazma sahip olan Kur’an-ı Kerim’den öğrenmekteyiz.

Kur’an-ı Kerim, iffetin de yol ve yöntemini bize bildirmekte. Kasas Sûresi’nin 23. ayetinden 28. ayetine kadar hanımlara ve erkeklere iffetin 19 inceliğini öğreterek birbirlerine karşı nasıl iffetli davranacaklarını tarif etmektedir.

Hz. Musa’nın iffetinden bahseden ve “Zinaya yaklaşmayın!” hükmünü açıklayan bu ayetlerin mealini verdikten sonra iffetin 19 inceliğini ayetlerin mucizevî nazmı arasında görmeye çalışalım.


Kur’an-ı Kerim’in Kasas Suresi’nin 23. ayeti ile başlayıp 28. ayetiyle biten bölüm mealen şöyledir:

(Musa) Medyen suyunun başına varınca, oranın halkından bir topluluğu, hayvanlarını sular­ken buldu. Onların gerisinde ise, hayvanlarını suya gitmekten alıkoyan iki hanım gördü.

Onlara:
– Bu hâliniz ne­dir, diye sordu.

Dediler ki:
– Çobanlar çekilmeden biz hayvanlarımızı sulamayız; babamız ise çok yaşlıdır (gelip hayvanları sulayacak hâli yoktur).

Musa onların hayvanlarını suladı, sonra bir gölgeye çekildi.

– Ey Rabb’im, dedi. Bana ihsan edeceğin her hayra muhtacım.

Derken, o iki hanımdan birisi istihya üzere (utana utana, mahcup) bir yürüyüşle geldi.

– Hayvanlarımızı sulamanın karşılığını vermek üzere babam seni çağırıyor, dedi.

Musa gelip başından geçenleri onların babalarına anlattı.

Babaları da Musa’ya;
– Kork­ma, dedi. Artık o zalimler güruhundan kurtuldun.

O hanımlardan biri şöyle dedi:
– Babacığım, onu ücretle (çoban) tut! Şüphesiz, ücretle istihdam ettiğin en iyi kimse, güçlü ve güvenilir kimsedir.

Babaları (Musa’ya) dedi ki:
– Sekiz sene bana çalışman şartıyla şu kızlarımdan birini sana nikâh etmek isterim. On yıla tamamlarsan, o da senin bir lütfun olur. Ben sana güçlük çıkarmak istemem. Beni in­şaAllah salih kimselerden bulacaksın.

Musa:
– Bu seninle benim aramda bir anlaşmadır, dedi. İki müddetten herhangi birini tamamladıktan sonra, artık bir çekişme olmayacak ve daha fazlası benden istenmeyecektir. Söylediklerimizi Allah görüp gözeticidir.

(Kasas Suresi, 23–28)


İffetin 1. inceliği: İffetli hanımlar erkeklerle iç içe olmamalı ve bir kenarda durmalı. Ayet-i kerime buna “Onların (erkeklerin) gerisinde” ifadesiyle işaret ediyor.

İffetin 2. inceliği: İffetli hanımlar erkeklerle iç içe bir araya getirecek sebeplerden uzak durmalı. Ayet-i kerime buna “Hayvanlarını suya gitmekten alıkoyan iki kadın” ifadesiyle işaret ediyor.

İffetin 3. inceliği: İffetli hanımların yabancı erkeklerle konuşma zorunluluğu varsa maksadı anlatacak kadar kısa konuşmalı. Ayet-i kerime buna “Çobanlar çekilmeden biz hayvanlarımızı sulamayız; babamız ise çok yaşlıdır (gelip hayvanları sulayacak hâli yoktur)” ifadesiyle işaret ediyor. Burada ne az ne de çok bir ifade var. Maksadı anlatan çok kısa bir cümle seçilmiş. Çünkü Musa (a.s.) onlar için yabancı bir erkek.

İffetin 4. inceliği: İffetli hanımlar yabancı erkeklerle karşılıklı sohbete sebep olacak tarzda konuşmamalı. Ayet-i kerime buna “Çobanlar çekilmeden biz hayvanlarımızı sulamayız; babamız ise çok yaşlıdır” cümlesindeki fazla açıklamayla işaret ediyor. Çünkü bu ifade karşılıklı konuşmaya sebep olacak şu muhtemel soruların hepsini karşılıyor: “Niçin erkeklerin gerisinde duruyorsunuz? Hayvanlarınızı niçin sulamıyorsunuz? O halde ne zaman sulayacaksınız? Sizin bir erkeğiniz yok mu? O halde niçin o gelip sulamıyor?” gibi… Bu muhtemel sorular karşılıklı konuşmayı doğuracağı için burada en iffetli cevap seçilmiş, tekrar soru sormaya imkân bırakılmamıştır.

İffetin 5. inceliği: İffetli hanımlar yabancı erkeklerle sohbet kapısını açacak tarzda yuvarlak sözlerle değil kesin ifadelerle konuşmalı. Ayet-i kerime buna “Çobanlar çekilmeden biz hayvanlarımızı sulamayız” cümlesindeki olumsuzluğu ifade eden kesin hükümle işaret ediyor. O kadınlar “Biz sonra sularız” gibi genel bir cümle kullanmıyor. Çünkü o zaman bu ifade bir sohbet kapısını açabilirdi.

İffetin 6. inceliği: Erkeklerin de yabancı hanımlarla konuşma zorunluluğu varsa onlar da sözlerini kısa tutmalı. Ayet-i kerime buna “Mâ hatbukuma” yani “Bu hâliniz nedir?” sorusuyla işaret ediyor. Çünkü Hz. Musa’nın (a.s) iffeti o kadınlardan daha fazla olduğu için onlara bir kelimelik soru soruyor.

İffetin 7. inceliği: İffetli erkekler, iffetli sözlerle maksadına ulaşınca hanımlarla konuşmayı bitirip susmayı tercih etmeli.Ayet-i kerime buna, “Musa onların hayvanlarını suladı” cümlesiyle işaret ediyor. “Hayvanlarınızı sulamamı ister misiniz?” diye sormadan kalkıp onları suluyor. Çünkü her soru bir cevabı doğuracağından Hz. Musa iffetinden dolayı bu kapıyı açmıyor.

İffetin 8. inceliği: Bir erkek bir hanıma iyilik yapmışsa iffetin gereği olarak o hanımdan gelecek teşekküre veya güzel sözlere meydan vermemeye çalışmalı. Ayet-i kerime buna “Sonra bir gölgeye çekildi” cümlesindeki “sonra” kelimesiyle işaret ediyor. Demek Hz. Musa (a.s.) sulamanın ardından herhangi bir konuşmaya mahal vermeden hemen oradan uzaklaşıyor.

İffetin 9. inceliği: Şartlar ne kadar zorlarsa zorlasın iffetli hanımlar erkeklerle iç içe bir arada bulunmamak için elden geldiğince gayret göstermeli. Buradaki ayet-i kerimelerden anlıyoruz ki o kadınlar: “Hayat şartları bizi zorluyor? Beraber gideceğimiz mahrem bir erkeğimiz de yok. Hem subaşında insan çok olduğu için halvet de olmaz. Ayrıca onları beklersek geç de kalırız. O halde erkeklerin arasında biz de hayvanlarımızı sulayabiliriz” demiyorlar. Bütün bu haklı sebeplere rağmen iffetlerinin gereği olarak erkeklerin gerisinde beklemeyi tercih ediyorlar.

İffetin 10. inceliği: İffetli hanımlar yabancı erkeklerle iç içe beraber olmamak için onların azlığına veya çokluğuna bakmamalı. Ayet-i kerime buna “Çobanlar çekilmeden biz hayvanlarımızı sulamayız” cümlesindeki kapsamlılıkla işaret ediyor. Çünkü o kadınlar “Çobanlar biraz azalsın da biz hayvanlarımızı öyle sularız” demiyorlar.

İffetin 11. inceliği: İffetli bir erkek iyilik yaptığı bir hanımla tekrar karşılaşırsa – 8. maddedeki sakıncaya düşmemesi için – samimi sohbete kapı açacak herhangi bir söz söylememeli. Bu ayetlerden anlıyoruz ki o kadınlardan birisi geri dönüp Hz. Musa’nın (a.s) yanına geldiğinde, Hz. Musa (a.s.) ona, “Buyurun! Nasıl yardımcı olabilirim? Seni bana birisi mi gönderdi? Benden bir şey mi istiyor?” gibi sohbet kapısını açacak herhangi bir şey sormuyor.

İffetin 12. inceliği: İffetli hanım da daha önce kendisinden iyilik gördüğü yabancı erkekle karşılaştığında samimi sohbete kapı açacak sözler sarf etmemeli. O hanım Hz. Musa’nın (a.s.) yanına vardığında “Siz iyi bir insansınız. İyiliğiniz için teşekkür ederiz. Sizi eve davet edip iyiliğinizin karşılığını ödemek istiyoruz” gibi kendisinin veya kız kardeşinin duygularını hissettiren bir cümle kullanmıyor. Hz. Musa’nın (a.s.) sorabileceği muhtemel soruların cevabını veren, kendi duygularını hiç dikkate vermeyen ve isteği kendisine değil babasına isnat eden kısa ve iffetli bir cümle söylüyor: “Hayvanlarımızı sulamanın karşılığını vermek üzere babam seni çağırıyor.”

İffetin 13. inceliği: İffetli hanımlar yolda yürürken “tam bir hayâ” veya tam bir mahcup eda içinde yürümeli. Ayet-i kerime buna “istihya üzere (utana utana, mahcup) bir yürüyüşle geldi” cümlesiyle işaret ediyor. O kadın, süslü püslü bir kıyafetle, çalımlı, sallana sallana, sağa sola bakarak, dikkatleri kendi üzerine çekerek ve gönül eğlendiren bir tavırla yürümüyor. Çünkü ayet-i kerimede “hayâ” kelimesi yerine “istihyâ” kelimesi geçiyor ki üç harflik bir fazlalıkla ondaki mahcupluğun ve utanma duygusunun ileri seviyede olduğunu ve yürüyüşüne bunu yansıttığını gösteriyor.

İffetin 14. inceliği: İffetli hanımlar yabancı erkeklerle konuşurken iffetli bir şekilde konuşmalı. “O iki hanımdan birisi istihya üzere (utana utana, mahcup) bir yürüyüşle geldi” ifadesinin tefsiri hakkında, İbn Kesir’de, Hz. Ömer’den sahih bir rivayet naklediliyor. Hz. Ömer şöyle diyor: “O kadınlardan biri utana utana yürüyüp ona geldi. Elbisesiyle yüzünü örtmüştü. O, ileri geri konuşan yüzsüz bir hanım değildi.”

İffetin 15. inceliği: İffetli hanımlar evden dışarı çıkma hususunda iktisatlı davranmalı. Yani, işi güven içinde sonuçlandırabilecek kaç hanıma ihtiyaç varsa o kadar hanımla beraber çıkmalı. Ayet-i kerime buna “O iki kadından birisi… geldi” tabiriyle işaret ediyor. Çünkü babalarının talebini Hz. Musa’ya (a.s) haber vermek için bir hanımın çıkması yeterlidir. Koyunları sularken iki hanıma ihtiyaç duyulduğu için o görevi iki hanım beraberce yapmışlardı.

İffetin 16. inceliği: İffetli hanımlar, iffet konusunda prensip sahibi olmalı. Zaman zaman değil, her zaman iffetli davranmalı. Ayet-i kerime buna “Çobanlar çekilmeden biz hayvanlarımızı sulamayız” cümlesindeki “sulamayız” fiil kipiyle işaret ediyor, geçmişi de geleceği de içine alan bir prensibi nazara veriyor. Yani o hanımlar bu ifadeyle, “Bizim prensibimiz, âdetimiz böyle. Biz hiçbir zaman çobanlar çekilmeden hayvanlarımızı sulamayız” diyorlar.

İffetin 17 ve 18. inceliği: İffetli hanımlar belirli bir erkekten ve onun niteliklerinden bahsederken sözlerine iffeti yansıtmalı. Ayet-i kerime buna “Babacığım, onu ücretle (çoban) tut! Şüphesiz, ücretle istihdam ettiğin en iyi kimse, güçlü ve güvenilir kimsedir” cümlesiyle işaret ediyor. Çünkü o hanım babasına teklifini yaparken birinci olarak Hz. Musa’nın adını anmadan yapıyor, ikinci olarak onun özelliklerinden bahsederken genel ifade kullanıyor. Kendisine sorulmadan “Musa güçlü ve güvenilir bir kimsedir. Bizim için böyle böyle yaptı” demiyor. Sadece ücretle çalışan bir kimsede olması mutlaka şart olan iki özelliği dikkate veriyor: “güçlü” ve “güvenilir”.

Bu hususta İbn Kesîr’in tefsirinde şöyle bir kayıt yer alıyor:

“Ömer, İbn Abbâs, Kâdî Şureyh, Ebu Mâlik, Katâde Muhammed İbn İshâk ve birçokları şöyle diyorlar:

Kız, babasına “Şüphesiz, ücretle istihdam ettiğin en iyi kimse, güçlü ve güvenilir kimsedir.” dediğinde,

babası:
– Bunu sana öğreten nedir? diye sormuş.

Kızı da şöyle demiş:
– Çünkü o, on erkeğin taşıyabileceği kayayı kaldırdı. Ben onunla beraber gelirken onun önüne geçmiştim de bana:

– Arkamdan gel, ben yoldan sapacak olursam bir çakıl taşı at ki onunla yolu bileyim ve doğru yoldan gideyim, dedi.

İffetin 19. inceliği: Erkek erkeğe konuşma yapılırken detaylı bir şekilde konuşulabilir. Ancak iffetli erkek yabancı hanımlarla konuşurken maksadı ifade edecek kadar kısa konuşmalı. Ayet-i kerime buna, “Musa gelip başından geçenleri onların babalarına anlattı” cümlesiyle işaret ediyor. Hz. Musa (a.s.) ilk başta o hanımların her ikisiyle ve daha sonra onlardan biriyle konuşurken sözlerinde iktisat etmişti. Babalarının yanına geldiğinde ise başından geçenleri bir bir anlatmıştır.

En iyisini Allah bilir.

Sonuç olarak, peygamberler gibi mükemmel bir imana ulaşamayan birine imansız denilemeyeceği gibi, yine onların derecesinde İslam’ı yaşamaktan aciz olanlara da gayr-i müslim denilemez. Binaenaleyh, iffeti bu ayetlerde işaret edilen incelikte hayatına yansıtamayan birine iffetsiz denilmemeli. Yani, herkes yaşayabildiği kadar mümindir, Müslüman’dır ve iffetlidir. Yeter ki imanını götürecek bir küfür, İslamiyet’i yıkacak bir itaatsizlik ve iffeti yok edecek zina gibi bir günaha düşmesin.

Allah hepimizi Kur’an’ın tarif ettiği iffetle hayatını şekillendirenlerden, tövbe istiğfarla onu parlatanlardan eylesin.


Said Demirtaş/İffeti Yaşayanlar

Rızık Nereden Gelir

İbrahim b. Edhem k.s. ile Şakik-i Belhî k.s. Mekke’de karşılaşırlar. İbrahim b. Edhem Şakik’e sorar:

– Rızık için çalışmayı terk etmişsin, sebebi nedir?

Şakik-i Belhî k.s. şöyle cevap verir:

– Çölde yolculuk yaparken yerde kanatları kırık bir kuş gördüm. Kuşun nasıl rızıklanacağını merak ettim, karşısına oturup beklemeye başladım. Derken, gagasında çekirge bulunan bir kuş belirdi. Çekirgeyi getirip kanadı kırık kuşun gagasına bıraktı. Bunu görünce kendi kendime dedim ki: “Şu kanadı kırık kuşu başka bir kuşu sebep kılarak besleyen Allah Tealâ, nerede olursam olayım, beni de rızıklandırmaya kadirdir!” Böylece rızk için çalışmayı bırakıp ibadetle meşgul oldum.

Bunun üzerine İbrahim b. Edhem k.s. şöyle der:

– Peki neden sakat kuşu besleyen sağlam kuş gibi olmayı tercih etmiyorsun? Rasulullah s.a.v. “Veren el alan elden hayırlıdır!” buyurmadı mı! Ayrıca, her işinde en iyiye ulaşmaya çalışmak müminin alametlerindendir. İyiler derecesine ancak bu yolla yükselinebilir.

Bu sözler üzerine Şakik-i Belhî k.s., İbrahim b. Edhem’in elini öperek şöyle dedi:

– Ey İbrahim, doğru söylüyorsun. Bununla birlikte, insan rızkını temin için sadece sebeplere bağlanıp kalmamalı, sonucun tamamen bununla sağlanacağını sanmamalıdır. Asıl rızkı verenin Mevlâsı olduğunu unutmamalı ve dikkatini O’na vermelidir. Bu durum dilencinin haline benzer. Dilenci elinde tuttuğu kaba değil, ellerini uzatarak kendisine bir şeyler verenlere bakar. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur: “Kim zengin olmak isterse, kendi elinde olandan çok Allah Tealâ’nın katında olanlara güvensin.” (İmam Gazalî, Mükâşefetü’l-Kulûb)

İbadetin Önemi

Adamın biri bir gün eşeğine buğday yükleyerek değirmene varır. Eşeğin sırtındaki buğday çuvallarını indirir indirmez eşek kaçar ve kaybolur. Adam eşeğin peşine düşerek aramaya koyulsa Cuma namazını kaçıracaktır.
Tam bu sıkışık anda adamın tarla komşusu çıkagelir ve der ki, "Bugün sulama sırası senindir; hemen git; nöbetini kullanarak toprağına su ver. Sıranı kaçırırsan bir daha nöbet sana gelinceye kadar tarlanı sulayamazsın." Adam, Cuma namazını kaçırmamak için kaybolmuş eşeğini aramaktan vaz geçmişken bu defa da başına tarla sulama derdi çıkar. Dünyalık geçim bakımından işlerin her ikisi de biri birinden mühimdir. Eşeğin peşine düşmezse hayvancağız tamamen kaybolabilir; ya da canavarların birine yem olur. Halbuki köylü eşeksiz geçinemez. Öteye beriye yüklerini kim taşıyacak ve neyin sırtına binerek yolculuğa çıkacak?
Tarla, zamanında ve düzgün aralıklarla sulanmadığı taktirde o yılki ekinler ya noksan olur. Ya da hiç olmaz. Bu da bir köylü için bütün ev halkının o yıl açlıkla karşı karşıya kalması demektir. Ayrıca buğday çuvalları da değirmende kalmaktadır. Adamın sırasını bekleyip ekini öğütmesi ve onu evine götürmesi lazımdır ki karısı öğle yemeğine ekmek pişirebilsin.
Adam işlerin hangisine koşayım diye düşünüp dururken Cuma namazının vakti gelip çatar. Hemen hatırına varlıkların biricik sahibi Allah'ın kesin emri gelir. "Cuma ezanı okunduğu zaman, dünyalık işlerinizi bırakarak Allah'a ibadet etmeye koşunuz. Cumadan çıktıktan sonra işlerinize dağılarak helal yollardan geçiminizin peşine düşünüz." Adam şöyle düşünür: "Az sonra yüce Allah'ın kesin emri beni ibadet yerine çağıracaktır. Şu anda kafamı yoran dünyalık nimetlerle birlikte daha nice nimeti bana veren O değil midir? Üstün ve ortaksız bir gücün sahibi olarak, O verdiği nimetleri istediği anda geri alıp kulu çaresizlik içinde çırıl çıplak bırakacağı gibi elden kaçar gibi olan nimetleri tekrar kulunun eline ve emrine veremez mi? O halde tamam, herşey ne olursa olsun; ben Cuma namazına gidiyorum." Bu kesin karardan sonra saydığımız bütün sıkışık işlerini yüzüstü bırakarak camiye koşar. Dünya işlerinin kafa yoran düşüncelerinden sıyrılarak Allah'ın evine gider.
Hatibin okuduğu hutbeyi can kulağıyla dinlerken, hafta içinde yaptığı günahları bir bir aklından geçirir; daha önceki Cuma namazından çıkarken artık günah işlemiyeceğine gönülden söz verdiği halde sözünü tutamıyarak yaptığı dine aykırı hareketlerden ötürü yüreğinde derin bir pişmanlık duyar. Esirgeyen ve bağışlayan Allah'dan, her adımını O'nun emrine uygun şekilde atamadığı için samimi bir utanç duyar.
Pişmanlık ve utancının manevi gözyaşları ile gönlünü karartan günah pasları silinir. Kalbinin bir hafta önceki o tatlı rahatlığa ve Allah (c.c.) huzurunda teslim olmuşluğa tekrar büründüğünü hisseder ve sevinir. Fakat bu sevincin yanında "ya ibadetlerimi yüce Allah (c.c.) kabul etmezse; ya farkında olmadan ağır şekilde Allah'ı gücendirecek bir günah işliyor ve Allah'ın yaygın esirgeciliğini kendimden uzaklaştırıyorsam" diye içinde bir korku ve endişenin kıpırdadığı duyar. Sonra aklında gelir ki iyi bir mü'min zaten her an Allah'ın rahmetine güvenecek hem de O'nun korkusunu hiçbir an gönlünden çıkarmıyacak, bu iki duyguyu aynı anda taşıyarak kendini yolun doğrusu üzerinde tutacaktır.
O halde bu korkulu ve aynı zamanda ümitli hali temiz bir mü'minin özlenen halidir. Sağlam bir mü'mine yakışır duygu ve düşünceler taşıdığına ayrıca sevinir. Allah'ın öz evinde O'na bağlılıkların en samimisini sunarak Cuma namazını kıldıktan ve arınmış bir gönülle ibadet evinden çıktıktan sonra adam, evine varır.
Bir de ne görsün!... Namazdan önce kafasını yoran ve neredeyse Cumayı kaçırmasına sebep olmak üzere bulunan bütün işler, adeta kendiliğinden oluvermiştir. Eşeği eve dönmüş, buğday öğütülmüş, tarlası da sulanmıştır. Yemek pişirip taze ekmek hazırlayan karısı sofrayı kurmuş kocasının camiden dönmesini beklemekteydi. Karısına "bu işler nasıl yoluna girdiğinden dolayı içinde katmerli sevinç duyar, ve karısı olanları anlatır; adamın birisi değirmene gitmişti, kendisinin sanarak bizim buğdayları öğütmüş, çuvalları evine getirince yanlışlık yaptığını anlamış ve bize göndermiş. Eşek az önce kendiliğinden dönerek eve geldi. Komşunun tarlasını doldurup taşan su, bizim tarlaya akarak toprağımızı sulamış ve işte işler gördüğün gibi yoluna girmiş."
Adam bir yandan Allah'a karşı, mü'min kalabalığı ile birlikte samimi kulluk borcunu yerine getirip gönül rahatlığına kavuştuğundan ötürü öte yandan namaz öncesi canını sıkan işler, zincirlemesine kendiliğinden yoluna girdiğinden dolayı ayrıca katmerli sevinç duyar, kullarının her işini yoluna koyan yüce Allah'a şükürler ederek karısı ve çoluk çocuğu ile birlikte sofraya oturur.

Sessiz Ders

Bir bilgenin ders halkasının müdavimlerinden biri, nice seneler sonra, halkayı terketmişti. Haftalar aylar geçip adam ortalarda gözükmeyince, bilge kişi kendisini ziyarete karar verdi.

Mevsim kıştı, adam evde yalnızdı ve evin salonundaki büyük ocakta gürül gürül odun yanıyordu.

Bilgenin kendisini niye ziyaret ettiğini tahmin eden adam, üşümüş olan bilgeyi ocağın başına davet etti, kendisi de birşeyler ikram etmek için mutfağa yöneldi.

Ocağın yanıbaşına oturan bilge, gelen ikramı kabul etti, fakat adama hiçbir şey demedi. Sanki adam evde yokmuş, sanki kendi evinde tek başına oturuyormuş gibiydi. Bütün dikkatini ocağa vermiş gözüküyordu.

Bilge birkaç dakika sonra maşayı eline aldı, iyice köz haline gelmiş odunlardan birini ocağın bir kenarına koydu. Sonra minderine oturdu. Hala birşey söylemiyordu.

Kenara konmuş olan közün ateşi yavaş yavaş azaldı, sonra söndü. Odada çıt çıkmıyordu. İlk baştaki selamlama hariç, bir kelime bile konuşulmuş değildi.

Bilge gitmeye hazırlanırken, sönmüş közü aldı ve yeniden ateşin ortasına koydu. Köz, ateşle ve yanan odunların ısısıyla çabucak parladı.

Bilge ayrılmak için kapıya yöneldiğinde, ev sahibi:

"Sebeb-i ziyaretiniizi anlıyorum". dedi. "Ateş dersiniz için de teşekkür ederim. Bundan sonra sohbetlerinizi hiç aksatmayacağım."

Sohbetimize Gelin

Alî Râmîtenî kuddise sirruh hazretleri, bir gün yakınlarını alıp, Hârezm vilâyetine gitti ve kenar bir mahalleye yerleştiler.
Sonra iki talebesi sultana gidip;
- Sultânım! Fakir bir dokumacı sizin ülkenize geldi. İkamet için izin istiyor. İzin verirseniz, bu hususta bir de mühürlü bir belge istiyor, dediler.
Sultân;
- Tamam, oturabilir, dedi.
Ve istedikleri belgeyi verdi ellerine.
Büyük velî, bu belgeyi alıp, cebinde sakladı. Sonra pazar yerine gidip, bir iki işçiye sordu:
- Sizin yevmiyeniz ne kadardır?
- Şu kadar.
- Size bir teklifim var. Bugünkü ücretiniz benden olsun. Bizim eve gidip, sohbet edelim. İkindi vakti öderim ücretinizi.
- Memnûniyetle, dediler.
Ancak sohbet öyle tatlıydı ki, bir türlü ayrılamıyorlardı bu zâtın yanından.
Sonra günden güne artıyordu gelenler.
Bâzı kötü niyetliler, hükümdara koşup;
- Sultânım, şehrimize bir hoca geldi ki, insanlar sohbetine gitmek için can atıyor. Bu hoca, ileride Hârezme sultân olabilir, dediler.
Sultân heyecanlanıp;
- Öyleyse şehri terk etsin! dedi.
Ve mühürlü bir ferman yazıp, verdi o memurlara.
Büyük velî, bu fermanı alınca, cebinden önceki fermanı çıkarıp;
- Bunu da o vermişti. Eğer imzasını inkâr ediyorsa, hemen terk ederiz, buyurdu.
Bu cevabı sultâna ilettiler.
Başını eğip düşünceye daldı.
Ve “Bu, nasıl bir kimse?” diye merak etti iyice.
Tebdil-i kıyafetle gidip oturdu bir kenarda.
Sohbetini dinleyince hayrân oldu.
Dahası, talebesi olmakla şereflendi.

Bir Adamki Cenneti İstemez

İmam-ı Azam'ın da bulunduğu bir mecliste birisi şöyle bir soru sordu: "Bir adam ki, cenneti istemez, cehennemden korkmaz, ölü eti yer, rüküsüz secdesiz namaz kılar, görmediğine şahitlik eder, fitneyi sever, hakkı istemez, bu adam kafir midir, mümin mi?" Mecliste bulunanlar ağız birliği etmişçesine "Bunlar kafirin sıfatlarıdır, böyle bir adam kafirin ta kendisidir." dediler. İmam-ı Azam susuyordu: "Ya imam sen ne dersin?" dediler. İmam-ı Azam, "Bunlar müminin sıfatıdır, böyle biri müminin ta kendisidir" dedi. itiraz ettiler: "Ya imam nasıl olur, mümin cenneti istemez mi, cehennemden korkmaz mı?.." diye. İmam tek tek açıkladı: "Gerçek (bilinçli) mümin cenneti istemez, sahibini (Allah'ı) ister, cehennemden korkmaz, sahibinden korkar, ölü eti dediğiniz balıktır, görmediğine şahitlik eder, çünkü Allah'ı görmez ama kesin inanır, rükusuz secdesiz kıldığı namaz cenaze namazıdır, fitneyi sever, çünkü fitneden maksat mal ve evladdır, (Kur'an'da mal ve evladın müminler için fitne -imtihan- olduğu belirtilmiştir); hakkı istemez, çünkü haktan kasıt ölümdür, mümin de olsa ölümü temenni etmez."

Dua Ve Çocuk

Bir baba ile oğul oltalarını göl kenarına atıp otele döndüler. Bir saat sonra gittiklerinde oltaya dört beş balığın takıldığını gördüler.

Çocuk:

- Ben balıkların oltaya takılacaklarını biliyordum, dedi.

Babası sordu:

- Nereden biliyordun?

- Dua ettim de onun için, dedi çocuk.

Cevaptan babası hoşnuttu. Oltayı yeniden hazırladılar, ikisi de hallerinden memnun öğle yemeği yemek için otele döndüler. Yemekten sonra göle gittiler. Yine bir kaç balık yakalanmıştı.

Çocuk:

- Böyle olacağını biliyordum, dedi.

- Nereden biliyordun?

- Dua ettim de onun için.

Baba oğul oltayı tekrar göle attı ve otele gittiler. Yatmadan önce, göle gidip oltaya baktıklarında bu defa bir tek balığın bile oltaya takılmadığını gördüler.

Çocuk yine ama bu kez:

- Ben oltaya balık gelmeyeceğini biliyordum, dedi.

Babası gelecek cevabı tahmin eder gibi sordu:

- Nereden biliyordun?

- Dua etmedim de onun için, dedi çocuk.

- Niçin dua etmedin.

Cevap enfesti ve asıl merak edilen de oydu.

- Oltaya yem takmayı unuttuğun aklıma geldi de ondan…

Bir şeyin olmasını istiyorsak önce elimizden geleni yapmalı daha sonra dua etmeliyiz. Nasıl ki meyve yetiştirmek istiyorsak önce o meyvenin tohumunu toprağa ekmeliyiz…

Çocuktan İnsanlık Dersi

Günün son dersinin sonuna gelinmişti. Öğrenciler çıkmak için sabırsızlanıyordu. Defter ve kitaplarını çantalarına koydular. Zil çalar çalmaz, dışarı çıkmak için hazırdılar.
Yalnız, Ali hazırlanmamıştı. Gecikmek için de elinden geleni yapıyordu.

Nihayet zil çaldı. Öğrenciler bir anda kapıya yöneldi. Ali, yerinden kalkmadı. Ağır ağır eşyasını topladı. Bir yandan göz ucuyla öğretmenine bakıyor, bir yandan da arkadaşlarının gitmesini bekliyordu. Öğretmeni, onun bu hâlini fark etti:

- Hayrola Ali, dedi. Eve gitmeyecek misin?

Ali, son arkadaşının da çıktığını görünce cevap verdi:

- Sizinle konuşmak istiyordum öğretmenim.

- Peki, dedi öğretmeni. Ne söyleyeceksin bakalım?

- Ahmet arkadaşımız var ya...

- Evet, ne olmuş Ahmet'e?

- Durumları pek iyi değil galiba. Annesi, beslenme çantasına pekiyi şeyler koymuyor.

- Ee?

- Ona yardım etmek istiyorum. Ama benim yardım ettiğimi bilirse üzülür. Günde bir simit parası biriktirip her hafta size versem, siz de ona verseniz?

Cebinden bir avuç bozuk para çıkarıp öğretmenin masasının üzerine koydu. Nurhan Öğretmen, paraya dokunmadı. Sandalyesine oturup düşündü. Ali hakkındaki bilgilerini yokladı. Bildiği kadarıyla ailesinin durumu pek iyi değildi. Bu çalışkan ve sevimli öğrencisi, ne kadar da iyi niyetli ve düşünceliydi. Zengin bir ailenin çocuğu değildi. Buna rağmen yardım etmek istiyordu. Üstelik yardım ettiğinin bilinmesini istemiyordu.

Nurhan Öğretmen:

- Dur bakalım Ali, dedi. Bildiğim kadarıyla sizin de maddî durumunuz pekiyi değil. Yanlış mı biliyorum?

- Doğru biliyorsunuz öğretmenim. Babam gündelikçi. Çoğu zaman iş bulamıyor. Ama ben de çalışıyor, para kazanıyorum.

- Nerede çalışıyorsun?

- Simit satıyorum.

Nurhan Öğretmen yine durup düşündü. İyiliğin bu kadarına ne demeliydi şimdi. Bunun gerçekleşmesi zordu. Onu, bundan vazgeçirmek için bir çare bulmalıydı. Bunu yaparken, sevimli öğrencisini de kırmamalıydı. Onunla biraz daha konuşursa, belki bir yolunu bulurdu. Nurhan Öğretmen, Ali'ye döndü:

- Büyüyünce ne olmak istiyorsun, diye sordu.

- Çok zengin bir işadamı...

- Niçin?

- İnsanlara daha çok yardım etmek için...

- Güzel, dedi Nurhan Öğretmen. Bak şimdi Ali, Ahmet'in ailesinin durumu pek iyi değil; bu doğru. Ama sizinki de bundan pek farklı değil. İstersen acele etme; çok zengin olduğun zaman insanlara yardım edersin. Olmaz mı?

- Olmaz, dedi Ali. Şimdi yapmalıyım.

- Neden olmaz?

- Üç sebepten dolayı olmaz. Birincisi: Bu para zaten benim değil. İyilik ettiğim için Allah, beni insanlara sevimli gösteriyor. İnsanlar da bundan etkileniyor, daha çok simit alıyorlar. Bu sayede gün boyu çalışanlardan bile fazla simit satıyorum. Hele mahallede Hasan Amca var, her gün iki simit alıp güvercinlere veriyor. İkincisi: "Ağaç yaş iken eğilir." deniliyor. Şimdiden iyilik yapmayı öğrenmezsem büyüdüğümde hiç yapamam. Üçüncüsü ise daha önemli: Büyüdüğüm zaman çok zengin bir iş adamı olmak istiyorum. Zamanında yatırım yapmayanlar büyük işadamı olamazlar.

Nurhan Öğretmen, karşısında büyük biri varmış gibi dinliyordu:

- Bu sonuncusunu pek iyi anlayamadım, dedi. Biraz açıklar mısın?

- Açıklayayım öğretmenim, dedi Ali. Şimdi, çok zengin olmadığım için, ancak günde bir simit parası kadar yardım edebiliyorum. Bundan fazlasını veremem. Allah, Cennet'i gücü kadar iyilik edene veriyor. Şimdi gücüm bu olduğuna göre Cennet'in fiyatı birkaç simit parası kadardır. Eğer zengin olmadan ölürsem birkaç simit parasıyla Cennet'e girebilirim. Bundan daha kârlı bir yatırım olur mu?

Nurhan Öğretmen'in gözleri dolmuştu. Başını "Evet" anlamında sallarken masanın üzerindeki paraları bir bir topladı.

Bu Nasıl İştir Böyle Acaba Şakamı Yapıyor

Bağdat'ta dul bir kadın yaşıyordu. Bu dul kadının altı çocuğu, bir de ihtiyar anası vardı. Bu kadın bir hafta boyunca iplik eğirir, sonra pazara götürüp, o ipliği satar ve çocuklarının rızkını temin ederdi.
Zaman geldi, bu dul kadın vefat etti. Böylece yetimlerin bakımı, ölen dul kadının çok yaşlı olan anasına kaldı. Bu ihtiyar kadıncağız da iplik eğirerek çocukları geçindirmeye başladı. Fakat her hafta pazara çıkamıyordu. Yaşlı olduğu için pazara gidip gelmek zor olduğu gibi fazla ip de eğiremiyordu. Onun için "Yaptıklarımı biriktireyim, hepsini götürür satarım." diye düşündü. Bir zaman sonra elindeki iplik çoğalınca, pazara götürmeye karar verdi. Uğraşmış, didinmiş, bin dirhem kadar ip eğirmişti.
"Yâ Rabbi! Hayırlı bir müşteri çıkar; şu öksüzlerin rızkını sen ver." diye dua edip, sabahın erken saatlerinde pazarın yolunu tuttu. Yolda giderken Şeyh Abdülkadir Geylânî Hazretleri'ne rastladı. O da, sabah namazından çıkmış müridleriyle beraber karşıdan gelmekteydi. Abdülkadir Geylânî Hazretleri yaşlı kadını görünce ona:
Ey ana! Bu yaşlı hâlinle, sırtında bu yükünle nereye gidiyorsun? diye sordu. Nine:
Bir miktar iplik eğirdim. Pazara götürüp satacağım, dedi. Abdülkadir Geylânî Hazretleri, ninenin elindeki eğrilmiş ipleri göstererek:
Müsaade edersen, bu seferlik iplikleri ben satayım. Sen bu yaşlı hâlinle yorulma, dedi.
Ihtiyar kadın:
Çok memnun olurum, lütuf buyurmuş olursunuz, diye memnuniyetini izhâr etti.
Bunun üzerine Abdülkadir Geylânî Hazretleri bu ipleri alıp, sanki şaka yapıyormuşçasına yandaki mescidin damına fırlattı. O esnada irice bir kuş gelip ipliği kaptığı gibi gitti. Yaşlı kadın kendine kendine "Bu nasıl iştir böyle, acaba şakamı yapıyor?" diye söylenirken Şeyh'in etrafındaki müridleri kadına "sükût etmesini, bunda mutlaka bir hayır olduğunu" işaret ettiler. Bunun üzerine yaşlı kadın hiç sesini çıkarmadı. "Acaba ipliğin parası ne zaman elime geçer?" diye düşünürken Şeyh Efendi yaşlı kadına:
Ey ana! Sakın canın sıkılmasın. Ipliği şimdi satmaya gönderdim. Parası gelsin, ne kadar tutarsa, inşAllah tastamam alırsın, dedi. Yaşlı kadın "Peki." diyerek evine döndü. Ertesi gün merakla tekrar geldi. Ipliğin satılıp satılmadığını sorduğunda Abdülkadir Geylânî Hazretleri:
Iplik satıldı; fakat parası henüz gelmedi. Ama inşAllah bir hafta kadar bir zaman sonra gelir, buyurdu. Yaşlı kadın tekrar gitti. Ama bir hafta sabredemeyip yine geldi. Ipliğin parası henüz gelmemişti. Şeyh Efendi, nineye:
InşAllah yarın gelir, paranı alırsın, buyurup geri gönderdi.
Kadın tekrar geri döndü. Tabiî kapıdan çıkarken canının bir hayli sıkkın olduğu anlaşılıyordu. "Halbuki pazara gitseydim, şimdi hiç olmazsa ipin parası elimde olurdu." diye kendi kendine söyleniyordu. Müridler onu uğurlarken:
Ana, bu kadar bekledin, bir gün daha sabret. Bakalım, Mevlâ Teâlâ ne gösterir. Bunun hikmetini yarın hep birlikte anlarız, dediler.
Ertesi gün, sabahın erken saatlerinde Abdülkadir Geylânî Hazretleri'nin huzuruna hiç tanımadıkları bir heyet geldi. El öpüp, gerekli tazim ve hürmeti gösterdikten sonra Şeyh Efendi'ye bin altın takdim edip:
Efendi Hazretleri! Ahdimiz vardı, lütfen şu bin altını kabul buyurunuz, diye rica ettiler. Daha sonra müsaade isteyip huzurdan çıkarken, kapıda neticeyi merakla bekleyen müridler onlara "Kim olduklarını, Şeyh Efendi'ye verilen paranın niçin verildiğini" sordular. Onlar da şöyle anlattı:
Bizler hepimiz tüccarız. Ülkeler arası ticaret yaparız. Bu seferimizde yine ticaret maksadıyla gemiye malları yüklemiş denizde yolculuk yaparken, birden şiddetli bir rüzgâr çıktı. Bu rüzgârın tesiriyle gemimizin yelkeni delindi ve yol alamaz olduk. Öyle ki az daha denizde batıp boğulacaktık. Kaptana "Bunun çaresi yok mu?" diye sorduğumuzda:
Bin dirhem ip olsa, geminin yelkenini onarır ve yolumuza devam ederiz. Ama şu anda o kadar ipi nereden bulacağız? dedi. Biz ellerimizi kaldırarak Allah'a dua ettik. Duamızda Abdülkadir Geylânî Hazretleri'ni de vesile kıldık ve adakta bulunduk: Şayet Allah'ın izni, Abdülkadir Geylânî'nin himmetiyle bin dirhemlik ipi bulabilirsek, sağ sâlim karaya çıktığımızda Şeyh Efendi'ye bin altın takdim edeceğimize dair söz verdik. Çok geçmedi, bir de baktık ki, irice bir kuş geldi ve gagasındaki bin dirhem ipliği geminin güvertesine bırakarak, uçup gitti. Biz de böylece o iple geminin yelkenini onarıp, kendimizi de mallarımızı da kurtardık. Şimdi o nezrimizi yerine getirdik, dediler. Böylece müridler tüm bu olanların sebebini anlamışlar ve Şeyhlerine olan sevgileri daha da artmıştı. Ihtiyar kadın ertesi gün geldi ve hiçbir şeyden habersiz olarak Abdülkadir Geylânî'ye:
Şeyh Efendi, para geldi mi? diye sordu. Abdülkadir Geylânî Hazretleri, tüccarların kendisine takdim ettiği o bin altının tamamını nineye verirken:
Evet, para geldi; lâkin senin satışın gibi kârlı olmuş mu, bir say bakalım, diye de latife etti. Nine bir anda zengin olmuştu. Artık o yaşlı hâliyle çalışmak mecburiyetinde olmadan rahat rahat yetimlere bakabilecekti. Çok memnun oldu, minnet ve teşekkür ederek, huzurdan ayrıldı.

Huri Kızı İstiyorum

Binlerce Türk askerine mezar olan Çanakkale savaşlarında, emir eri olarak hizmet gören bir mehmetçik, bir gün kumandana çıkarak:
-Komutanım, asker olmazdan evvel köy imamından dinlemiştim. Harp meydanında şehid olanlara Cennette huriler verilir demişti. Bende fakir olduğum için köyde evlenemedim. Bana da müsaade edin de, harbe girip huri kızı ile evleneyim der.
Komutan askerin bu sözlerini gülerek karşılar ve memnun olduğu bir askerin ölmesine razı olmadığı için göndermek istemez. "Sen işine bak!" diyerek geri gönderir.
Fakat mehmetçik, huri kızıyla evlenmeyi kafasına koymuştur. Bir kere vazgeçmez davasından. Tekrar gelir:
-Komutanım, bütün arkadaşlar ölüp huri kızları alıyorlar. Ne olur banada müsaade et de ben de huri kızına kavuşayım, der.
Komutan onun safça sözlerine yine aldırış etmez ve kafası çalışsa böyle söylemez diyerek yine müsaade etmez. Mehmetçik bir, iki üç derken komutanı bıktırır ve ister-istemez:
-Haydi git de, ne halin varsa gör, demesini sağlar.
Komutanından müsadeyi alan asker, doğru cepheye koşar ve en ön saflarda çatışmaya girer. Takdir-i İlahi o gün de şehadet şerbetini içer. Akşam olur, savaş meydanını teftiş ve ölüp kalanları kontrol etmek için subaylar ölülerin arasında gezmeye başlarlar. Bu arada o askerin subayı , kendisinden zorla izin alıp harbe giren askerini aramaktadır. Bir müddet dolaştıktan sonra emir erini görür, biraz üzgün biraz da kızgın vaziyette: "Bu kadar ısrar etmen bunun içinmiydi?" der ve askerin cesedine bakarak: " Aldın mı huriyi?" diye konuşur kendi kendine... Bu sırada komutanına cevap vermesi lazım gelen asker, iki parmağını yukarı doğru kaldırarak; bir değil iki huri verdiler demek ister. Askerin bu halini gören komutan hata ettiğini anlar ve emir erinin üzerine kapanarak:" Beni affet, sana karşı bu sözleri söylemekle hata ettim" diyerek ağlar. Ondan sonra kendisi de büyük bir iştiyakla savaşarak sehid olur. (Allah Rahmet eylesin.)

Kalbindeki Ateş Parçası

Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“O takva sahipleri ki bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da böyle güzel davranışta bulunanları sever.” (Âl-iİmrân, 134)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Dikkat ediniz! Öfke insanoğlunun kalbindeki bir ateş parçasıdır…” (Tirmizî, Fiten, 26)
Abdullah bin Amr naklettiği aşağıdaki rivâyet oldukça manidardır: O diyor ki,Rasûlullah’tan duyduğum her şeyi ezberlemek maksadıyla yazıyordum. Kureyş’ten bazı sahabîler beni bundan nehyetti ve:
“-Hz. Peygamber Efendimiz (sav) kızgınlık ve sükûnet hallerinde konuşan bir insan iken sen ondan duyduğun her şeyi nasıl yazarsın? dediler.

Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Sonra durumu Rasûl-i Ekrem (sav)’e arzettim. Efendimiz eliyle ağzına işaret ederek:

“− Yaz, canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, bu ağızdan haktan başka bir şey çıkmaz.” buyurdu.(Ebû Dâvûd, İlim,3)

Görüldüğü gibi Peygamberimiz bu tavrıyla, kendisinin de kızabileceğini fakat öfke anında iradesine sahip olduğunu ve gazabının doğruyu söylemesine mâni olmadığını belirtmiştir. (Dr. Murat Kaya, Üsve-i Hasene-2, Erkam Yay.)

Padişahın İşi Ne

Sultan Murad Han o gün bir hoştur. Telaşeli görünür.

Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavus Paşa sorar:
- Hayrola efendim, canınızi sıkan bir şey mi var?
- Aksam garip bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşAllah?..
- Hayır mi şer mi öğreneceğiz.
- Nasıl yani?
- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.

Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner Vefaya, Zeyrekten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. iste tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar. Sorarlar
- Kimdir bu? Ahali:
- Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın mey husun biri iste!..

- Nerden biliyorsunuz?
- Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz.
Bir başkası tafsilata girer
- Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkardır. Azaplar Çarşısı’nda çalışır. Nalının haşini yapar... Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem sise sise şarap taşır evine,hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine.. Hele yaşlının biri çok öfkelidir.
- isterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?..
Hasili, mahalleli döner ardını gider.
Bizim tedbili kıyafet mollalar kalırlar mi ortada!..
Tam vezir de toparlanıyordur ki padişah yolunu keser:
- Nereye?
- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem.. Ama biz gidemeyiz, söyle veya böyle tebamizdir. Defini tamamlamak gerek.
- iyi ya, saraydan birkaç hoca yollar kurtuluruz vebalden.

- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
- Mollalığa devam... Naasi kaldırmalıyız en azından.
- Aman efendim, nasıl kaldırırız?
- Basbayağı kaldırırız iste.
- Yapmayın etmeyin sultanim, bunun yıkanması paklanması var. Tekfini, telkini...
- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasil hane bulmalıyız.
- surada bir mahalle mescidi var ama...
- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
- Ne bileyim, Ayasofya’dan Süleymaniye’den, en azından Fatih Camii’nden...
- Ayasofya ile Süleymaniye’de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii’ni iyi dedin. Hadi yüklenelim...
Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur.Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki,naaş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur dudaklarında.

Padişahın kanı ısınmıştır bu adama,vezirin de hakeza... Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine hayli vardır daha...
Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
- Sultanim, der. Yanlış yapıyoruz galiba...
- Nasıl yani?..
- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanimi vardır, belki yetimleri?..
- Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.
Vezir cüzüne, tespihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın acar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
- Hakkini helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun.
Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar. Şakaklarına dayar...

Ağlar mi? Hayır. Ama gözleri kısılır,hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından...


- Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir...
Bizim efendi bir âlemdi, vesselam...
Aksamlara kadar nalın yapar...
Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra
getirip dökerdi helaya!..
- Niye?
- Ümmeti Muhammed içmesin diye...
- Hayret...
- Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mi? Aldım, derdi.Öyleyse simdi dinlemeniz gerek... O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara... Mızraklı ilmihal. Hücceti İslam okurdum...
- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...
- Milletin ne sandığı umurunda değildi.
Hoş, o hep uzak mescitlere giderdi.
Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe’yi görmeli...
- Öyle imam kaç tane kaldı simdi?
- iste bu yüzden Nisanci’ya, Sofulara uzanırdı ya... Hatta bir gün
- Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. inan cenazen kalacak ortada...
- Doğru, öyle ya?..
- Kimseye zahmetim olmasın, deyip mezarını bahçeye. Ama ben üsteledim. is mezarla bitiyor mu, dedim.
Seni kim yıkasın,kim kaldırsın?
- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü, sonra
- Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın isi ne

Tıkandı Baba Ve Sultan Mahmud

Rivâyet olunur ki, Sultan II. Mahmud, tebdil-i kıyâfetle gezdiği bir ramazan gününde Üsküdar’da bir kunduracının, boş örse çekiç vurarak her hamlede, “Tıkandı da tıkandı” dediğine şâit olmuş. Merak sâikiyle içeri girip bunun sebebini sormuş. Adamcağız anlatmış:
— Bir gece rüyâ gördüm. Çeşmeler vardı. Bazılarından şarıl şarıl sular akıyor, bazılarından sızıyor, bir tanesi de tıp tıp damlıyordu. O sırada nûrânî bir ihtiyar belirdi. Ona bu çeşmeleri sordum: “Şarıl şarıl akanlar, padişahımızın tâlihidir. Sızanlar devlet erkanından filanca paşaların ve falanca zenginlerin tâlihleridir.Şu damlayan da senin tâlihindir” deyip kayboldu. Yerden bir çöp aldım ve benim tâlihim olan çeşmeye yaklaştım. Ah, ellerim kırılsaydı! Filvâki çöp kırıldı ve artık eski damlalar da damlamaz oldu. O günden sonra müşterim kesildi, kazancım bitti; iflas ettim, bu hâle geldim. Şimdi de tâlihimden şikâyet ile, “tıkandı da tıkandı”zikriyle boş örsü dövüyorum.
Sözün kısası, şâirin, “Kara bahtım yoz olur / Taşa bassam iz olur / Ağustosta suya girsem / Balta kesmez buz olur” dediği gibi, Baba’nın kısmeti tıkanmış.
Pâdişah kendini belli etmez ve saraya dönünce adamın söylediklerini tahkike memur gönderir. Meğer adamcağız herkes tarafından,“Tıkandı Baba” diye tanınmakta ve nasîpsizliğiyle bilinmekte imiş. O kadar ki, çeşmeye su doldurmaya gitse, kurnayı bir kurbağa tıkar; bir mal almak için pazara uğrasa, ona sıra gelmeden mal bitermiş.


Sultan Mahmud, mübârek ramazan ayında bu garibi sevindirmek ister ve bir tepsi baklava yapılmasını, her dilimin altına da bir sarı altın konulmasını emreder. Sonra tepsiyi, bir zengin konağından iftarlık geliyormuş gibi gönderir.
Nasipsizlik bu ya; Tıkandı Baba, bir tepsi baklavayı bir iftarda yiyip bitirmek yerine satıp parasıyla bir gün daha iftar etmeyi düşünerek tepsiyi pazara çıkarmaz mı?
Padişah durumu öğrenip üzülmüşse de, niyetine sadâkat ile aynı minval üzere ertesi gün nar gibi kızarmış bir hindi dolması yaptırıp içini altın ile doldurarak Tıkandı Baba’ya yollar. Baba’dan baklava tepsisinin satın alarak parsayı toplayan uyanık müşteri, bu sefer yine kapıya dayanıp Baba’nın aklını çelmenin yollarını aramaktadır. Der ki:
—Bre Tıkandı Baba! Sen bir garip âdemsin. Tek başına bu hindiyi nice yiyeceksin. Gel sen yine bu hindiyi bana sat.
Pazarlık tamam olup hindi de kanatlanınca, padişah bu derece safderunluğa fevkalâde öfkelenip derhal Tıkandı’yı saraya çağırtır.
Çavuşlar nezâretinde iftar vaktine yakın karga tulumba sarayın yolunu tutan Tıkandı Baba telaşlanır. “Bir suç işlemiş olmalıyım, ama ne ola ki!” diye kara düşünceler içinde huzura alındığında neredeyse bayılmak üzeredir. Bu hâle padişahın yüreği dayanamaz ve öfkesi merhamete inkılâb eder. Sultan, olup bitenleri anlattığı zaman Tıkandı Baba hayretler içinde hünkârın ayaklarına kapanıp, duâlar, şükürler okumaya başlar.
Padişah ona son bir hak daha tanımayı isteyip doğruca hazîne-i hassa odasındaki altın ve mücevher dolu sandıklardan birinin huzura getirilmesini buyurur. Sandık gelir. Sultan Mahmud selâmlık dâiresinin çini sobasının altını yoklayıp küreği eline alır ve:
— Tut şu küreği! Sandığa daldır. Ne kadar alırsa sana bağışladım, der.



Tıkandı Baba, ma’kus talihinin böyle bağteten, (birden bire, beklemediği bir anda) murâdına muvâfık harekâtından fazlasıyla heyecanlanır. Sevinçten titreye titreye küreği sandığa daldırır. Bir müddet iteleyip çalkalar ve îtina ile kaldırırsa da kürek ters daldırılmıştır ve sandıktan ancak sap kısmında bir tek kızıl altın ile çıkar. Baba düşüp bayılır. Şâir ruhu taşıyan hisli pâdişah ise, secîli bir üslupla o, târihe geçen sözünü söyler:
— Vermeyince Mâ’bûd, neylesin Mahmûd?..
Hikmetinden sual olunmayan Yüce mâ’bûd’umuz Cenâb-ı Hakk, kim bilir hangi kadere binâen o küreği ters çevirmiştir. Onca yıllık Tıkandı Baba, acaba “Açıldı Baba” oldu mu? Bilmiyoruz. Hem kim bilir belki de sonradan Tıkandı Baba, hâline şükretmiş ve hayırlısını istemekten dolayı ganî gönüllü bir fakir olarak vefât etmiştir. Öyle ya, nasip işi başka şeye benzemez. Hani ne demiş atalarımız: “Kısmetinse gelir Hind’den Yemen’den / Kısmet değil ise, ne gelir elden!..”
Kısmet ardında koşmak, elbette kişinin boynunun borcudur; illâ kısmeti talepte ısrarcı davranmak ve bu yüzden yanlış yollara sapmak meşrû değildir. Kul için en hayırlı kısmet, yine herşeyin hayırlısını talep etmekten geçer.
Sağlam bir îman ve akıldan nasîbini aldıktan sonra, insanoğlu, yürük at misâli, kendi nasîbini kendi artırır. Kabiliyeti ve istidâdı nisbetince nasîbdâr olur. Nitekim, “Kabiliyet dâd-ı Hakk’dır her kula olmaz nasîb / Sad hezâr terbiyye etsen, bî-edeb olmaz edîb” denilmiştir. Sağlam îman, güzel ahlâk, huzurlu bir hayat... Hepsi birer nasîp işidir ve kıymeti bilinirse, mal-mülk nasîbinden çok daha evlâdır. Allah Teâlâ bizi, edebini muhâfaza eden kabiliyet sahiplerinden eylesin. Aksi takdirde kısmetimiz, fâni dünyanın fâni işleri peşinde ömür tüketmekten başka bir şey olmaz. Ve yine denilmiştir: “Kısmetindir gezdiren yer-yer seni / Arş’a çıksan âkıbet yer, yer seni...”