Hakiki Sevgi Nasıldır

Yahyâ bin Muâz ki, evliyânın büyüğü,Verâ ile takvâda, vardı çok üstünlüğü.Meşhurdu insanlara, vâz ile nasîhati, Çok insan o sâyede, buldular hidâyeti. Buyurdu:"Ey insanlar, gafleti atın artık, Dünyâ uyku gibidir, âhiret uyanıklık. Uyuyup rüyâsında, ağlarsa biri şâyet, Uyanınca sevinir, ferâhlanır o gâyet." Öyleyse Allah için, ağlayın ki bu demde, Rahata eresiniz o ebedî âlemde. Buyurdu ki: "Bir sevgi, hakîkî ise şâyet, Bir iyilik görmekle, hiç artmaz o muhabbet,
Ve yine bir kötülük, görse de sevdiğinden, Ona olan sevgisi, azalmaz eskisinden."Buyurdu: "Sen ne kadar, edersen Hakk'a tâat, İnsanlar da o kadar, sana eder itâat. Sen Allah'a ne kadar, eylersen günah, isyân, Sana dahi o kadar, karşı gelir çok insan." Ve yine buyurdu ki: "Doğru, hâlis âlimler, Sana, ebeveyninden, daha şefkatlidirler. Zîrâ onlar katarak, gündüze gecesini, Cehennem ateşinden, kurtarır en son seni, Ve lâkin ebeveynin, sana merhametinden, Kurtarır ancak seni, dünyâ felâketinden." Buyurdu ki: "Dünyâya, aldanma, iyi tanı, O hep dolup boşalır, sanki bir yolcu hanı. Bugün dünyâda isen, olmazsın belki yarın, Hazırla azığını, gaflete gelme sakın! Elini çabuk tut da, hazırlan bir an evvel, Zîrâ yaşayanlara, âni gelir hep ecel. Eğlenmeyi bırak da, ibâdet yapmaya bak, Zevk ü safâ sürmeyi, gel âhirete bırak." Buyurdu:"Bir âlimde, varsa dünyâ sevgisi, Onun, hiçbir kimseye, olmaz bir fâidesi. Zîrâ kendine bile, hayrı olmaz ki zâten, Nerde kaldı gayriyi, kurtarsın felâketten." Buyurdu:"Şâyet ölüm, konsa idi pazara, Ehlullah, başka şeye, vermezlerdi hiç para. Cehennem'e götüren, amelleri işleyip, Sonra kalkıp Cennet'e, tâlip olmak ne garip. Ahmak şu kimsedir ki, çok günah işlerde hep, Sonra Hak teâlânın, affını eder talep. Akıllı da şudur ki, dünyâyı terk etmeden,
Âhiret azığını, hazır eder gitmeden. Bilir ki âhiretin, tarlasıdır bu dünyâ, Eker tohumlarını çalışır ekseriyâ. Kabire girmeden önce oraya hazırlanır, Bilir ki her mümine, orada suâl vardır.
O, ölmeden öğrenir, cevabını onların, Bilir ki kendisine, sorulur bunlar yarın."Buyurdu ki: "Îmânın, tam doğruysa Allah'a, Sana, bundan kıymetli, bir nîmet olmaz daha.
Öyleyse kork ve titre îmânın gitmesinden, Zîrâ bir kelimeyle, gidebilir o senden."

YA'KÛB-İ ÇERHÎ

Allah adamlarından, çok büyük bir evliyâ,Gazne'nin Çerh köyünde, teşrif etti dünyâya İlim tahsil etmeye, Herat'a gitti ilkin, Mısır ve Buhârâ'da bulundu tahsil için. Çeşitli âlimlerden, okuyup en nihâyet, Zâhirî ilimlerde, aldı mutlak icâzet. Dönmek üzereydi ki, sonra memleketine, Behâeddîn Buhârî'nin, tutuldu sevgisine. Onu görmek arzusu, öyle kuvvetlendi ki, Görünmez bir bağ ile, çekildi ona sanki.Tehir etti dönmeyi, bir hikmet vardır diye, Gitti büyük şevk ile, Behâeddîn Buhârî'ye. İçeriye girince, buyurdu ki bâhusus: "Tam dönecek zaman mı, bize geliyorsunuz?" Dedi ki: "Ey efendim, seviyorum sizi ben, Ve çok büyük zâtsınız, biliyorum yakînen." Buyurdu ki: "Yanılma, olabilir teşhiste," Dedi ki:"Resûlullah, buyurdu ki hadîste: "Hak teâlâ sever ve seçerse birisini, Kulların kalbine de, düşürür sevgisini." Behâeddîn Buhârî, tebessüm eyledi ve, Sonra "Biz azîzânız" buyurdu kendisine.
Bu Azîzân sözünü, işitince o zâttan, Gördüğü bir rüyâyı, hatırladı o zaman. Şöyle ki rüyâsında, denilmişti ki ona: "Ey Ya'kûb, sen de gidip, tâbi ol Azîzân'a." Ona karşı sevgisi, oldu daha ziyâde, Sonra da gitmek için, istedi müsâade. Dedi ki: "Ey efendim, gidiyorum ve lâkin, Çâre nedir, sizleri, çok hatırlamam için?" Çıkarıp verdi ona mübârek takkesini, Buyurdu: "Kullandıkça hatırlarsın hep beni." Ellerini öperek, ayrıldı huzurundan, Lâkin memleketine, henüz vâsıl olmadan. O zâtın muhabbeti, set oldu gitmesine, Yarı yoldan dönerek, huzura geldi yine. Dedi: "Yoldan çevirdi, beni muhabbetiniz, Lütfen kabul edin de, olayım talebeniz."
Buyurdu ki: "Bu işe, büyükler verir karar, Bakalım ki bu gece, bize ne buyururlar? Onlar kalb câsusudur, girerler kalbinize, Bakıp vâkıf olurlar, sizin himmetinize. Eğer kabul ederse, sizi büyüklerimiz, Bu gece belli olur, biz de kabul ederiz." Ya'kûb-i Çerhî der ki: "Çıktım başım önümde, Böyle çetin bir gece geçirmedim ömrümde. "Kabul edecekler mi, acep bu bîçâreyi?"
Diye düşünerekten, zor geçirdim geceyi. O sabah namazını, kılar kılmaz beraber, Buyurdu ki: "Ey Ya'kûb, müjde, kabul ettiler." Böylece hizmetine girdim bu büyük zâtın, Çıkardı zirvesine, beni her kemâlâtın."

İş Hizmette

Yûnus Emre, mânevî, bir işâret alarak, Vardı Tapduk Emre'nin hizmetine koşarak. Otuz yıl hizmet edip, zannetti ki, kendinde, İlerleme olmadı, mânevî âleminde. Üzüntüden kendini, atıverdi dağlara, Baş açık, yalın ayak, dolaşırken bir ara, Bir gün iki kişiye, rastladı birden bire,
Onları çok severek, dost oldu onlar ile. Yemek vakti gelince, duâ etti birisi, O anda indi gökten, yemek dolu bir tepsi. Üçü de yiyip içip, şükrettiler Allah'a, Akşam vakti öbürü, duâ etti bir daha. Yine aynı şekilde, bir tepsi indi gökten, Öyle ki bu yemekler, nefisti ötekinden. Üçüncüde Yûnus'a dönerek o müminler; "Sıra sende, şimdi de, sen duâ et." dediler. O zaman Yûnus Emre, kaldırdı ellerini, Dedi ki: "Yâ İlâhî, mahcup eyleme beni. Onlar kimin ismiyle, duâ ettiler ise, O zâtın hürmetine, bir sofra gönder bize." Duâsı biter bitmez, baktılar biraz sonra, İndi gökten bu sefer, daha büyük bir sofra. Dediler: "Ey arkadaş, nasıl oldu bu öyle, Sen kimin hürmetine, duâ ettin ki böyle?" Dedi ki: "Siz söyleyin, siz nasıl ederdiniz? Siz kimin yüzü suyu, hürmetine derdiniz?" Dediler: "Taptuk Emre, yanında hizmet yapan, Yûnus'un hürmetine, istiyorduk her zaman." Yûnus bunu duyunca, dergâha döndü yine, Yattı Taptuk Emre'nin, kapısının önüne. O zaman hocasının, görmüyordu gözleri, Evde, el yordamıyla, yürüyordu ekseri. Çıkıyorken, ayağı, takılınca bir şeye, Dedi: "Bizim Yûnus mu, gelip yatmış eşiğe." Ve elinden tutarak, kaldırdı onu yerden, Yûnus, Yûnusluğunu, kazanmıştı o günden. Dağdan odun taşırdı, yıllarca o dergâha,O mânevî kapıdan, ayrılmadı bir daha. Yûnus unutulmadı, yüzyıllar geçse bile,Zîrâ hizmet etmişti, üstâdına zevk ile.

Hak Şerleri Hayr Eyler

Zünnun-ı Mısrî anlatıyor:
Bir gün elbiselerimi yıkamak için Nil nehrinin kenarına gitmiştim. Nehir kenarında bir de baktım ki, büyük ve korkunç bir akrep bana doğru geliyor. Çok korktum. Şerrinden Allah’a sığındım.
Fakat garip bir şeyler oluyordu. Anlatayım:
Akrep nehre geldiğinde, sudan büyük bir kurbağa çıktı ve akrebe doğru ilerledi. Akrep kurbağanın sırtına bindi; suyun üzerinde yüzüp gittiler. Ben de onların arkasından yüzüp, peşlerini takip ettim.
Nehrin karşı yakasına geçtiklerinde, akrep kurbağayı bırakıp dalları büyük, gölgesi çok olan bir ağacın altına gitti. Ağacın altında Allah’a asi bir genç mışıl mışıl uyuyordu.
Kendi kendime:
“Lâ havle velâ kuvvete illâ billah. Bu akrep nehrin öte kıyısından buraya bu genci sokmak için geldi” dedim. Akrep gence yaklaştığı zaman hemen onu öldürmeye karar verdim ve akrebe yakın bir yerde durdum.
Fakat bir de ne göreyim; karşıdan sürünüp gelen büyük bir yılan, uyuyan gence doğru hızla aktı. Ben dehşet aldım ve tam yılana hücum edeyim de genci kurtarayım derken; akrep yılana saldırdı, hızla yılanın üzerine çıktı ve yılanın başını sokmaya başladı. Öyle soktu ki, yılanı öldürmeden bırakmadı.
Yılan öldükten sonra, akrep hızla nehre döndü. Kurbağa onu nehir kıyısında bekliyordu. Akrep kurbağanın sırtına bindi. İkisi birlikte tekrar nehrin öteki kıyısına geçtiler.
Ben arkalarından onlara bakıp kaldım.
Nihayet dönüp gencin yanına geldim, uyuyan gencin başucunda durarak şu beyitleri söyledim:
“Ey uyuyan genç, Allah seni karanlığın içindeki her türlü kötülükten korur. Yüce Allah’tan gözler nasıl uyur ki, sana Ondan bütün nimetlerin faydaları gelir.”
Genç benim bu sözlerimden uyandı. Kendisine olayı anlattım. Bunun üzerine genç tövbe etti, kötülüklerinden pişman oldu. Günahları için ağladı ve ölünceye kadar hayatı tövbekâr olarak devam etti.
Allah ona rahmet etsin.

Bir Nazar

Vaktiyle dört arkadaş, gelerek bir araya, Tahsîl-i ilim için, geldiler Buhârâ'ya. Zâhirî ilimleri, öğrenip bir âlimden, İçlerine bir ateş, düşüverdi âniden. Dediler ki: "Öğrendik, zâhirî ilimleri,
Lâkin ihlâs olmazsa, gidemeyiz ileri. Bu ihlâsı kazanmak, mümkün olmaz bu yerde,
Yükselmemiz gerekir, bâtınî ilimlerde. Bâtın ilmini dahi, öğrenemezsek eğer, Bu tahsîl ettiğimiz, ilimler boşa gider." Bir kâmil-i mükemmil, kişi bulmak üzere, Medreseden ayrılıp, koyuldular sefere. Bu dört gençten birinin, ismi Seyyid Atâ'dır,Yâni Resûlullah'ın, evlâdından bir zâttır. Semerkant yakınından, geçer iken bu gençler, Bir ihtiyar kimseyi görür ve eyleşirler.
O kişi, çalılıktan, yakmak için evinde, Odun topluyor idi, onların geldiğinde. Dediler: "Şunun için, seferdeyiz şimdi biz, Bir kâmil rehber bulup, bağlanmaktır gâyemiz." Meğerse o ihtiyar, Zengî Atâ nâmında, Bir kâmil kişi imiş, Semerkant diyârında. Zengî Atâ cevâben, şöyle dedi gençlere: "Aradığınız benim, gitmeyin başka yere." Onlardan iki tanesi, ona tam inandılar, Velâkin Seyyid Atâ, hiç etmedi îtibâr. Düşündü: "Ben seyyidim, ilmim var, bu bir gerçek,Bu siyâhî kişi mi, beni irşâd edecek?" Kalben geçirdiyse de, bir an için bu fikri, Yine de yapıyordu, günlük vazifeleri. Yaptı o da yıllarca, riyâzet, mücâhede, Lâkin bir ilerleme, pek olmadı yine de. En son Anber Ana'ya, gelip arz eyledi ki: "Anacığım, üstâda, şunu haber verin ki, Seyyid Atâ soruyor: "Ne olacak benim hâlim? Yıllarca buradayım, açılmadı bu kalbim. Diğer arkadaşlarım, yükseklere çıktılar, Bendeyse ilerleme, olmadı zerre kadar." Dedi ki: "Sen bu gece, bir keçenin içine, Sarılıp, tevâzuyla yat kapı eşiğine. Seni böyle görürse, şefkat ile bir bakar, Onun bir tek nazarı, sana yeter ve artar." Seyyid Atâ o gece, girdi keçe içine,
Uzandı üstâdının, kapısı eşiğine. O gece Zengî Atâ, namaza kalktığında, Gördü ki biri yatar, eşiğinin altında. Tam basacak idi ki, göğsünün üzerine, O tutup ayağını, öpüp sürdü yüzüne.
Buyurdu ki: "Kimdir o, yatmış eşik önüne?" Dedi: "Seyyid Atâ'yım, muhtâcım himmetine."
Buyurdu ki: "Kalk yerden, düzeldi şimdi hâlin, Üzülme, bundan sonra, açılır artık kalbin."
O anda bir teveccüh, etti Seyyid Atâ'ya, Çıkardı tasavvufta, en üstteki noktaya. Onların bir nazarı, bulunmaz ganîmettir, İnsanı en alçaktan, bâlâlara yükseltir. Onların hürmetine, yâ Rabbî, affet bizi! Onların sevgisiyle, tenvîr et kalbimizi.

Şaşarım Kibirliye

Hazret-i Hüseyin'in, bir mübârek oğludur, Ve hazret-i Ali'nin, kıymetli torunudur. Muhakkak kılar idi, her gecede bin rek'at, Ölünceye kadar da, devâm etti bu tâat. Çok korkardı Rabbinden, ömrünün her ânında, Bilhassa titrer idi, abdeste kalktığında, Sebebini sordular, buyurdu ki o zaman: "Ben kimin huzûruna, çıkacağım birazdan?" Bir kimse arkasından, onu gıybet etmişti. Öğrenice, o zâta, gidip şöyle demişti: "Affetsin Rabbim beni, doğruysa sözün şâyet, Yok eğer yanlış ise, seni etsin magfiret." Bir gün hasta olmuştu, ziyârete gittiler, Sordu ki: "Ne maksatla, geldiniz bana sizler?" Dediler ki: "Efendim, seviyoruz sizi biz." Sordu yine onlara: "Ne için seversiniz?" Dediler: "Allah için, severiz biz sizi hep, Hâlistir niyetimiz, yoktur gayri bir sebep." Buyurdu: "Allah için, ederseniz muhabbet, Cennet nîmetlerine, erersiniz nihâyet. Eğer dünyâlık için, sevseniz de siz yine, Bolca kavuşursunuz, Dünyâ nîmetlerine."
Ziyârete geldiler, bir zaman kendisini, Emretti kölesine, yemek getirmesini. Köle, sofra elinde, çıkarken merdivenden, Yemek dolu o sofra, kayıverdi elinden. Altta küçük çocuğunun, üstüne düştü hem de, Mübâreğin çocuğu, vefât etti o demde. Köle bunu görünce, korkudan titredi hep, Düşündü ki: "Efendim, ne cezâ verir acep?" Buyurdu ki: "Hiç korkma, affeyledim vAllahi, Ve seni Allah için, âzâd ettim hem dahi." Buyurdu ki: "Şaşarım, kibreden kullara hep,
Zîrâ kibirlenecek, neleri vardır acep? Bir damlacık su idi, sonra bir leş olacak, Bundan gayri neleri, vardır gururlanacak?" Buyurdu ki: "Mahşerde nidâ eder bir melek: "Fazîlet sâhipleri, kalkıversin!" diyerek. Bir grup kalktığında, suâl eder melekler: "Sizin fazîletiniz, dünyâda neydi?" derler. Onlar der: "Sıkıntıya, katlanırdık durmadan, Kötülük yapanı da, affederdik her zaman." Melek der ki onlara: "Haydi girin Cennet'e." Sonra nidâ eder ki:"Sabredenler nerede?"
Bir grup kalkar yine, suâl eder o melek: "Siz dünyâda nelere, sabrettiniz?" diyerek. Derler ki: Rabbimize, ibâdet ederken biz, Her türlü zorluklara, sabrederdik hepimiz. Günahlardan sakınmak, çok zor gelse de bize, Sabreder, işlemezdik, uymazdık nefsimize." Onlar dahi gidince, şöyle denir bu defâ: "Allah'ın komşuları, gelsinler şu tarafa!" Kalkar başka bir grup, nidâ eder münâdî: "Ey insanlar, sizlerin, ameliniz ne idi?" Derler:"Biz Allah için, sevdik birbirimizi Allah için ziyâret, ettik diğerimizi, Allah için oturup, ederdik dînî sohbet, Allah için fakîre verirdik mal ve servet. Allah için giderdik, hep birbirlerimize, Dünyâ karıştırmazdık, hâlis niyetimize." Melek der ki:"Siz dahi, sonsuz kalın Cennet'te, Bu ihlâsın meyvesi, Cennet olur elbette."

Âlimin Kıymeti

Vehb bin Münebbih ki, Tâbiîn-i kirâmdan,Şiddetle kaçıyordu, her günah ve haramdan. Buyurdu ki: “Aklı ve ilmi varsa bir zâtın, Onu aldatmak için, gücü yetmez şeytanın. O, binlerce câhili, parmağında oynatır, Âlimin karşısına gelince, âciz kalır. Dağları parçalamak, kolay gelir şeytana Ve lâkin yaklaşamaz, böyle olgun insana. Bir çâresini bulup, kaçar onun yanından,
Câhillere yanaşıp, saptırır yollarından.” Dâvûd aleyhisselâm, buyurdu ki: “Ey Rabbim, Seni aradığımda, nerde bulabilirim?” Buyurdu: “Şu kulların, yanındayım ki her an, Ürperir kalbleri hep, benden korkularından Ey Dâvûd, şu kimsedir, en çok sevdiğim kişi, Bir günah karşısında, ürperir, titrer içi.” Dediler ki: “Ey Vehb, çok ibâdet eyleyen, İki zâttan hangisi, üstündür diğerinden?” Buyurdu: “Kimin çoksa, insanlara hizmeti, Hak teâlâ indinde, onun çoktur kıymeti. Hele uğraşıyorsa, âhiretleri için, Daha da kıymetlidir, indinde Rabbimizin.” Buyurdu: “Belâlara, uğrarsa insan eğer, Bilsin ki sıkıntıyla, yaşadı her peygamber. Aksine rahatlığa, kavuşursa o şâyet, Bilsin ki o büyükler, etmedi buna rağbet.” Buyurdu: “Çok uyuyan, çok yiyen, çok konuşan, Kimseleri çok kolay, aldatır la’în şeytan. Bir kimse ki, dînini, bilir ve korur onu, Şeytan onu görünce, değiştirir yolunu.” Îsâ aleyhisselâm, bir köye geldi bir gün, Gördü ki insanların, hepsi ölmüş topyekün, Dönüp havârilere, buyurdu: “Bakın, bu halk, Allah'ın gazâbına, uğramışlar muhakkak. Dağınık ölmemişler, gösterir ki bu dahî, Birden gelmiş onlara, bu azâb-ı İlâhî. Îsâ aleyhisselâm, nidâ etti o zaman, Bir tânesi dirilip, ayağa kalktı heman.
Buyurdu ki: “Suçunuz, ne idi ki acabâ, Böyle, toplu olarak, uğradınız azâba?” Dedi ki: “Biz dünyâyı, fazla benimsemiştik, Çocuğun annesini, sever gibi sevmiştik. Girince kalbimize, dünyanın muhabbeti, Gâfil olduk Allah’tan, unuttuk âhireti. Îkâz da etmediler, bizi âlimlerimiz, Ve bir sabah âniden, böyle oldu hâlimiz.” Buyurdu: “Suâl ettim, tam yedi yüz âlime, Kime denir akıllı, zekî ve zengin diye? Öğrendim ki akıllı, soğumuştur dünyadan, Âhiret hazırlığı, içindedir durmadan. Zekî de rağbet etmez, dünya mâl-ü mülküne, Aldanmaz bu geçici ve yalan zevklerine. Zengin ise rızkına, kanâat eyliyendir, Başkasının malına, aslâ göz dikmeyendir.” Bu mübârek zâtların, hürmetine İlâhî, Akıllı olanlardan, eyle sen bizi dahî.

Âşıktı Peygambere

Tâbi’în-i kirâmdan, âşıktı Peygambere,Her hâli, bir ibret ve nasîhatti bizlere. İhtiyar, gözü görmez, vardı ki bir annesi, Yok idi ondan başka, dünyâda bir kimsesi. Yemen’de deve güder, ne verilse alırdı, Yarısını fakîre, sadaka dağıtırdı. Yanıp tutuşuyordu, Resûl’ün aşkı ile, Hâtırdan çıkarmazdı, Rabbini, bir an bile. O yaşlı annesine, yaparak her gün hizmet, Çok hayır duâsını, almıştı uzun müddet. İzin istediyse de, Resûlü görmek için, Kimsesi olmayınca, vermedi ona izin. Peygamber Efendimiz, o mübârek yüzünü, Yemen’e çevirerek, buyurdu ki bir günü: “Rahmet yeli esiyor, şu Yemen tarafından, Orada, Üveys diye, vardır ki bir müslüman, Kıyâmette o kişi, Allah'ın izni ile, Şefâat edecektir, milyonlarca kişiye.”
Harem bin Hayyân der ki, merak ettim Üveys’i, Bir gün onu gördüm ki, çok zâifti bünyesi. Sordu bana: “Ey Harem, niçin geldin buraya?” Dedim ki: “Zâtınızı, görüp de tanımaya.”
Buyurdu ki: “Bir mümin, tanıyınca Rabbini, Lüzum yok tanımaya, O’ndan gayri birini.” “Yine söyle!” deyince, buyurdu: “Yattığında, Bil ki ölüm bekliyor, yastığının altında. Günahın küçüğü de, çok büyüktür muhakkak, Zîrâ o günahı da, nehyetti Cenâb-ı Hak.” “Az daha söyle” dedim, buyurdu ki: “VAllahî, Baban ve deden gibi, öleceksin sen dahî.” Rebî’ der ki, ben Onu, gittiğimde görmeye, Sabahı kılıyordu, başladım beklemeye. Tesbîhini bitirip, kuşluğa kalktı hemen, Sonra kıldı öğleyi, hiç aralık vermeden. Bir namazı bitirip, kalkardı diğerine, Görüşmek ümîdiyle, bekliyordum ben yine. Böyle, üç gün üç gece, uyumadı, yemedi, Sonunda el kaldırıp, şöyle duâ eyledi:“Sana sığınıyorum, yâ Rabbî, şu şeylerden; Çok yiyen karın ile, çok uyuyan gözlerden.” Ben bunu işitince, dedim: “Yeter bu bana. Bundan ibret almazsam, lüzum yok gayrısına.” Bir dostu kendisini, ziyârete gelmişti, “Nasılsınız?” deyince, şöyle cevap vermişti:
“Bir insan ki, yârına, bilmez çıkacağını, Tahmin et, sen o kulun, nasıl olacağını.” Dedi: “Nasîhatınla, tenvîr et biraz beni.” Buyurdu ki: “Ey kişi, bilir misin Rabbini?” “Biliyorum” deyince, buyurdu: “Öyle ise, Bilme başka birini, O kâfi gelir size.” “Bir nasîhat daha et”, deyince de Üveys’e, Sordu ki: “Rabbin seni, biliyor mu ey kimse?” “Elbet bilir” deyince, buyurdu ki bu sefer: “Öyleyse başkaları, seni hiç bilmesinler. Bir kulu ki, Allah'ı, bilirse onu şâyet, O’ndan gayri birinin, bilmesine yok hâcet.”
Buyurdu ki: “Yükseklik, istiyorsa bir insan, Tevâzû etmelidir, her kişiye, her zaman. Şerefli olmak için, takvâ ehli olunuz, Râhatlık ararsanız, tevekkülde bulunuz.”

Gizlerdi Kendisini

Bir an geri durmazdı, Rabbine ibâdetten, Buna rağmen kendini, gizler idi herkesten. Kalbi Resûlullah'ın, dolu idi aşkıyle, Aslâ unutmuyordu, Rabbini bir an bile. Kimseyi incitmedi, incinmedi kimseden, Her hâli insanlara, ibret oldu tamamen. Resûlullah, vasiyet, etmişti sahâbeye, (Bu hırkamı götürüp, verin Veysel Karânî’ye.) Alî bin Ebî Tâlip, bir de hazret-i Ömer, Bu mübârek hırkayı, Kûfe’ye götürdüler. Sorup araştırdılar, onu Kûfelilerden, Lâkin tanımadılar, Üveys’i târiflerden. Dediler: “Üveys diye, biri var bu beldede, Lâkin aradığınız, o değildir herhâlde. Zîrâ divânedir o, çok tuhaftır hâlleri, Anne denen vâdide, deve güder ekserî.
Kaçar hep insanlardan, hiç gelmez aramıza, Çok zaman yalnız olur, sokulmaz yanımıza. Halk ağlasa o güler, herkes gülse o ağlar, Böyle garip biriyle, sizin ne işiniz var?” Hazret-i Ömer Fârûk, buyurdu ki cevâben: “Odur aradığımız, gösterin bize hemen.” Sonra târif edilen, mahâle yürüdüler, Yaklaşınca, Üveys'i, namaz kılar gördüler. Bekledi Ömer Fârûk, bitirdi namâzını, İletti hemen sonra, Resûl’ün selâmını. Dedi: “Resûlullah'ın, size selâmları var,
Şu kendi hırkasını, size etti yâdigâr.” Ve buyurdu ki: “Üveys, giysin de bu hırkayı, Günahkâr ümmetime, bol eylesin duâyı.” Veysel Karânî sevinçten, şaşkına döndü birden, Resûl’ün hırkasını, alarak ellerinden, Sevgi ve saygı ile, öpüp sürdü yüzüne, Üzerine kapanıp, duâ etti Rabbine: “Yâ Rabbî, bu mübârek, hırkanın hürmetine, Merhamet et günahkâr, Muhammed ümmetine.” Lâkin Veysel Karânî, kalkmadı yerden heman, Onlar başı ucunda, beklediler çok zaman. Öyle uzun sürdü ki, pekçok merak ettiler, “Acabâ emr-i Hak mı, vâki oldu?” dediler.
Hatta endîşeleri, çoğaldı beklemekten, Seslendi Ömer Fârûk, “Yâ Üveys!” diyerekten. Başını kaldırarak, buyurdu ki: “Yâ Ömer, Az daha bekleyip de, çağırsaydınız eğer, Rabbim affediyordu, bu ümmeti tamâmen, Çağırdınız, bir kısmı, kaldı affedilmeden.” Bu Üveys-i Karânî’nin, hürmetine İlâhî, Bu sevgiden bir nebze, ihsân et bize dahî

Bir Gencin Tövbesi

Allahü teâlâ, peygamberi Musa aleyhisselâma hitap edip
" (Ey Musa! Filân mahallede, bizim dostlarımızdan biri vefât etti. Git onun işini gör. Sen gitmezsen, bizim rahmetimiz onun işini görür) buyurdu.
Hazret-i Musa, emir olunduğu mahalleye gitti.
Oradakilere:
-Bu gece, burada, Allahü teâlânın dostlarından biri vefât etti mi? diye sorunca:
-Ey Allahın peygamberi! Allahü teâlânın dostlarından hiç kimse vefât etmedi. Ama, filân evde zamanını kötülüklerle geçiren fâsık bir genç öldü. Fıskının çokluğundan, hiç kimse onu defnetmeye yanaşmıyor, dediler.
Musa aleyhisselâm:
-Ben onu arıyorum, buyurdu. Gösterdiler.
Hazret-i Musa, o eve girdi. Rahmet meleklerini gördü.Ayakta durup, ellerinde rahmet tabakları olup, Allahü teâlânın rahmet ve lütfunu saçıyorlardı.Hazret-i Musa, yalvararak münacaat etti:
-Ey Rabbim! sen buyurdun ki, o''Benim dostumdur.'' İnsanlar ise fâsık olduğuna şahitlik ediyorlar. Hikmeti nedir?
Allahü teâlâ:
(Ey Musa! İnsanların onun için fâsık demeleri doğrudur. Ama, günahından haberleri var, tövbesinden haberleri yok. Benim bu kulum, seher vakti, toprağa yuvarlandı ve tövbe etti. Bizim huzurumuza sığındı. Ben ki, Allah'ım! Onun sözünü ve tövbesini kabul ettim. Ona rahmet ettim ki, bu dergâhın ümitsizlik kapısı olmadığı anlaşılsın!) buyurdu.

Hacı İlbeyi

Sayıları 60 bin ile yüz bin arasında olduğu tahmin edilen büyük Haçlı ordusu Edirne'nin kuzeydoğusundan Meriç kenarındaki Sırpsındığı mevkiine gelmişti. Buradan Edirne üzerine yürüyüp Edirne'yi alacak, daha sonra Müslümanları Anadolu'dan çıkaracaklardı. Hayalleri buydu. Ve gördükleri kadarıyla önlerinde bir engel de yoktu. Çünkü yüreklerine korku salan şanlı bir devletin padişahı Sultan I.Murad büyük ordusuyla birlikte Bursa'da idi. Rümelinde bulunan Lala Şahin Paşa'nın kuvvetleri de sınırlıydı. İşte bütün bunları hesap ederek büyük bir sevinçle içip eğlenmeye koyulmuşlardı. Onların bu durumunu yakından takip eden Osmanlı Devletinin gazalarda pişmiş şanlı bir kumandanı vardı; Hacı İlbeyi. Keşifte bulunmak üzere on bin gazi dervişiyle yola çıkmış ve düşmanın konakladığı yere yakın ormanlıkta askerlerini mevzilemişti.
Düşman sarhoş olmuştu. Hepsi kendilerinden geçmişti. Bu durumu gören Hacı İlbeyi kendilerinden on misli kalabalık düşmana hücum ederek imha etmeyi planlamış ve bu planını askerlerine şöyle açıklamıştı:

"Arkadaşlar, düşmanımız savaşa değil, düğüne gider gibi gelmekte. Geceleri şarap içip sarhoş olmaktalar. Bunlar ordu değil, bir yığın sarhoş sürüşüdür. Bir sürü koyun, bir kurt'a birşey yapamaz ama bir kurt bir sürü koyunu parça parça eder. Hele bu sürüye saldıracak olanlar sizin gibi aslan yürekli bir alay şahbaz yiğit olursa, düşman, güneş karşısında kalmış kar gibi erir, dayanamaz. Gece yarısından sonra düşmana üç koldan, dağılmadan ve topluca saldıracağız. Bir vurup kenara çekileceğiz. Düşman bocalayacak ve şaşıracaktır. Sonra tekrar saldıracağız. Allah bizimle beraberdir. Biz buralara kadar Allah'ın ismini yükseltmek ve İslâmı yaymak için geldik. Düşmanın çokluğuna bakmayınız. Ecdadımız Alparslan koca bir orduyu mağlup etti. Krallarını da esir aldı. Ben, güneş zulmeti boğar, dünyayı nura gark ederken, Balkan dağlarının ufkunda zaferin kucak açıp bizi beklediğine inanıyorum."

Bu konuşmadan sonra Hacı İlbeyi Mehteran'ın ceng havası çalmasını emretmiş ve yeri göğü inleten ceng havalan çalınmaya başlar başlamaz, "Bismillah, hücum!" diyerek askerlerini üç koldan hücuma geçirmişti. Sarhoş ve uyku sersemliğinde iken aniden hücuma uğrayınca neye uğradığını şaşıran düşman askerleri paniğe kapılmış ve telaştan birbirlerini kırmaya başlamışlardı. Onlar Sultan Murad'ın ordusuyla gelip hücuma geçtiğini zannetmişlerdi.

On bin gazi dervişin kılıçlan yıldırım gibi işlemekteydi. Haçlı ordusunun büyük bir kısmı kısa bir zamanda imha edilmiş, kalanları ise can havliyle kaçışmaya başlamıştı. Macaristan kralı I.Layoş da kaçanlar arasındaydı.

1364'te kazanılan bu zafer Anadoluda büyük sevinçle karşılandı.

İşte Sırpsındığı'nda Haçlı Ordusunu imha eden bu namlı kumandan Osmanlı devletinin Rumelindeki fetihlerinde büyük payı bulunan Hacı İlbeyi'dir.

1305 yılında Balıkesir'de dünyaya gelen Hacı İlbeyi'nin babası Karasi Beylerindendi. Kendisi de Karasi Beyi Dursun Beyin emirlerinden birisiydi. Hac vazifesini ifa ettikten sonra "Hacı İlbeyi" diye anılır olmuştu. Orhan Gazi zamanında Karasi Osmanlılara geçince Hacı İlbeyi de Karasi Beyi tayin edilen Şehzade Süleyman'ın maiyetine girmişti.

Süleyman Şah ve Evranos Gazi ile birlikte Rumeli fütuhatına katılan Hacı İlbeyi, Sultan I.Murad Hüdavendigâr tahta çıkınca Rumeli kumandanı olmuştu.

Gözüpek ve mahir bir kumandan olan Hacı İlbeyi maiyetindeki gönüllü askerlerle fetihten fetihe koşmaya başlamıştı. Sırasıyla, Dimetoka, İskeçe, Kavala, Dırama, Yenice, Dedeağaç ve Serez'i fethederek Osmanlı topraklarına dahil etti. Sultan Murad da fethedilen bu topraklara, Anadoludan müslüman aşiretleri gönderdi.

Hacı İlbeyi Edirne'nin fethinde de bulundu ve fetihte büyük rol oynadı.

Gazalarda pişmiş serdengeçtilerle sınır boylarında at koşturan Hacı İlbeyi, Kırklareli, Tekirdağ, Çorlu ve Kuleliburgaz'm Osmanlı topraklanna katılışında büyük rol oynadı.

Osmanlı Devletinin Avrupa kıtasındaki büyük fetihlerinde onun kılıcının ve maharetinin payı vardır.

Rumeli fâtihlerinden Hacı İlbeyi 1364'te vefat etmiştir.

Bu Akşam Hindistanda

Hz. Süleyman'ın sarayına kuşluk vakti saf bir adam telaşla girer. Nöbetçilere, hayati bir mesele için Hz. Süleyman'la görüşeceğini söyler ve hemen huzura alınır. Hz. Süleyman (a.s) benzi sararmış, korkudan titreyen adama sorar:
- Hayrola ne var? Neden böyle korku içindesin? Derdin nedir? Söyle bana...
Adam telaş içinde:
- Bu sabah karşıma Azrail (a.s) çıktı. Bana hışımla baktı ve hemen uzaklaştı. Anladım ki, benim canımı almaya kararlı..
- Peki ne yapmamı istiyorsun?"
Adam yalvarır:
- Ey canlar koruyucusu, mazlumlar sığınağı Süleyman! Sen her şeye muktedirsin. Kurt, kuş, dağ, taş senin emrinde. Rüzgarına emret de beni buradan ta Hindistan'a iletsin. O zaman Azrail (a.s) belki beni bulamaz. Böylece canımı kurtarmış olurum. Medet senden!
Hz. Süleyman, adamın haline acır. Rüzgarı çağırır ve:
- Bu adamı hemen al. Hindistan'a bırak!" emrini verir. Rüzgar bu... Bir eser, bir kükrer. Adamı alır ve bir anda Hindistan'da uzak bir adaya götürür.
Öğleye doğru Hz. Süleyman, divanı toplayarak gelenlerle görüşmeye başlar. Bir de ne görsün, Azrail (a.s.) da topluluğun içine karışmış, divanda oturmaktadır. Hemen yanına çağırır:
- Ey Azrail! Bugün kuşluk vakti o adama neden hışımla baktın? Neden o zavallıyı korkuttun?" der.
Azrail (a.s) cevap verir:
- Ey dünyanın ulu sultanı! Ben, o adama öfkeyle,hışımla bakmadım. Hayretle baktım. O yanlış anladı. Vehme kapıldı. Onu, burada görünce şaşırdım. Çünkü Allah (cc) bana emretmişti ki:
- "Haydi git, bu akşam o adamın canını Hindistan'da al!" Ben de bu adamın yüz kanadı olsa, bu akşam Hindistan'da olamaz. Bu nasıl iştir, diye hayretlere düştüm. İşte ona bakışımın sebebi bu idi.

Abdülhaliki Gucduvani

Bütün hallerinde ilim, edeb ve takva üzere olasın
Selefin eserlerini oku, izlerinden yürü
Ehli sünnet ve'l-cemaat çizgisinden ayrılma
Fıkıh ve hadis öğren
Cahil sofilerden uzak dur ona yaklaşma.
Beş vakit namazını cemaatle kılmaya itina et hatta rabıta ile kıl.
Şöhretten uzak dur; çünkü şöhret afettir
Sen daima arka planda olmayı tercih et. Kendini ön plana çıkarma.
Kimseye kefil olma Abimizin de aynı şekilde sözleri ve tavsiyeleri vardır.
Az konuş, az yemek ye, az uyu. İmamı Rabbani talebeleri luzumu kadar konuşur.
Herkes ile hemhal olma. Tenhayı tercih et. Insanlara fazla karışma. Dinimiz halk ile içimiz hak iledir.
Yemekden içmekden başka gayesi olmayan avam ile arkadaşlık yapma.
Helal lokma ye. şüheliye yaklaşma. Yenilen gıda adeta arabanın yakıtı gibidir. Eğer bozuk ise araba hizmete hiç koşmaz. Helal lokma ise; kazanılması esnasında kişinin Allah (C.C) unutmadığı hal üzerine olan kazançtır.
Fazla gülme. Kahkaha ile hiç gülme. Çünkü bu şekilde gülmek kalbi karartır. Tebessüm ile bak.
Herkese şefkat ile bak. Hiç kimseyi hor görme. Buna hayvanlar da dahildir. Gaddar olunmamalıdır.
Hiç bir kimseyi küçümseme. Dışını da fazla süsleme. Çünkü sadece dışı süslemek kalbi harab etmeye yeter.
Halk ile münakaşa etme. Kimseyle münakaşa yoktur. İyi geçinmenin başı münakaşayı terk etmendir.
Hiç kimseden bir şey taleb etme. Bekleme.
Emir ile hizmete konuşma koşturma.
büyüklere malınla bedeninle ve canınla hizmet eyle. EvliyaUllahın yaptıklarını tenkit etme. Çünkü onları tenkit eden kişinin iki yakası bir araya gelmez.
Dünyaya ve dünya adamlarına aldanma.


Yarabbi cennetini istemeye yüzümüz yok

Cemalin ile bizi müþerref kıl.

Allah Dostlarının Halleri

1-)Abdullah İbn-i Mübarek, ölüm döşeğinde iken yanında birisi vardı.
Bu şahıs ölüm sarhoşluğu içinde bulunan Abdullah ibn-i Mübarek için bir
takım ilmi meseleler yazıp kendisine okuyordu. O sırada bulunanlardan
biri: Ey Abdullah, bu ölüm anında da mı ilim öğreniyorsun? diye sordu.
İbn-i Mübarek’in cevabı şu oldu: "Evet belki de şu ana kadar
bilmediğim bir mesele öğrenirim de bana faydalı olur dedi."


2-)İmam-ı Âzam Ebu Hanife, sahip olduğu ilmi, bir geçim vasıtası
yapmamış, resmi bir görev de kabul etmemiştir. Irak valisi İbn-i
Hübeyre, kendisine bir ara kadılık teklif etti. Ebû Hanife kadılığı kabul
etmedi.

Bunun üzerine kendisine işkence yaptılar dayak atıp hapsettiler.

Annesi oğlunun bu haline çok üzüldü. -"Ah oğlum ! İlmin sana eza ve
cefadan başka bir şey getirmedi" dedi. Ebu Hanife: " Üzülme anacığım,
onlar bana dünyayı vermek istiyorlar, ben ise ahireti istiyorum. Ahirette
Allah'ın azabına maruz kalmaktansa, dünyada işkenceye katlanırım."
dedi.


3-)İbrahim bin Ethem (K.S.), bir gün Beyt-ül Makdis’de
bulunuyordu, gece olunca uykuya dalmıştı: Bir ses işitti.
“Geceleri ibadetle kaim olmak, cehennem ateşini söndürür, sırat
üzerinde ayakların kaymasını önler. Öyleyse bu hususta gaflete düşüp
ihmalci olma!” O da bu hadiseden sonra ölünceye kadar geceleri
ibadetle ihya etmiştir.


4-)Fatih Sultan Mehmet, hocası Akşemseddin'i çok severdi. Sık sık onu
ziyaret eder, saygıda kusur etmezdi.

Fatih'in her gelişinde Akşemseddin ayağa kalkmaz, ona oturduğu
yerden " hoş geldin evlât" derdi. Fakat, hocası kendisini ziyaret ettiği
zaman Fatih onu ayağa kalkarak karşılardı.

Sadrazam Mahmut Paşa Fatih'ten bunun sebebini sordu. Büyük
hükümdar ona şu cevabı verdi. "...paşam ! bunun sebebini ben de
bilmiyorum. Korkudan mı dır, yoksa aşırı sevgi ve saygıdan mıdır ?...
Onu gördüğüm zaman yerimde oturamıyorum, ayağa kalkıyorum, adeta
elim ayağım titriyor, dilim dolaşıyor..." dedi. -İşte sana saygı ve terbiye
örneği...


5-)Ulu Hakan Sultan II. Abdülhamit Han, 33 yıl padişahlık yapmış
muttaki bir zat idi. Yaptırdığı Yıldız Sarayı yakınında Hamidiye camiinde
namazlarını kılardı. Bu camide uzun süre müezzinlik yapmış bir hafız
diyor ki , " her sabah camii erken açarken, Sultan'ı benden önce camide
bulurdum. Öyle ki bazen de saraya gitmez, camide sabahlardı. Ben de
erken kalkmada bir türlü Sultan'a erişemezdim."


6-)Emevi halifelerinden Ömer Bin Abdülaziz, Horasan’a bir vali
tayin ediyor. Vali Horasan’a vasıl olunca bakıyor, vaziyetler
vahîm. Adamlar birbirini öldürüyorlar. Anarşi var, içki içiyorlar, her türlü
rezalet var, soygun var. Oradan halifeye bir mektup yazıyor. “Ya
benim istifamı kabul et, yahut ta meydanlara dikeceğim kazıklara
direklere insanları bağlatacağım, at kamçıları ile dövdüreceğim”
diyor ve müsaâde istiyor. Emir' in ona verdiği cevap çok enteresan:
İstifanı kabul etmem için fevkalâde bir sebep yok. Tebââmı dövmene de
razı değilim, sakın dövme. Çaresini sana iki kelimeyle söylüyorum:
Hakk’ın emrini halka öğret. Adaletten de kıl kadar inhiraf etme -
dönme-” diyor ve mektubu böylece cevaplandırıyordu.


7-) Sa’d b. Ebu Vakkas (R.A.) şöyle anlatır:

Anneme karşı çok itaat eden biriydim. Annem Müslüman olduğumu
duyunca, beni çağırdı ve: Bu inandığın din nedir ey Sa’d dedi;
ya bu dinden vazgeçersin, yahut da yemeyeceğim, içmeyeceğim,
öleceğim. Sana herkes “anne katili” diyecek, dedi.
Sa’d, anneciğim bunu bana yapma, ben yeni inandığım dinimi
terketmem, dedi. Aradan bir kaç gün geçti. Annem hiç bir şey yemedi,
oldukça zayıflamış ve halsiz kalmıştı. Nihayet kendisine şöyle dedim:

Ana ! Allah’a yemin ederim ki, bin canın olsa da hepsi tek tek
çıksa yine de hak din olan İslamiyet'ten ayrılmam, dedim.

Ahsenül Kasas - Kıssaların En Güzeli

Ahsen-ül Kasas
Başlıkta okuduğumuz terkip, 'Kıssaların en güzeli' demektir. Bu tâbir, Kur'ân-ı Kerim'de, Hz. Yûsuf aleyhisselâmın kıssası için kullanılmıştır. Bu kıssayı, ya bir tefsirden, veya onunla alâkalı bir kitaptan okumanızı tavsiye ederiz.

Bildiğimiz sebeplerle Kenan diyarından Mısır'a getirilen Hz. Yûsuf, Yâkup aleyhisselâmın oğludur. Dedesi Hz. İshak, büyük dedesi de Hz. İbrâhim'dir. Hepsi de şirke karşı tevhîdi, küfre karşı îmânı tebliğ etmiş, Allâh'ın nûrunu kalplere nakşetmek için mücâdele etmişlerdir.

Böylesine muazzez, mukaddes ve müberrâ bir nesilden gelen Hz. Yûsuf, aristokrat bir hayat içinde yüzen Mısır saraylarında; hayâ, edep ve terbiye âbidesi olarak insanlara örnek olmuş, aslâ gayr-i meşrû tekliflere iltifat etmemişti. Hatta ahlâksızca yapılan îmâ ve baskılara karşı Cenâb-ı Hakka, bunlardan kurtarması için yalvarıp, 'Zindan, bunların beni dâvet ettiği şeyden iyidir Rabbim, dedi.' (S. Yûsuf, 33)

Sonra, Aziz ve arkadaşları, Hz. Yûsuf (a.s.)'un mâsûmiyetini isbat eden bütün o kat'î delilleri görmelerine rağmen, halkın dedi-kodusunu kesmek için onu zindana attılar. Hatta onunla beraber, biri hükümdârın sâkîsi, diğeri de ekmekçisi olmak üzere iki delikanlı daha hapse atıldı. Onlar, hükümdarı zehirlemeye teşebbüs etmek suçuyla itham olunuyorlardı.

Bunlardan biri,

- Ben rüyamda kendimi şarap için üzüm sıkıyor gördüm, dedi.

Öbürü ise;

- Ben de rüyamda kendimi başımda ekmek götürüyor, kuşlar da gagalayıp yiyor gördüm, dedi. Bize bunların tâbirini haber ver; çünkü biz seni, iyilik edenlerden görüyoruz, dediler.

Dahhak rahımehullah hazretlerine;

- Yûsuf aleyhisselâmın iyiliği ne idi? diye sorulduğunda, şöyle cevap verdi:

- O, dâima iyiliği tercih eder, bütün hâl ve hareketlerinde güzel ahlâkını gösterirdi: Zindandaki hastaları ziyaret eder, mahzunlara dost ve arkadaş olup onları tesellî eder, yeri dar olanlara genişlik sağlar, muhtaç olanlara yardım toplayıp verirdi.


Yûsuf aleyhisselâm delikanlılara dedi ki:

- Size rüyanızda rızık olarak yiyecek bir şey gelecek oldu mu, ben muhakkak onun ne olduğunu, daha size gelmezden evvel rüyanızı tâbir eder, haber veririm.

Dikkat edilirse, Yûsuf aleyhisselâm onları, kendisine sorulanlara cevap vermezden evvel, tevhîde dâvet ve doğru yola irşad etmek istiyor. Bu dâvet ve tâbirinde doğruluğuna delâlet etmek üzere de, gaybden haber verme mûcizesini anlatıyor. Zira bütün peygamberlerin, peygamber olduklarını isbat için mûcize göstermeleri gerekir.

Yûsuf aleyhisselâm konuşmasına devam ederek şöyle diyor:

- Bu, Rabbimin bana öğrettiği ilimlerdendir. Çünkü ben, Allâh'a inanmayan, âhireti de inkâr eden bir kavmin dînini terk ettim. Atalarım İbrâhim, İshak ve Yâkub'un dînine uydum. Allâh'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bizim için doğru olmaz. Bu tevhid, bize ve bütün insanlara Allâh'ın bir lûtfudur; fakat, insanların çoğu buna mukabil şükretmezler.

Ey Benim zindan arkadaşlarım, düşünün bir kere; darma dağınık birçok rabler mi iyi, yoksa her şeyi hükmü altında tutan ve kahredici olan bir tek Allah mı?

Sizin onu bırakıp taptıklarınız, kendinizin ve atalarınızın takmış oldukları kuru, mânâsız ve boş isimlerden başkası değildir. Allah, onların gerçekliği hakkında hiçbir delil indirmemiş, onlara hiçbir güç vermemiştir. Hüküm, yalnız Allâh'ındır. O, yalnız kendisine ibâdet etmenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.

Ey zindan arkadaşlarım, rüyalarınıza gelince; biriniz efendisine şarap içirecek, diğeri ise asılıp tepesinden kuşlar yiyecektir. İşte hakkında fetvâ istemekte olduğunuz mes'ele, böylece olup bitmiştir.

Bundan sonra Yûsuf aleyhisselâm, bu iki delikanlıdan, kurtulacağını bildiği kimseye yani sâkîye dedi ki:

-' Beni efendinin yanında an, benden bahset.

Fakat şeytan, efendisine onu anlatmayı unutturdu. Bu yüzden Yûsuf aleyhisselâm, daha nice yıllar zindanda kaldı. (S. Yûsuf, 35-42)

Yani Hz. Yûsuf, Allah'tan başkasından yardım istediği için, beş yıllık mahpusluktan sonra, yedi yıl daha hapiste kaldı. Zira böyle bir istek ümmetten herhangi bir fert için gayet normal olmakla birlikte, bir peygamber için münasip değildi.

Onun zindanda kaldığı 12 sene âyet-i kerimedeki 'üzkürnî ınde rabbik' kavl-i keriminin harflerinin miktarına müsâvidir. Bu 12 adedinde daha başka acâib sırlar da vardır:

Burçlar, aylar on ikidir. 'Lâ ilâhe illAllah' ve 'Muhammedün Resûlüllah'ın asılları da on ikişer harftir.

Kezâ Yâkup aleyhisselâmın oğulları da 12 idi. (Rûhu'l-Beyan)

Yûsuf aleyhisselâm, Mısır'ın iktisadî bakımdan en kritik bir devresinde yani yedi sene süren kıtlık yıllarında hazînenin başına geçmiş ve önceden aldığı tedbirlerle ülkeyi bir bâdireden kurtarmıştır.

Hz. Yûsuf, bu güzel hizmeti yapmayı, bizzat kendisi tercih etmiştir. İlk bakışta, peygamberlik makamında bulunan bir zâtın Mısır Hükümdârı'nın emrinde (bugünkü tâbirle) Mâliye Bakanlığı yapması garip karşılanabilir; fakat, insanlığa iktisadî yönden bir hizmet verirken, kazandığı sevgi-saygı ve hüsn-i zanla en müessir bir şekilde İslâm'ı tebliğ, telkin ve tâlim etmesi, kısacası o milleti maddî-mânevî tehlikelerden beraberce kurtarması, ibret ve ders alınacak bir husustur.

Onun içindir ki, Kur'ân-ı Hakîm'de Yûsuf aleyhisselâmın kıssasına, kıssaların en güzeli mânâsında, 'Ahsenü'l-Kasas' tâbir edilmiştir.

Gül Bahçesi

Bir gezginin yolu günün birinde bir bahçeye varmış.
O bahçede yalnız gül yetişirmiş.Birbirinden narin ve zarif güller.
O güller kadar zarif ve latif bir hatun kapı önünde duruyormuş.
GEZGİN hatuna hayranlık ve saygı ile yaklaşip kendisini takdim etmiş. Ve hatundan adını bağışlamasını istemiş.
HATUN: bana SEVGİ derler.
GEZGİN: Sevgi hatun burada yalnız mı oturuyorsunuz?
SEVGİ: hayır eşimle beraber oturuyoruz. Ona İLİM derler.
Şu anda bahçede çalisiyor. Bıkmaz yorulmaz bir kişidir.
GEZGİN: Bahçeyi dolaşmama izin var mı?
SEVGİ: Hay hay...lütfen ayakkabılarınızı çikarinda SAYGI dediğimiz şu mestleri giyiniz.
Onlar öylece konuşurken İLİM çikagelmis. Bahçeyi birlikte dolaşmaya başlamışlar.
SEVGİ önde İLİM ve GEZGİN arkada yürüyorlarmış.
Her gülün bir adı varmış. MUTLULUK, HOŞGÖRÜ, SABIR, KANAAT,
ADALET, İRADE,ŞEFKAT, MERHAMET, AKIL, HİKMET, KUDRET,
SAMİMİYET, TEVAZU, FAZİLET VE...
bu kadar çesitte ve bu kadar yoğunlukta güzellik bu kadar bakım ve özen,
böylesine bir düzen karşisında heyecanlanan ve hayrete düşen gezgin bahçıvan ilim efendiye sormuş:
GEZGİN: Siz hangi gülün hangi isimde olduğunu bazen karıştırıyormuşsunuz?
İLİM: Bazen şaşirdığım oluyorsa da SEVGİ hemen yardımıma koşuyor bana doğru ismi hatırlatıyor.
GEZGİN: Güllerin erip eriştiği bu toprağın bir özelligi var mı?
İLİM: Özelligi olup olmadığını bilmiyorum.Bu toprağı bize VEFA adında bir dostumuz getirir.
VEFA dostumuzun dediğine göre,örnegin; MERHAMETLİ bir insan görünce,
ondan oluşan toprağı bize getirir, bizde onu MERHAMET gülünün altına serpiveririz veya
ŞEFKATLİ bir insan görünce ondan oluşan toprağı bize getirir,
bizde o toprağı ŞEFKAT gülünün altına sereriz ve bu böyle devam edip gider.
GEZGİN: Güller arasında aşi yapılıyor mu?
İLİM: Elbette HAYAL gülüne GERÇEK i aşiladık; ÜMIT gülü oluştu.
İMAN gülüne HİZMET i aşiladık; TESLİMİYET gülü oluştu.
HİKMET gülüne AKIL 'ı aşiladık; İRADE gülü oluştu. Bu aşiları sürekli yapmak zorundayız.
Örnegin; o muhteşem ADALET gülüne KUDRET gülünü aşilamazsak,
ADALET hemen sararıp soluyor. Aciz kalıyor.
KUDRET gülüne ADALET'i aşilamazsak KUDRET gülünün toprağında ZULÜM böcekleri üreyiveriyor.
GEZGİN: Bu aşiları siz mi yapıyorsunuz?
İLİM: Çelikleri ben hazırlıyorum ama aşiyı koyup kovuşturan eşim SEVGİ dir.
O ilham kalemini eline alır, aşilanacak varlığın AKIL perdesini yumuşak yumuşak aralar,
böylece o varlığın gönlüne ulaşir,oraya aşi çeligini bir güzel yerleştirir.
Sonra da oluşan bütün kader sicimi ile tatlı tatlı sarar.
Bütün bu isleri bu aşamaları her seferinde ayni dolgun zevk ve heyecan içinde seyrederim.
Sanki o anda Rabbim yanımızdaymış gibi...
GEZGİN:tercih ettiğiniz güller var mı? İLİM: Aslında yok.
Fakat eşim SEVGİ; HOŞGÖRÜ için 'o benim beş duyumdur.' der.
SAMİMİYET için, 'o benim AHLAKIMDIR' der. TEVAZU için, 'o benim EDEBİM dir' der,
ama ÜMIT'e fazlaca düşkün galiba... Zira ÜMIT için 'o benim kanımdır' der durur...
Bir kaç gün sonra gezginimiz bir kasabaya varmış. Bir kahvehaneye girmiş.
Burası oldukça tenha imiş. Kuytu bir köşede bir kişi oturuyor ve çay içiyormuş.
Gezginimiz bu zata yaklaşmış, yanına oturmuş, kendisini takdim etmiş,
adını bağışlamasını dilemiş.... o zat demiş ki:
ADEM: Bana ADEM derler.
Gezginimiz başindan geçenleri;gül bahçesini, iki soylu bahçıvanı, konuşmaları anlatmış.
Adem dinlemiş.Sonunda demiş ki:O bahçeye İNSANLIĞIN KEMAL BAHÇESİ derler.......

Bu Dereceye Nasıl Kavuştun

Büyük zatların büyük olmalarına bazı şeyler sebep olmuştur. Dostlarının ısrarları karşısında dikkat ettikleri, prensip edindikleri hususlardan birkaçını bildirmişlerdir. Bunlardan bazılarını, kıymetli eserlerden alarak yazıyoruz:

Hz. Ebu Bekir’e sordular: Allah için söyle, bu mertebeye ne ile eriştin. Buyurdu ki:

Dinimi dünyaya tercih ettim. Ahiret için, Allah rızasını seçtim. Her zaman Allah’ın hakkını üstün tuttum, her işimde sadece Allah’ın rızasını gözettim ve bunun dışına asla çıkmadım.

Aynı şekilde Hz. Ömer’e sordular. Buyurdu ki:

Allah dilerse bir kulunu aziz eder dilerse zelil eder. Bunu hiç unutmadım.

Hz. Osman’a sordular. Buyurdu ki:

Kur'an ve Sünnete uydum. Allah’ın her şeyime vakıf olduğunu hiç unutmadım.

Hz. Ali de buyurdu ki:

Cihad ile eriştim. 30 yıl mücahede kılıcı ile ve haşyet zırhıyla ve vera kalkanı ile, taat ve ibadet oku ile, gönül kapısında oturdum. Allah’ın rızasından başka hiçbir şeyi, gönlüme koymadım, hatırıma getirmedim.

Hz. Lokman buyurdu ki:

Emanete riayet, doğru söylemek ve malayaniyi [faydasız sözü] terk edip, bana gerekmeyeni bırakmakla bu dereceye kavuştum.

Hz. Musa, Hz. Hızır’a, (Ledün ilmine nasıl kavuştun?) diye sordu. O da, Günah işlememeye sabretmekle dedi. Kavmi, Hz. Musa’ya, (Allahü teâlâ neden razı ise, onu yapalım) dediler. Vahiy geldi: (Benden razı olursanız, sizden razı olurum.) Allah’tan razı olan, Onun emirlerine uyar ve yasaklarından kaçarak onun takdirine razı olur, böylece yüksek derecelere kavuşur.

İmam-ı Ebu Yusuf’un oğlu ölünce, talebesine, Defin işini siz yapın. Ben hocamın [imam-ı a’zam Ebu Hanife hazretlerinin] dersine gidiyorum dedi. Kendisini vefatından sonra rüyada Cennette muhteşem bir hayat sürerken gördüler. Bu ne ihtişam, nasıl kavuştun dediler. O da, İlme, ilim öğrenmeye ve öğretmeye olan sevgim ile buyurdu.

Hz. Musa, Peygamber efendimizin sahip olduğu makamlardan birinin nurunu görünce, bayılacak hâle geldi, Resulullahın bu dereceye nasıl yükseldiğini sordu. Hak teâlâ buyurdu ki:

(Yüksek ahlakı sayesinde bu dereceye kavuştu. Bu ahlak isardır. Ya Musa, ömründe bir kere isar edene, isar ahlakı ile bana kavuşana hesap sormaktan hayâ ederim.) [İsar, muhtaç olduğu bir şeyi kendi kullanmayıp, muhtaç olana vermektir.]

Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(Kıyamette, sorgusuz sualsiz uçarak Cennete gidenlere melekler, (Bu derece nasıl kavuştunuz) dediler. “İki hasletimiz vardı. Yalnız iken de günah işlemeye utanırdık ve Allahü teâlânın verdiği az rızka razı olurduk” dediler.) [İbni Hibban]

Bayezid-i Bistami hazretleri de, Her yerde Allahü teâlânın gördüğünü ve bildiğini düşünüp, edebe riayet etmekle bu dereceye kavuştum buyurdu.

Hz. Musa, salih bir zata imrenip, kim olduğu sorunca, Hak teâlâ buyurdu ki:

(Bu zat, şu üç amel ile bu dereceye ulaştı: Hiç haset etmedi, ana-babasına asi olmadı ve söz taşımadı.)

Bahaeddin-i Buhari hazretlerine bu dereceye nasıl kavuştun diye sordular, Resulullah efendimize tâbi olmakla buyurdu.

Alaaddin-i Attar hazretleri de buyurdu ki:

Hocam Bahaeddin-i Buhari’nin bana tek nasihati vardı: “Alaaddin beni taklit et” buyurmuştu. Bunu yaptım. Onu taklit ettiğim her hususta onun aslına kavuştum.

Ebü'l-Abbâs-ı Mürsi hazretleri sohbetlerinde hep; "Hocam Ebül-Hasan-ı Şâzili buyurdu ki, Hocam şöyle anlattı" şeklinde söze başlar, hep hocasından nakiller yapardı. Bir gün biri; "Hep hocanızdan nakil yapıyorsunuz. Hiç kendinizden bir şey söylemiyorsunuz" demesi üzerine buyurdu ki:

Ben evden bir şey getirmedim. Ne kazanmışsam dergahta kazandım. Hocamdan öğrendiklerimi "Allahü teâlâ buyurdu ki, Resulü buyurdu ki" veya "Ben diyorum ki" diyerek pek çok şey anlatabilirim. Ama bütün bunları öğrenmeme, bu dereceye yükselmeme vesile, olan hocama karşı edebe riayet ederek, hep hocamdan naklederek konuşuyorum. Uygun olan da budur. Hocasından bahsetmeyen, hep ben diye konuşan kimsede hayır yoktur. En iyi âlim, kendinden söyleyen ve kendine bağlayan değil, nakleden, vasıta olandır. Dinimiz nakil dinidir. İman ibadet bilgileri kıyamete kadar aynıdır, değişmez. Nakleden aziz, nakilsiz konuşan rezil olur.

Süfyan-ı Sevri hazretleri haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçanların başında gelirdi. Edep ve tevazuda benzeri azdı. Dostlarından biri kendisini rüyada görüp, Cennette nurdan kanatlarla uçtuğunu gördü. "Bu dereceye nasıl kavuştun?" dedi. Dine uymakta çok hassas davranmakla buyurdu.

Seyyid Abdülkadir Geylani hazretleri, "Bu işe başladığınızda, temeli ne üzerine attınız? Hangi ameli esas aldınız da böyle yüksek dereceye ulaştınız?" diye soranlara buyurdu ki:

Temeli doğruluk üzerine attım. Hiç yalan söylemedim. İçim ile dışım bir oldu. Bunun için işlerim hep rast gitti.

Habib-i Râi hazretleri, ağaç çanağını bir taşın altına tutar, biri bal, biri süt olmak üzere iki çeşme akmaya başlardı. Oradakiler bu kerameti görünce, Bu dereceye ne ile kavuştun dediler.

Muhammed aleyhisselama uymakla buyurdu ve devam etti: Hz. Musa’nın kavmi kendisine karşı oldukları halde hâre taşı onlara su verdi. Derecesi Hz. Musa’dan yüksek olan Resulullaha uyduktan sonra taş niye süt ve bal vermesin ki?

Bişr-i Hâfi hazretleri anlatır:

Rüyamda Resulullahı gördüm, bana (Allahü teâlânın seni neden üstün kıldığını biliyor musun?) buyurdu. Ben hayır deyince, (Sünnetime tâbi olman, salihlere hizmet etmen, din kardeşlerine nasihat etmen, Ehl-i beytimi ve Eshabımı sevmen sebebiyle bu dereceye kavuştun) buyurdu.

Râbia-i Adviyye hazretlerinin tevekkülü o dereceye ulaşmıştı ki; (Gök tunç olsa, yer demir kesilse, gökten bir damla yağmur düşmese, yerden bir bitki bitmese ve dünyadaki bütün insanlar benim çocuğum olsa, Allahü teâlâya yemin ederim ki onlara nasıl bakacağım düşüncesi kalbime gelmez. Çünkü, Allahü teâlâ hepsinin rızkını vereceğini bildirmiş ve üzerine almıştır) derdi. "Bu yüksek derecelere ne ile kavuştun?" dediklerinde; Beni ilgilendirmeyen her şeyi terk ve ebedi olanın yani Allahü teâlânın dostluğunu istemekle buyurdu.

Ey Oğlum - Nasihat

Câfer-i Sâdık hazretlerinin, oğlu Musa Kâzım’a nasîhatı:

“Ey oğlum, kendi rızkına râzı ol! Kendi rızkına râzı olan, kimseye muhtaç olmaz. Gözü başkasının malında olan, fakir olarak ölür. Allahü Teâlâ’nın taksim ettiği rızka râzı olmayan, o'nu kaza ve kaderinde, dilediğini yaratmakta töhmet altında tutmuştur. Kendi kusurlarını küçük gören, başkasınınkilerini büyütmüş olur. Her zaman kendi kusurlarını büyük gör. Başkasının gizli bir şeyini açığa vuranın, evindeki gizli şeyler herkesçe bilinir. Kardeşi için kuyu kazan, o kuyuya kendisi düşer. Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür.

“Ey oğlum, insanlara kızmaktan çok sakın, yoksa sana da kızarlar. Boş iş ve söze karışmaktan sakın, sonra aşağılanırsın.”

“Ey oğlum, lehinde veya aleyhinde de olsa, hakkı, doğruyu söyle! Böyle yaparsan herkes seninle istişâre eder, danışır, fikrini alır.”

“Ey oğlum, arkadaşlık yaptığın, ziyâretine gittiğin kimse, iyi ahlâk sahibi olsun, kötü ahlâkı olanlarla arkadaşlık etme, onlarla görüşme! Çünkü onlar, suyu olmayan çöl, dalları yeşermeyen ağaç, ot bitmeyen topraktırlar.”

“Ey oğlum, Allahü Teâlâ’nın kitabını okuyucu, iyilikleri emredici, kötülüğü nehyedici, sana gelmeyene sen gidici, seninle konuşmayanla konuşucu ol! İsteyene ver. Gıybetten, koğuculuktan sakın. Çünkü söz taşımak, insanların kalbinde düşmanlığı arttırır. İnsanların ayıplarını görme, insanların ayıplarını gören, onların hedefi olur.

Tevessül Ebü'l-Hasan Harkânî

Bir kafilede bulunan insanlar, Ebü’l-Hasan Harkânî hazretlerinin (k.s) huzuruna gelip; “Yollar korkuludur. Bize bir duâ öğretiniz” diye istirhâm ettiler. Buyurdu ki: “O zaman, Ebü’l-Hasan'ı hatırınıza getiriniz!” Bu söz, bazılarının hoşlarına gitmedi. Yolda önlerine eşkıya, çıktı. Hepsinin mallarını aldı. Yalnız, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerini hatırlayan bir kimsenin malına zarar gelmedi. Bu hâle arkadaşları şaşıp, sebebini sorduklarında; “Ebü'l-Hasan-ı Harkânî'yi hatırladım ve kurtuldum” cevâbını aldılar. Gelip durumu Ebü'l-Hasan hazretlerine anlattılar. Ve; “Biz Allah'tan yardım istedik, eşkıyalar bizi soydu. Fakat seni hatırlayan şu arkadaş kurtuldu. Bunun hikmeti nedir?” diye sordular. “O arkadaşınızı kurtaran, Allâhü Teâlâ’dır. Günahkâr ağızdan çıkan duâyı Cenâb-ı Hak kabul etmez. Bunun için siz Allah'a yalvardığınız zaman duânız kabul olmadı. Bu, arkadaşınız beni hatırlayıp imdat isteyince, ben de Rabbime duâ ettim; “Yâ Rabbî! Şu kulunu içinde bulunduğu belâdan kurtar dedim. Rabbim benim duâmı kabul ettiği için, o arkadaşınız kurtuldu. Mesele bundan ibârettir” buyurdu.

Gerçek Gün Yüzüne Çıkınca

Zülkarneyn Aleyhisselam ordusuyla gece yolda giderken ordusuna “ayağınıza takılan şeyleri toplayın” diye emir verir. Ordu bu emri duyunca; içlerinden bir grup:

-“Çok yürüdük, çok yorgunuz. Gece vakti bir de ayağımızı takılan şeyleri toplayarak boşuna ağırlık mı yapacağız. Hiçbir şey toplamayalım” diyerek hiçbir şey toplamıyorlar.


İkinci grup ise;
-“ Madem Komutanımız emretti, birazcık toplayalım, emre muhalefet etmeyelim. Zira ordun komutanına itaat etmek gerekir.” diyerek az bir şey topluyorlar.

Üçüncü grup ise;
-“Komutanımız bir şeyi boşuna emretmez. Muhakkak bildiği bir şey vardır. Bir hikmete mebnidir” diyerek bütün abalarını ağzına kadar doldururlar.

Sabah olduğunda bir de bakıyorlar ki, meğer bir altın madeninden geçmişler de, ayaklarına değen şeylerin altın olduğunun farkına varamamışlar. Bunu anlayınca:

Hiç almayan birinci grup;
-Ah niçin almadık! Nasıl dinlemedik komutanımızın sözünü. Keşke alsaydık! Bir tane bari alsaydık” diyerek pişman oluyorlar.

Az alan ikinci grup ise;
-“Ah ne olaydı da biraz daha fazla alsaydık. Ceplerimizi, abalarımızı hınca hınç doldursaydık” diye sitem ediyorlar kendilerine.

Çok alan üçüncü grup ise:
“Keşke gereksiz, lüzumu olmayan eşyalarımı atsaydım, daha çok toplasaydım. Her şeyimizi doldursaydık, daha fazla alsaydık” diyerek, fazla almalarına rağmen üzülüyorlar.

İşte bu misalde olduğu gibi, Ahirette bütün insanlarda bunun gibi ağıtlarda bulunacak.

Kafir olan;
- “Keşke iman etseydik, keşke inansaydık da hiç olmasa Cehenneme girdikten sonra iman etmemiz sonucunda Cennete girseydik,ebedi cehennemden kurtulsaydık,”

Mü’min, fakat az sevabı olan;
-“Keşke biraz daha sevap işleseydim de, biraz daha ikrama mazhar olsaydım.”

Mü’min,çok sevabı olan ise;
-“Ah ne olaydı da Makamımı biraz daha yükseltecek bir vakit daha namaz kılsaydım, biraz daha fazla sadaka verseydim,oruç tutsaydım, biraz daha sevap işleyecek ameller yapsaydım...” diyeceklerdir.

Rabbim bu misallerden ders alıp, Ahirette pişman olmayacağımız ameller işlemeyi nasip eylesin....

Hz. Zülkarneyn Ve Hükümdar

Zülkarneyn (a.s), ölüm endişesi ve nefs engelini aşmaya çalışan bir kavme uğradı. Oradaki insanların elinde dünya serveti namına bir şey yoktu. Rızıklarını sebzeden temin ederlerdi. Sebzelerini korumakta çok ihtimam gösterirlerdi. Ayrıca bu kavimde herkes kendi mezarını kazar, hergün mezarını temizler ve ibadetlerini burada yapardı. Zülkarneyn (a.s.), bunların hükümdarlarını çağırttı. Hükümdar:
"Ben kimseyi istemiyorum. Beni isteyen de yanıma gelir." dedi.
Zülkarneyn (a.s.), bu söz üzerine hükümdarın yanına giderek:
"Ben seni davet ettim, niye gelmedin?" dedi.
Hükümdar:
"Sana bir ihtiyacım yok, olsa gelirdim." cevabını verdi.
Bunun üzerine Zülkarneyn (a.s):
"Bu haliniz nedir? Sizdeki bu hali kimsede görmedim." deyince hükümdar:
"Evet biz altın ve gümüşe kıymet vermiyoruz. Çünkü baktık ki, bunlardan bir miktar, bir kimsenin eline geçerse, bu sefer daha fazlasını isteyecek ve huzuru bozulacak. Onun için dünyalık peşinde değiliz." dedi.
Zülkarneyn (a.s):
"Bu mezar nedir? Neden bunları kazıyor ve ibadetlerinizi burada yapıyorsunuz?" diye sordu.
Hükümdar:
"Dünyalık peşinde koşmamak için bunu böyle yaptık. Mezarları görüp de oraya gireceğimizi hatırlayınca, her şeyden vazgeçeriz." dedi.
Zülkarneyn (a.s.):
"Niçin sebzeden başka yiyeceğiniz yoktur? Hayvan yetiştirseniz, sütünden, etinden istifade etseniz olmaz mı?" dedi.
Hükümdar:
"Midelerimizin canlı hayvanlara mezar olmasını istemedik. Bitkilerle geçimimizi sağlıyoruz. Zaten boğazdan aşağı geçtikten sonra hiç birinin tadını alamayız." diye cevap verdi.

Deli Veli

Birisi :

-Akıllı birini arıyorum . Müşkillerim var , soracağım. Onunla meşverette bulunacağım , dedi.

Şehirde bulunanlar dediler ki :

-VAllahi , şehrimizde kendisini deliliğe vurmuş bir akıllı var . Ondan başka da akıllı olan kimse bulamazsın. İşte şu !... Sopaya binip , çocuklarla beraber koşup oynuyor!.. Tedbir sahibi , görüşlerinde isabetli, ateş gibi bir adamdır. İşte böyle!... O ‘ da kendini divanelikte gizlemiştir.

Dikkat et !... Her dîvaneyi kendine can sayma. Bir veli sana yüzlerce işaret , akıl verse bile sende o anlayış yoksa ak ile karayı ayıramazsın. Veli ; deliliği kendine perde ettiyse onu nasıl tanıyabilirsin?... Meğer ki “yakîn” gözün açık ola!..

O büyük kişinin halini öğrenmek isteyen adam :

-Ey sopasını at edip binen atlı ; bir an için olsun atını bu tarafa sür , dedi.

-Çabuk söyle. Atım burnunun doğrusuna giden itaatsiz bir serkeştir . Ne soracaksan çabuk ve açık sor . Bekletme ki atım seni tepelemesin, diye söylendi deli .

Adam gönlünde bulunan , sormak istediği sırrından vazgeçerek deli gibi görünen Velîye alaya aldı :

-Bu sokakta bulunan kadınlardan birini almak istiyorum . Ama benim gibi birisine acaba hangisi varır?...

Velî :

-Dünyada üç türlü kadın vardır . İkisi zahmet ve mihnetten ibarettir. Diğeri de daimi bir hazine gibidir. Bunu alırsan tamamiyle senin olur. İkincisinin yarısı senin olur, yarısı senden ayrı kalır. Üçüncüsü ise sana mal olmaz. Duyduysan bunları atım seni tepelemeden çekil önümden gideyim , dedi . Sopasını sürükleyerek çocukların arasına katıldı. Gelen adam tekrar bağırdı :

-Gel de şunu etraflıca anlat. Bu söylediğin üç çeşit kadın kimlerdir?...

Velî yine onun yanına doğru at sürdü , geldi , dedi ki :

-Bâkir olan tamamiyle sana mal olur , gamdan kurtulursun . Yarısı senin olan ise , dul olandır. Fakat hiç bir surette sana mal olmayacak olan ise çocuğu olandır. İlk kocasından olan evladı varsa ; sevgisi de , bütün hatıraları da oraya gider. Haydi , atım seni tepelemeden uzaklaş önümden , dedi , yine hay huylarla sopasını sürdü , çocukların yanına doğru uzaklaştı .

Adam , arkasından tekrar bağırdı :

-Ey ulu padişah !... Bir sualim kaldı. Gel !...

Velî tekrar o tarafa yöneldi , geldi :

-O çocuk topumu kaptı !... Çabuk söyle , nedir soracağın?... dedi.

Adam :

-Ey padişah !... Şaşılacak şey , bu kadar akla , edebe sahip olduğun halde bu divanelik nedendir?... Söz söylerken Aklı Küllün de ötesindesin. Güneş gibi olduğun halde neden delilikle gizleniyorsun ?... dedi.

Velî cevap verdi , dedi ki :

-Bu külhanbeyleri beni bu şehre kadı yapmaya karar verdiler. Reddettim. “İmkanı ok , senin gibi âlim ve fazıl kimse yok. Şeriatta da senden aşağıda olana kendimizi teslim edemeyiz, öyle birini kendimize ulu yapamayız...” dediler. Bunun zoruyla kendimi deli göstermeye başladım. Fakat , gerçekte önceden ne idiysem , şimdi de oyum. Aklım hazinedir, ben vîraneyim. Hazineyi gösterirsem deliyim. Şeker madeniyim , şeker kamışıyım ben; hem yetiştiririm , hem gıdalanırım. Söze gelen ilim cansızdır , alıcının yüzüne âşıkça bakar canlanmak , hayat bulmak için. Büyük gibi görünür o ilim ama , alıcısı olmayınca ölür gider. Halbuki benim müşterim Hakk’tır. Beni O yüceltir , O satın alır!... Bu müflis alıcıları bırak. Bir avuç toprak , ne satın alabilir ki ?... Toprak yeme , toprak alma , hatta arama bile. Gönül ye , ki daima genç kalasın.

Hocasının Ebû Yusuf'a Sualleri

Kendine güven geldikten sonra hocasının ders halkasından ayrılıp şahsen ders vermeye başlayan Ebû Yusuf'a hocası İmam-ı Azam, henüz ayrılma seviyesine yükselmediğini anlatmak için, hazırladığı şu sualleri biri vasıtası ile sordurur:
- Namaza farzla mı başlanır, yoksa sünnetle mi?
Düşünen Ebu Yusuf:
- Farzla, der.
- Hayır, bilemedin!
- Öyle ise sünnetle!
- Oda değil. Yine bilemedin!
- Peki, ne ile başlanır öyleyse? Hazırlanmış suâl sahibi, şöyle açıklık getirir:
- Hem farz, hem de sünnetle!
Çünkü, der, elleri kulak yumuşağına kaldırmak sünnet, iftitah tekbirini almak ise farzdır!
İkinci suâli de şöyle sorar.
- Açık havada et pişiren birinin kazanına uçan kuş düşse bu et yenir mi?
- Yenir, der Ebu Yusuf. Adam:
- Hayır bilemedin.
- Öyle ise yenmez... Adam:
- Hayır, yine bilemedin, der.
- Nedir öyle ise?
Adam şöyle açıklık getirir:
- Kazandaki et piştikten sonra düşmüşse, suyunu çekmiş et üç defa yıkanır, bundan sonra yenir. Et, suyunu çekmeden düşmüşse, ne et yenir, ne de kazandaki su temiz sayılır.
Üçüncü suâlini de şöyle sorar:
- Bir Müslüman'ın, Hıristiyan hanımı hamile iken ölürse, hangi kabristana gömülür?
Ebû Yusuf:
- Hıristiyan kabristanına, der. Adam:
- Hayır, bilemedin, der.
- Öyle ise Müslüman kabristanına. Adam:
- Yine bilemedin, der. Ve şöyle açıklar durumu:
- Yahudi kabristanına gömülür. Çünkü, gayrimüslim ananın sırtı kıbleye gelsin ki karnındaki Müslüman çocuğun yüzü kıbleye yönelmiş olsun!..
Düşünmeye başlayan Ebu Yusuf, kendi başına kurduğu ders halkasını hemen bozar ve okuttuğu talebelerle birlikte İmam-ı Azam'ın ders halkasına tekrar iltihak eder.
Muhtemeldir ki, halifelerin başkadısı Ebu Yusuf, şu meşhur sözünü böyle olaylardan sonra söylemiştir
- İlim öyle bir şeydir ki. sen ona tümünü vermedikçe o sana yarısını vermez! Yahut:
- İlim öyle bir şeydir ki, sen ona tümünü vermedikçe, onun yarısını alamazsın!
Anlaşılan Ebû Yusuf olmak da kolay olmamış... Sen; meselene tümünü vereceksin ki, onun yarısını almış, olasın...

Pahalı Fetva

İmamı Âzam Rahmetüllâhi Aleyh Hz.nin en büyük talebesi imam Ebû Yusuf tur. Bu zat talebeliği zamanında bir gün hamama gitmek ister. Fakat parası yoktur. Hamamcıya, "parası olmadığını, fakat para yerine kendisine dinî bir mesele öğretebileceğini" söyler. Hamamcı,
- Bana fetva değil para lâzım. Paran yoksa hamama girme, der.
Üzülerek dönen Ebû Yusuf, hocasına gelir ve ilmi bırakacağını söyler. Sebebini de anlatır, İmamı Âzam Hazretleri kendisini teselli eder ve,
- Evladım, sabret. İlme devam et. İlim seni aziz eder, der.
Aradan seneler geçer. Ama hamamcıdan gördüğü üzücü hareket hiç aklından çıkmamaktadır. Bu arada kendisi memleketin en yüksek ilmî makamındadır. Bütün meseleler kendisinden sorulmaktadır. Böyle olduğu zaten tarihen de sabittir. Bir gün kendisinden bir fetva sorulmaktadır. Soru şudur:
Kızını evlendirmek isteyen bir kişi, ona dünyanın en kıymetli şeyini çeyiz vermek üzere yemin etmiştir. Bu yeminini nasıl yerine getireceğini sormaktadır. Soran kim olsa beğenirsiniz? O meşhur hamamcı.
İmam Ebû Yusuf, hamamcıyı tanır ve "Şu kadar altın verirsen, bunun cevabını alabilirsin" der. Hamamcı razı olur ve bilmem kaç altına fetvayı alır. Cevap şudur:
- Kızına bir adet Kur'an-ı Kerîm ver. Yeminin yerine gelir.
Hamamcı memnun olarak ayrılacağı sırada, Ebû Yusuf Hz. der ki:
- Falan zaman hamama koymadığın talebe benim. O zaman sana öğreteceğim dini mesele buydu. Bir hamam ücretine öğrenecektin. Şimdi bu kadar altına öğrendin.

Beddua Yerine Dua

Ma'rûf-ı Kerhi Hazretleri bir gün talebelerini toplar Dicle kenarındaki hurmalıklara çekilir sohbet ederler. Bu esnada nehirden bir kayık geçer. İçinde birkaç bıçkın genç. Hem içki içerler, hem şarkı söylerler. Bir ara hepten şirazeden çıkar, naralar atarlar. Talebeler bu edepsizliğe çok bozulur. Hatta içlerinden bazıları
-Ah şu kayık bir devrilse de günlerini görseler, derler

Ardarda patlayan kahkahalardan ders yapılamaz olunca mübarek o yana döner. Ellerini açar ve;
- Ya Rabbi, Sen bu kullarını dünyada neşelendirdiğin gibi ahirette de neşelendir. Onlara hidayet ve istikamet nasip eyle, der.

İşte tam o sıra gençlerden biri sahildeki sohbetin farkına varır, arkadaşlarını uyarır. Mübareği görünce derlenir toparlanırlar. Hatta sazlarını kırar, destileri suya atarlar. Mahçup mahçup gelir, Şeyh Mar'uf'un ellerine kapanırlar. O günden sonra sohbetin müdavimlerinden olurlar.

Bu Çeşmeden Müslümanların Su İçmesi Haramdır

Vaktiyle uyanik biri, bir cami´nin önüne bir cesme yaptirir. Cesmenin
üzerine de kocaman bir levha seklinde „Bu cesmeden müslümanlarin su icmesi
haramdir“ ibaresini yazdirip asmis. Bunu gören jurnalcinin biri hemen gidip
adami mahkemeye sikayet eder.

Adami cagirirlar: „Sen cami´nin önüne cesme yaptirmissin. Bir de üzerine
yazi yazarsin. Seni bozguncu herif“ diye adamcagiza cikisirlar.

Adam: „Durun hele“ der. „Bir de beni dinleyin. Ben bunu bir mesele anlatmak
icin yaptim. Bakin, bugün cumartesidir. Gidin havradan bir Yahudi Hahamini
alip getirin“ der.

Giderler, Hahami alip getirirler. Bütün Yahudi cemaati, Hahamin arkasindan
gelir: „Bu bizim din adamimizdir. Bize nasihat ediyor, vaaz veriyordu.
Kanuna aykiri bir sey söylemedi ki, alip buraya getirdiniz“ derler.

Cesme yapan adam: „Birakin gitsin“ der. Birakirlar Hahami!

Ertesi gün Pazar. Gidin kiliseden papazi alip getirin der.giderler papazi
getirirler. Ayni sekilde bütün hiristiyan cemaati papazla birlikte
gelirler: „Bu bizim din adamimizdir. Bize vaaz ediyordu. Kanuna muhalif bir
sey söylemedi, birakin“ derler.

Cesme yaptiran: „Birakin gitsin“ der.

Bu günde sehrin en büyük camisi olan su cesme yaptirdigim caminin hocasini
vaaz ederken kürsüden indirip getirin“ der.

Giderler, hicayi kürsüden indirip getirirler. Bir de bakarlar ki, hoca iki
polisin ortasinda tek basina tipis tipis geliyor. Cami´de cemaat bir biriyle
homurdaniyorlar: „Gördün mü? Iste böyle yaparlar. Senin ne isin var
siyasette. Sen hoca adamsin. Kiyamet hocalardan kopacak!.. Agzini tutsaydin“
derlerken, Hocanin iki polis arasinda geldigini gören valisi, hakim adama
bakarlar.

Cesmeyi yaptiran adamcagiz: „Gördünüz mü? Iste ben bunu anlatmak istedim.
Müslüman kendi öz yurdunda garip kimsesiz. Müslümanim diyenler lakayd,
suursuz, irfansiz, kendi öz yurtlarindaki haklarini kullanamiyorlar“
der. „Anlatmak istedigim mesele budur.“

Ömer'e Gelin Olmak

Hazret-i Ömer r.a. Halife.. Her zamanki tedbili kıyafet haliyle.. Gece... Medine sokaklarını dolaşıyor dolaşıyor... Karanlık gece... Bir evin önünden geçmekte... Evden sesler gelmekte... Acaba ne oluyordu? Durdu. Kulak kabarttı. Dinlemeye başladı. Bir anne ve kızı.
Anne:
-Kızım, yarın satacağımız süte su karıştır!
-Anne, Halife süte su karıştırmayı yasak etmedi mi?
-Kızım, gecenin bu saatinde Halifenin nereden haberi olacak, O şimdi yatağında uyuyor.
-Anne! Anne! Halife uyuyor, haberi olmaz diyorsun! Herşeyi bilen, gören ve herşeye kâdir olan Allahü teâlâ bizi görüyor, hâlimizi biliyor! Hilemizi insanlardan gizleyebiliriz, fakat herşeyi bilen ve gören Allah'tan nasıl gizlersin?

Hazret-i Ömer, bu kızın güzel ahlâkına çok hayran kaldı. Bu durumu hanımına da anlattı. Sonra da , o kızı oğlu Âsım'a nikâh etti. Kız Ömer'e gelin oldu.

Ömer'e gelin olmak o kadar kolay ki... Allah'ın her şeyi bildiğini ve gördüğünü bilmek, ondan bir şey gizlenemeyeceğini idrak etmek ve o hal ile yaşamak o kadar o kadar kolay ki...
Gelin olunacak Ömer'mi, her devirde bir Ömer bulunur, yeterki o güzel ahlak olsun. Ömer bulur Ömer'e buldurulur...

Seyret, Sus ve Dinle

Bir gün bir dağ güneşle birlikte güne uyandı. Rüzgarın esintisiyle
ağaçlarının dallarını sallaya sallaya esneyerek gerindi. Güneş pırıl pırıl
ufukta tam karşısından doğuyor, onunla arasında masmavi bir deniz çarşaf
gibi günü karşılıyordu.

Dedi ki, "Ben ne güzel bir yerdeyim, önüm masmavi bir deniz ve her gün güneş
bana gülümseyerek gün başlıyor."

Gökyüzünde küme küme bulutlar pamuk yığınlarını andırıyordu.

Martılar çoktan uyanmış gökyüzünde dans ediyorlardı. O sırada dağ bir de
baktı ki, eteklerinde bir minicik fare denize doğru yürüyor.

"İiiiiiiiihhhhhh , bu da ne? Bu küçük fare benim manzaramı şimdi neden
bozuyor?"

Onun oradan bir an önce gitmesini istedi ve şöyle bir titredi.

Tepeden aşağıya doğru bir kaç taş hızla yuvarlanmaya başladı. Fare sesi
duyunca hemen bir yüksek kayanın üstüne sıçradı ve oraya yerleşti. Düşen
taşlarda ona hiç bir zarar vermedi. Farecik de başladı denizin güzelliğini
seyre...

Ara ara atlayan zıplayan balıklar denizin duruluğunda küçük halkalar
oluşturuyordu.

Deniz dağın sıkıntısını anladı ve dağa seslendi:

"Neden böyle bir günde bir küçük fare için mutsuzluk oyununa başlıyorsun ki?
Bak ben dümdüzken balıklar da benim duruluğumu bozuyorlar. Ben onlara
kızıyor muyum? Biliyorum ki onlar bensiz ben onlarsız olamayız. Sen de
seninle birlikte yaşamak zorunda olanlara kollarını açmalısın. Güneş hiç
bulutlara bozuluyor mu? Benim ışınlarımı engelliyorlar diye kızıyor mu?

Kabul et gerçeği, herşey bir şeylerle bütün aslında. Fark ve güzellik de
burada. Bu sayede hergün ayrı bir şey öğretiyor bize; her gün ayrı bir ders
veriyor. Sen iyisi mi sadece SEYRET, SUS ve DİNLE."

Dağ denize sordu:

"SEYRET, SUS ve DİNLE? O da ne demek?"

Deniz, "Bak... Seyrettiğinde güzellikleri göreceksin... Sustuğunda kendinden
başkalarının söylediklerini duyabileceksin...

Dinlediğindeyse onlardan öğrendiklerini uygulama fırsatı bulabileceksin..."

Allah Rizasi

Vakti zamanında odunculukla geçinen, çalış kan, dürüst, dindar bir adam vardı O zamanda yaşayan bazı insanlar, yakın bir çevrede bulunan ve nadir yetişen bir ağaca kutsallık izafe etmişlerdi Adaklarını, dileklerini o ağaç aracılığıyla yapıyorlardı Bu oduncu anılan ağacı şirk (Allah'a ortak koşma) sebebi olarak görüyordu ve bunun için kesmeye karar verdi O zamana kadar kimse buna cesaret edememişti Oduncu bir gün baltasını aldı ve verdiği kararı uygulamak üzere yola koyuldu Yolda karşısına acayip görünüşlü, insana güven vermeyen biri çıktı Oduncu "sen kimsin?" diye sordu, o da "Ben şeytanım" diye cevap verdi Oduncu "Vay alçak vay hain demek insanları yoldan çıkaran sensin, şimdi seni geberteyim" diye söylenip üstüne çullandı Bir anda şeytanı altına alıp boğazına abandı "Demek ki insanları kandırıp o ağacı kutsallaştıran da sensin alçak herif" dedi Şeytan, "Boşuna uğraşma, çabalama, beni öldüremezsin, çünkü Allah tarafından kıya mete kadar insanları saptırmak için bana mühlet verildi Sen o ağacı kesmekten vazgeç sana bir öneride bulunacağım" diye karşılık verdi Oduncu "Kabule şayan ne önerin olabilir muzır herif?" diye çıkıştı Şeytan şu öneride bulundu:

- Sen o ağacı kesmekten vazgeçersen sana her sabah bir altın getirir yastığının altına koyarım Böylece seni geçindirmeye bile yetmeyen odunculuktan kurtulmuş olursun

Oduncu biraz yumuşar gibi oldu ve sordu:

- Peki vadettiğin bir altını getirmezsen ne olacak?

- O zaman bana dilediğini yap

Oduncu öneriyi, kabul etti, ağacı kesmeden geri döndü O gece yattı Sabah olunca yastığının altına baktı ve gerçekten bir altın konmuştu Buna çok memnun oldu Merakla ertesi günü bekledi Ertesi gün oldu ama yastığının altına para konmamıştı Belki başka bir yere koymuştur diye her yanı alt üst etti yine altın çıkmadı Buna çok içerleyen oduncu hemen bıçağını baltasını alıp şeytanı bulup öldürmek üzere yollandı Aynı yerde şeytanla yine karşılaştılar Oduncu şeytanı görür görmez hemen üzerine atıldı Ama önceki nin tersine şeytan kendisini bir un çuvalı gibi savurdu Adam kalktı, şeytanın üzerine yeni bir hamle yaptı Ama elini bile süremedi Artık insiyatif şeytana geçmişti Şöyle dedi:

- Boşuna uğraşma arkadaş, sen geçen sefer beni neredeyse haklıyordun, çünkü o zaman Allah rızası için yola çıkmıştın Şimdi ise bana kızgınlığın kendi nefsin için Bundan dolayı artık bana gücünü geçiremezsin, aksine sen mağlup olursun

Uyaran Rüya

Garibanın biri, çevresinde cimriliği, eli sıkılığı ile tanınan birinden kalabalık bir yerde bir kase yoğurt parası istedi "Çok canım istiyor" dedi Bu garibana yarı ermiş biri diye bakılıyordu Cimri adam garibanı tersledi Yine istedi Cimri yine yanından uzaklaştırdı Orada bulunanlardan birkaç kişi bu yoksula para vermeye, yardım etmeye kalkıştı Hiç birinden kabul etmedi Eli sıkı adama gidip bir defa daha sırnaştı Adam da "Al şunu da defol!" der gibi, önüne birkaç lira atıverdi

Bu olaydan kısa bir zaman sonra cimri adam, bir gece rüyasında kendisini cennette gördü Her yanda, dünyada görmediği güzelliklerden oluşan bir manzara gözlerini kamaştırıyordu Bu arada acıktığını hissetti Kendisine hemen bir tabak yoğurt ikram edildi Adam bir tabak yoğurtla doymadı "Burada yoğurttan başka birşey yok mu, bari bir-iki dilim de ekmek verseydiniz" dedi Kendisi ne şöyle söylendi: "Sen birkaç gün önce buraya yalnızca yoğurt göndermiştin O önüne çıktı Eğer başka şeyler de gönderseydin onlar da seni karşılar, sana ikram edilirdi"

Bu rüyadan sonra adam cimrilikten, pintilikten tümüyle sıyrıldı Eli açık, yediren, içiren, gerektiği zaman kesenin ağızını kolayca açan biri oldu

Zenginin Çorabı

Çok zengin bir adamcağız, ölümünün yaklaştığını hissedince, oğlunu yanına çağırmış.

Evvelâ en mühim vasiyetini bildirmiş. Demiş ki :

“Beni mezara çoraplarımla gömün.”

Anlamamakla berâber kabul etmiş oğlu. Adam bir de mektup tutuşturmuş oğlunun eline.

“Ölümümden sonra, ilk başın sıkıştığında bu mektubu açarsın” demiş sonra.

Ona da “Peki” demiş çocukcağız.

Neyse hak vâkî olmuş, adam rûhunu teslim etmiş. Eş dost toplanıp ağıt yakarken, oğlanı almış bir düşünce. “Ben şimdi bu adamı çoraplarıyla nasıl gömerim” diye. Bir hoca bulup sormuş acele tarafından. Ama müspet cevap alamamış. “Olmaz” demiş hoca,

“Dinimizce uygun değil böyle bir şey.” Başka hocaya sormuş, o da “Olmaz” demiş. Çocuk çâresiz, ölüyü de artık bekletmeden gömmek lâzım. Aklına birden babasının “İlk başın sıkıştığında aç” diyerek bıraktığı mektup gelmiş. Hemen mektubu arayıp, bulmuş.

Mektupta şunlar yazılıymış:

“Oğlum, gördüğün gibi ben bunca zenginliğime rağmen yanımda bir çorap bile götüremiyorum. Sen düşün gerisini...”

Dua, Çocuk Ve Düş Kırıklığı

Çocuğu olmayan bir adam, şeyhe gitmiş ve
dua etmesini dilemişti.
'Üzülme' dedi şeyh, 'işlerini Allah’a bırak.
Hakkında neyin iyi, neyin kötü olacağını ancak O bilir.
Kısmetine razı ol ki, rahat edesin.'

Adam ısrarlıydı,
'Bu dileğin tutsağı olmuşum ben, lütfen duanı
esirgeme’

Şeyh, kıramadı adamı ve Yüce Yaratıcı’ya yakardı.

Çin ceylanı gibi, misk taşıyan bir erkek
çocuk sahibi oldu adam.
Büyükçe azdı, nefsin aşağılık isteklerine
boyun eğen bir insan haline geldi.
Gece gündüz içki âlemlerinde geziyor,
kötü insanlarla düşüp kalkıyordu.
Şehvetinin esiri olarak haram helal demiyor,
genç kızların adını kirletiyordu.
Birlikte olduğu kadınlara zarar vermekle kalmıyor,
gözü dönmüş bir katil olarak yakınlarını,
evli olanların eşlerini öldürüyordu.
Durumdan haberdar olan babasının yüreği kanamaktaydı.
Ne öğüt ne ceza, hiçbir şey kötülükten alıkoymuyordu
delikanlıyı.
Üzgün ve çaresiz bir durumda, tekrar şeyhin kapısını
çaldı adam;
'Senden başka derdime derman olacak kimse yok, lütfen
acı bana yardımcı ol, bu çocuğun belasından kurtar beni'

Şeyh:
'Ben sana söylemiştim' dedi, 'Allah'tan iyilik dile sadece,
işlerini O'na bırak' diye. Bu dünyadan göçüp
gittiğinde ne evlat işe yarar, ne de mal mülk. Sen
kulsun, Allah'a kulluk dışında bir
işin olmamalı.'

Kuran Okuyan Gencin Hikayesi

Bir genç hafızlığını tamamlarken her gün sabaha kadar Kur’an’ı hatmeder. Bundan dolayı da sabah derslerine yorgun ve bitkin olarak çıkar. Durumu öğrenen hocası Kur’an’ı bu şekilde okumasını arzu etmediği için bir gün onu karşısına alır ve: “Evladım! Biliyorsun Kur’an, indiği gibi okunmalıdır. Bu gece sen Kur’an’ı, karşında ben varmışım gibi oku.” tavsiyesinde bulunur.
Genç gider ve Kur’an’ı hocasına okuyormuş gibi okur. Sabah huzura geldiğinde: “Efendim, bu gece Kur’an’ı ancak yarısına kadar okuyabildim.” der. Bunun üzerine hocası: “Pekâla bu gece de Efendimiz’e okuyor gibi oku!” emrini verir. Talebe şaşkınlık ve heyecan içinde Nebîler Serveri’nin huzurunda olduğu düşüncesiyle o gece daha dikkatli okur. Ertesi gün de üstadına Kur’an’ın ancak dörtte birini okuyabildiğini söyler. Üstadı talebesindeki manevi yükselişi görünce: “Bugün de o emin melek Cebrail’in Efendimiz’e (sallAllahu aleyhi vesellem) tebliğ ettiği anda dinliyor gibi oku!” der. Talebesi ertesi gün “VAllahi üstadım, bugün ancak bir sure okuyabildim.” der.
Üstadı son adımı atar: “Evladım! Şimdi de onu binlerce hicabın verasında bulunan Yüce Rabbimiz’in huzurunda okuyor gibi oku! Düşün ki O seni dinliyor ve Kur’an’ı senle mukabele ediyor!” Talebe ertesi gün gözyaşları içinde üstadına gelir ve şöyle der: “Üstadım! Fatiha’dan başladım ilk ayetleri okudum; ama ‘İyyâke na’budu’ demeye bir türlü dilim varmadı. Çünkü ‘Sadece sana kulluk yaparım!’ diyemedim.

Evlenilecek Kadın

Meşhur Kadı Şüreyh'e bir gün delikanlının biri gelerek, kendisiyle özel olarak görüşmek istediğini söyledi. Kadı Şüreyh bu delikanlının isteğini kırmadı ve onunla görüşmeyi kabul etti. O genç, evlenmek istediğini; fakat evleneceği kadının tahsil görmüş ve şehirli olmasını arzu ettiğini söyledi. Fakat, yine de bu konuda tavsiyelerde bulunmasını istedi.

Bunun üzerine Kadı Şüreyh, eş seçiminin önemli olduğunu, eş tercihinde bulunurken Resûlullah'ın bu konudaki tavsiyesinin "dindar olanının tercih edilmesi" biçiminde olduğunu söyledi. Ayrıca seçilen eşin, aile yapısının ve aileden gördüğü İslâm terbiyesinin de önemini belirterek, kendi başından geçen evliliği şöyle anlattı:

"Henüz gençtim ve evlenme vaktim de gelmişti. Bir gün Benî Mahzun kabilesinin çadırlarının önünden geçerken orada bir kız gördüm. Onu beğendim ve ona tâlip oldum. Kızın babası hakkımda kısa bir araştırma yaparak, benimle alâkalı malûmatı edindikten sonra, hemen razı oldu ve: "Bu hayırlı işi uzatmaya hiç gerek yok; bir an önce gerekli muameleyi bitirelim." dedi.

Çok kısa bir zaman içinde nikâh, düğün derken evlilik hayatına böylece girmiş olduk. Fakat çok geçmeden beni bir pişmanlık aldı. Çünkü "Aldığım bir köylü kızı; üstelik tahsil de görmemiş. Acaba ben bununla huzurlu bir şekilde geçinebilir miyim?" diye düşünüyor ve verdiğim böyle bir karardan dolayı da bazı tereddütler taşıyordum.

Bende böyle düşünceler hâsıl olduktan kısa bir süre sonra bir gün eşim bana şu sözleri söyledi:

"Efendi! Sen âlim ve şöhret sahibi bir kimse imişsin. Ben ise yaylalarda gezen, şehir hayatından pek anlamayan bir köylü kızıyım. Aslında sen kendi hayatına daha uygun bir evlilik yapabilir, ben de kendime göre bir hayat kurabilirdim. Lâkin takdir-i ilâhî böyle imiş. Kader bizim yolumuzu birleştirdi. Mevlâ Teâlâ Hazretleri, benim gibi tahsili olmayan bir köylü kızını, senin gibi şöhretli bir âlime nasip etti. Durum böyle olunca, şimdi sen bana benden istediklerini ve benim bilmediğim tarafları anlat ki, ben onlara dikkat edeyim de seni üzmeyeyim. Meselâ; senin evine benim sülâlemden kimler gelebilir? Senin akrabalarından kimleri misafirliğe alayım, kimleri kabul etmeyip onlara karşı soğuk davranarak eve gelmelerine mani olayım?" dedi.

Tabiî ben eşimden kendisinden hiç beklemediğim bir olgunlukla söylediği bu sözleri duyunca çok şaşırdım ve bu anlayışı karşısında onun hakkında düşündüklerimden dolayı pişman oldum. Onun bu sözleri üzerine ona dedim ki:

"Ey Hatun! Sen bana öyle şeyler söylüyorsun ki, şayet bu dediklerini hakkıyla yapabilirsen beni bahtiyar edersin." Dedikten sonra, evime kimlerin gelmesini arzu ettiğimi ve hangi şahısların gelmemesi gerektiğini, ondan beklentilerimin neler olduğunu uygun bir lisanla kendisine söyledim.

Eşim söylediklerimi harfiyen yerine getirdi; böylece son derece mutlu ve huzur içinde yaşadım. Bir zaman sonra fetva dairesinden eve döndüğümde evimizde bir misafir hanım vardı. Son derece mütesettire olan bu hanım misafirin kim olduğunu sorduğumda eşim, annesi olduğunu söyledi. Kayın validem olduğunu öğrenince ona karşı elimden gelen saygı ve hürmeti esirgemedim. En iyi şekilde ağırlamaya gayret gösterdim. Sohbet esnasında bir ara kayın validem bana:

- Oğlum! Hanımından bir şikâyetin var mı, ondan memnun musun? diye sordu. Ben:

- Allah sizden razı olsun, kızınızdan çok memnunum. Bu zamana kadar kendisinden hiç bir şikâyetim olmadı, diyerek memnuniyetimi izhar ettim. Bunun üzerine kayın validem şunları söyledi:

- Oğlum! Kızımdan tabiî ki memnun olacaksın. Çünkü biz onu cennette büyüttük. Resûlullah (sav) müslümanın evinin cennet olduğunu haber vermedi mi? İşte bizim evimiz de Resûlullah'ın bildirdiği gibi bir cennetti. Kızımıza Kur'an ahlâkından başka bir şey öğretmedik . Fakat sana tavsiyem şudur ki, yine de sen hanımının üzerindeki otoriteni eksik etme! Çünkü kadınlar iki sebepten hemen şımarıverirler . Birincisi, ona olan sevgini yüzüne söylediğinde, ikincisi ise, bir hayırlı evlat dünyaya getirdiklerinde...

Gerçek Anlaşılınca

* Bir kısım insanlar, bütün uyarılara rağmen buradan heybelerine hiçbir şey almadan gidecek, bazısı az bir şeyle yetinecek, çok az bir kısmı da emre itaatin verdiği rahatlıkla huzura çıkacak.
***

Zülkarneyn Aleyhisselam, bir sefer esnasında gece yolculuk yaparken ordusuna:

- Ayağınıza takılan şeyleri toplayın, diye emir verir.

Ordu bu emri duyunca, içlerinden bir grup:

- Çok yürüdük, çok da yorgunuz. Gecenin bu vaktinde bir de ayağımıza takılan şeyleri toplayarak kendimize ağırlık yapamayız, diyerek hiçbir şey toplamamışlar.

İkinci grup ise;

- Madem komutanımız emretti, az da olsa bir şeyler toplayalım, emre muhalefet etmeyelim, diyerek az bir şey toplamışlar.

Üçüncü grup daha itaatkar bir tavırla; “Komutanımız bir şeyi boşuna emretmez. Yapılmasını istiyorsa mutlaka bir hikmeti vardır.” diyerek heybelerini ağzına kadar doldurmuşlar.

Ertesi sabah uyandıklarında şaşkınlıktan gözleri faltaşı gibi açılmış. Zira komutanlarının toplamalarını istediği şeyler altın, zümrüt ve mücevher benzeri şeylermiş.

Bu örnek bize ahirette karşılaşacağımız manzarayı hatırlatıyor. Bir kısım insanlar, bütün uyarılara rağmen buradan heybelerine hiçbir şey almadan gidecek, bazısı az bir şeyle yetinecek, çok az bir kısmı da emre itaatin verdiği rahatlıkla huzura çıkacak.

Evet, O (cc) emrediyorsa, bir hikmeti vardır.

Kalbinizi Cilalayın

Bir kıssa bin hisse
Mevlânâ anlatıyor:
Çinli ressamlarla Rum ressamlar iddiaya tutuştular. Çinliler:
“Resim sanatında dünyada bizden daha üstünü yoktur” dediler.
Buna karşılık Rumlar da:
“Hayır bu iddianız doğru değildir, biz daha mahir kişileriz” dediler.
Bu iddialar adil padişahın kulağına gitti. Padişah:
“Sizi imtihan edeceğim, bakalım hanginizin dediği doğru” dedi.
Çinli ve Rum ressamlar hazırlandılar. Kapıcılar karşı karşıya iki odadan birini Çinli ressamlara, diğerini Rum ressamlara verdiler.
Çinli ressamlar padişahtan yüz türlü boya istediler. Padişah bunun üzerine hazinesini açtı. Çinli ressamlara her sabah hazineden boyalar verilmekte, onlar da bu boyalarla çeşitli resimler, süsler yapmaktaydılar.
Rum ressamlar ise:
“Pas giderilmeden ne boya işe yarar, ne de resim” diye düşünüyorlar, duvarları ha bire cilâlayıp duruyorlardı. Öyle cilaladılar ki, duvarlar şeffaf bir ayna gibi oldu.
Nihayet Çinli ressamlar işlerini bitirdiler. Hepsi de iddiayı kazanacaklarından emindiler ve çok sevinçliydiler. Padişaha haber verildi. Padişah gelerek önce Çinli ressamların resim yapıp süsledikleri odaya girdi, resimleri gördü. Çinlilerin resimlerini fevkalade güzel buldu.
Çinli ressamların eserini beğenerek takdir eden padişah, Rum ressamların çalıştıkları odaya girdi.
Bu arada, bir Rum ressam Çinli ressamların odalarıyla aralarında bulunan perdeyi kaldırdı. Çinli ressamların yaptıkları süsler ve resimler bu odanın cilalanmış duvarlarına aynen yansımıştı. Çinlilerin odasında ne varsa, aynı resimler burada daha güzel ve daha parlak bir biçimde görünmeye başlamıştı. Oda kelimelerle tarifi mümkün olmayan bir haldeydi ve bu haliyle Çinli ressamların odasından çok daha güzeldi. Rum ressamların resimlerini daha çok beğenen Padişah, Rum ressamlarla Çinli ressamları karşısına alıp, şöyle dedi:
“Kalbinizi cilalayın ve hakikatler ile arasındaki perdeyi kaldırın. O zaman her şey daha güzel görünecektir!”

Yeşil Elbise

Yolda karşılaştığımızda ezan okunuyordu.
"Gel seni camiye götüreyim",dedim."Bugün cuma biliyosun".
"Sende benim camiye gitmediğimi biliyorsun",dedi.
"Biliyorum ama sebebini gerçekten merak ediyorum".
"Ne bileyim olmuyor işte,"dedi.hem pantolonumun dizleri çıkar ütüsü bozulur diye endişe ediyorum, dedi.
Gayri ihtiyar gülmeye başladım.
"Herhalde şaka yapıyorsun"dedim. "Bunun için cami terk edilir mi?"
"Ciddi söylüyorum,"dedi.Giyimime ve özellikle yeşile düşkün olduğumu bilirsin."

Gerçekten öyleydi.Giydiği birbirinden güzel elbiseleri mutlaka yeşilin bir başka tonundan seçer ve her zaman ütülü tutardı.
"Peki,dedim hayatında hiç camiye gitmedin mi?"
"Çocukken dedemle birkaçkere gitmiştim."dedi.Hem o yaşlarda dizlerim aşınacak diye heralde endişe etmiyordum.Fakat artık camiye gidebileceğimi zannetmiyorum"dedi

Söyledikleri beni son derece şaşırtmış ve bu konuyu açtığıma pişman etmişti.Daha sonra el sıkışıp ayrıldık.
Onunla konuşmamızdan iki ay sonra,kendisinin camide olduğunu söylediler.Hemen gittim.

Bahçedeki namaz saflarının en önünde duruyordu ve üzerindede yine yeşiller vardı.Yavaşça yanına yaklaştım ve kısık bie sesle:

"Hani,dedim.Camiye gelmeyecektin?"

Hiç sesini çıkarmadı.Çünkü musalla taşının üzerinde,yeşil örtülü bir tabut içinde yatıyordu.

Arkadaşını Al Beraberce Cennete Girin

Hz. Enes (r.a.) anlatıyor:
Resûlüllah (s.a.v.) ile beraber bulunuyorduk. Bir ara azı dişleri görülecek şekilde gülümsedi. Sebebini sorduğumuzda şöyle buyurdular:
-Ümmetimden iki kişi Allâh'ın huzuruna gelirler.
Birisi,
-Yâ Rab, benim bunda hakkım var; hakkımı bundan al, bana ver, der.
Allah Teâlâ da ötekine,
- Hakkını ver, buyurur.
Adam,
-Yâ Rab, bende sevap nâmına bir şey kalmadı, der.
Cenâb-ı Hakk,
-Baksana, bu adamın sevabı kalmadı, ne dersin? buyurur.
Adamcağız,
- O halde benim günahlarımdan alsın, der.
Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz bunu anlatırken gözleri yaşardı ve, 'O gün büyük bir gündür. İnsan; günâhının alınmasını ister' dedi.
Bunun üzerine Allah Teâlâ hak sahibine,
-Başını kaldır ve cennete bak, buyurur.
Adamcağız,
- Yâ Rab, inci ile işlenmiş, gümüşten ve altından köşkler görüyorum. Bunlar hangi peygamber, hangi sıddîk veya hangi şehitler içindir? der.
Allah Teâlâ,
-Bunlar, bana ücretini verenler içindir, buyurur.
Adamcağız,
-Bunların hakkını kim ödeyebilir? der.
Hz. Allah,
-Sen istersen bunlara sahip olabilirsin, buyurur.
Adam,
-Nasıl olur, yâ Rab? deyince,
Cenâb-ı Hakk,
-Hakkını bu adama bağışlamakla, buyurur.
Adam,
-O halde ben bunu affettim, der.
Allahü zû'l-Celâl hazretleri de,
-Arkadaşını al, beraberce cennete girin, buyurur.
Sonra Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz,
'Allah'tan korkun, Allah'tan korkun ve siz de kendi aranızı düzeltin. Bakınız, bizzat Hazret-i Allah mü'minlerin arasını buluyor' buyurmuşlardır.

Adalet Er Veya Geç Yerini Bulur

Bir acelesi olduğunu, onu görür görmez anlamıştım. Sağanak hâlinde yağan
yağmura aldırış bile etmiyor ve bükülmüş beline rağmen sağa sola
koşuşuyordu.
Yanına sokularak:? Hayrola teyzeciğim, dedim. Bir derdiniz mi var? Sıcak
bir tebessümle:
- Buraların yabancısıyım evlâdım, dedi. Hastahane tarafına gidecek bir
araba arıyorum.
-Biraz beklerseniz aynı dolmuşa binebiliriz, dedim. Oraya geldiğimizde
size haber veririm. Teşekkür ederek yanıma yaklaştı ve küçük bir çocuk
gibi şemsiyemin altına girdi. Nurlu yüzü yağmur damlacıklarıyla ıslanmış
ve yanacıkları pembe pembe olmuştu.
-Torunlarımdan biri menenjit geçirdi, diye devam etti. Ziyaret saati
bitmeden dolaşmak istemiştim. Saatime baktıktan sonra:
-20 dakikanız var, dedim. Hastahane yakın ama, bu havada pek araba
bulunmuyor.
Durağa herkesten önce geldiğimiz için dolmuşa da rahatça bineceğimizi
zannediyordum. Ancak araba yanaştığında, arkamızda duran 4-5 kişinin bir
anda hücum ettiğini gördüm. İçeriye doluşan ve arkadaş oldukları anlaşılan
adamlara:
- İlk önce biz gelmiştik, dedim. Sırayı bozmaya hakkınız var mı? Ön
koltukta oturanı:
-Hak istiyorsan Hakkâri'ye gideceksin arkadaşım, dedi. Hem oradaki
haklardan K.D.V. de alınmıyormuş. Bu lâf üzerine attıkları kahkahalarla
bindikleri araba sarsılmış ve sinirlerim allak bullak olmuştu.
Sakinleşmeye çalışarak:
- Ben biraz daha bekleyebilirim, dedim. ama şu ihtiyar teyzenin
hastahaneye yetişmesi gerekiyor. Bu defa şoför lâfa karışıp:
- Teyzenin arabaya falan ihtiyacı yok be kardeşim, dedi. Okuyup üfledi mi
hastahaneye uçuverir. Tekrar kopan kahkahalarla birlikte araba uzaklaşıp
gitti. Yaşlı kadına baktım, tevekkülle susuyordu. 5-10 dakika sonra gelen
bir başka dolmuşa onunla beraber bindim ve şoföre, teyzeyi hastahanede
indirmesini söyledim. Yaşlı kadın, yapacağı ziyaretten ümitsiz görünmesine
rağmen şikâyet etmiyordu. Üstelik trafik de yarı yolda tıkanıp kalmıştı.
Şoför:
-Yolun bu durumu hayra alâmet değil, dedi. Sebebini anlasam iyi olacak.
Arabayı çalışır vaziyette bırakıp ileriye doğru yürüdü ve biraz sonra
döndüğünde:
- Kısmete bak yahu, dedi. Bizden önce kalkan dolmuşa kamyon çarpmış.
Heyecanla:
- Bir şey olmuş mu, diye atıldım. Yâni yaralı falan var mı?
- Herhalde, diye cevap verdi. Dolmuşta bulunanları, teyzenin gideceği
hastahaneye kaldırmışlar.
Göz ucuyla yaşlı kadına baktım. Solgun dudaklarıyla bir şeyler
mırıldanıyor ve sanki onlar için dua ediyordu. Şoför, koltuğuna yavaşça
otururken:
-Kısmet işte, diye tekrarlayıp duruyordu. Sen kalk koca bir kamyonla
çarpış. Hem de Türkiye'nin öbür ucundan gelen Hakkâri plâkalı bir
kamyonla.
Adalet er veya geç yerini bulur. ama mutlaka bulur.

Zayıflama İlacı

İmam Şafiî Muhammed b. İdris Hazretleri anlatıyor:
Eski zamanda pek şişman bir kral varmış. Şişman kral zeki hekimlerden birinden kendisini zayıflatacak ilaçlar talep etmiş. Doktor onu görünce şöyle demiş:
- Allah seni ıslah etsin! Ben ilerini gören bir doktorum. Sana bakınca anladım ki, senin ancak bir aylık ömrün kalmış! İlacın sana bir faydası olmaz ki!
Bunun üzerine kral, söylediklerinin doğru olup olmadığını anlamak için hekimi hapsettirir. Kral da bu süre içinde halktan gizlenir. Fakat için öyle bir üzüntü sarar ki, bir ay içinde iyiden iyiye zayıflar.
Bir aylık zaman geçince kral sağ salim ortaya çıkar ve hapisteki hekimi de yanına çağırır. Der ki:
- Yalanın ortaya çıktı. İşte ben ölmedim. Bu yalanın sebebiyle seni fena halde cezalandıracağım. Hekim ise telaşlanmadan cevap verir.
- Allah kralı ıslah etsin! Ben geleceği bilmede Allah'ın en düşük kuluyum. Fakat ben anladım ki, senin şişmanlığını gidermenin tek ilacı, ancak keder ve üzüntüdür. İşte bu sebepten dolayı, sana söylediğimi söyledim!
Bunun üzerine kral onu serbest bırakır ve kendisine iyiliklerde bulunur."
İmam Şafiî bu hikayeyi şu maksatla anlatmış: "Fazla dert ve tasa, bedeni zayıflatan ve solduran şeylerdendir." (Tabii ki sıkıntıdan fazla yeme durum hariç)
Yine o şöyle derdi: "Sana dininden bilgi verecek bir alimin ve beden durumundan bilgi verecek bir doktorun bulunmadığı bir memlekette oturma."

Hz Alinin Büyüklüğü

Birgün ashab Peygamberimiz (s.a.v)'den Hz. Ali'yi niçin çok sevdiğini sordu. Hz Peygamber o anda mecliste bulunmayan Hz. Ali'yi çağırmaya adam gönderdi ve orada bulananlara sordu: 

- Birisine iyilik etseniz, o da size kötülük etse ne yapardınız? Cevap verdiler:

- Yine iyilik ederiz.

- Yine kötülük yapsa?

- Biz yine iyilik ederiz?

- Yine kötülük yapsa?

Ashab cevab vermedi, başlarını öne eğdiler. Bunun anlamı kötülüğe kötülükle mukabele etmesek bile iyilik yapmaya devam etmeyiz, demekti.

Bu sırada Hz. Ali o meclise geldi. Rasulullah Hz. Ali'ye sordu:

- Ya Ali, iyilik ettiğin biri sana kötülük etse ne yapardın?

- Yine iyilik ederdim.

- Yine kötülük yapsa?

- Yine iyilik yapardım.

Hz. Peygamber soruyu tam yedi defa tekrarladı. Hz. Ali yedi defasında da "yine iyilik ederdim" diye cevap verdi. Ashab,

- Ya RasulAllah, Ali'yi çok sevmenizin sebebini şimdi anladık, dediler.

HZ. Alinin Rüya Yorumu

Ashabtan (Peygamberimizin arkadaşları) Abdullah oğlu Cabir bir rüyasında, büyük ineklerin küçük inekleri sağdığını, hastaların sağları ziyaret ettiğini, kuru bir çay kenarında yemyeşil bahçeler bulunduğunu, minberde (camilerde imamın hutbe okuduğu yer) koca koca putlar durduğunu gördü. Bu, sıradan bir rüyaya benzemiyordu. Bunun önemli bir mesajı olmalıydı. Bu rüyayı yoracak kişi olarak ilk defa Hz. Ali aklına geldi. Hz. Peygamberin "İlim beldesinin kapısı" diye nitelediği Hz. Ali ancak güvenilir bir açıklama getirebilirdi. Bu düşüncelerle rüyasını yordurmak üzere Hz. Ali'ye müracaat etti. Rüyasını tane tane anlattı ve ne anlama geldiğini yormasını rica etti. Hz. Ali "Yanlış yorumdan Allah korusun" diyerek söze başladı ve şöyle devam etti. "Büyük ineklerin küçük inekleri sağması, yetki ve mevkilerini halkı soymak için kullanan görevlileri (amir ve memurları); hastaların sağları ziyaret etmesi, yoksulların hallerini arzetmek için zenginlerin peşinde koşmasını; kuru çay kenarında bulunan yemyeşil bahçeler, uzaktan veya dışardan bakıldığında çok büyük sanılan ve öyle ünlenmiş ama aslında içleri kupkuru çölden ibaret olan ilim adamlarını; minberde duran koca koca putlar ise, layık olmadığı halde ilmin, dinin ve devletin yüce makamlarına yükselmiş kimseleri ifade eder."

Allah Haramdan Kaçanı Korur

Ünlü hükümdar Timur'dan sonra yerine geçen oğullarından Şahruh (XV. y.yıl) babasının tersine bilime ve bilgine değer veren, dindar, halim, selim biriydi. Bilginlerle oturup kalkmaktan zevk alırdı. Şahruh'un çevresindeki bilgin kişilerden biri de Nimetullah Efendi idi. Aynı zamanda evliyadan olan Nimetullah Efendi'nin dilinden düşürmediği 

bir söz vardı: "Allah haramdan kaçanı korur" (Yani kişi haramdan kaçarsa Allah ona haram yedirmez, nasip etmez, demek istiyordu.)

Bu sözü sık sık tekrar eder, bununla biraz da hükümdar ve adamlarını uyarmak amacı güderdi. Şahruh da bunun her zaman mümkün olmayacağını, insanın bazen bilmeden de harama el uzatabileceğini ileri sürerdi. Şahruh bir gün sarayında özellikle Nimetullah Efendi'yi ağırlamak üzere bir ziyafet düzenledi. Başta hükümdar ve Nimetullah Efendi olmak üzere davetliler sofraya oturdular. Baş yemek kehribar gibi kızarmış bir kuzu çevirmesiydi. Herkes gibi Nimetullah Efendi de iştahla yiyor, yedikçe "Allah haramdan kaçanı korur" sözünü tekrarlayıp duruyordu. Hükümdar ve

adamları da bıyık altından gülüyorlardı. Nihayet yemek bitti. Şahruh Nimetullah Efendi'ye sordu:

- Allah haramdan kaçanı her zaman ve her durumda korur mu?

- Evet korur, haramdan kaçana Allah haram nasip etmez.

- Ama hocam seni korumadı, sende bizimle birlikte haram yedin.

- Hayır, ben haram yemedim haramı siz yediniz.

- Boşuna iddia etme hocam, sofrada yediğimiz kuzuyu benim adamlarım çalmıştı, hırsızlık malıydı o...

- Olabilir, size haramdı, ama bana helaldi. Hükümdar lahavle çekti:

- Nasıl olur hocam, çalınmış bir kuzu bize haram, sana helal?

Nimetullah Efendi sözünü bağladı:

- Eğer inanmıyorsanız, kuzunun sahibini bulun sorun...

Gerçekten hükümdarın adamları çaldıkları kuzunun sahibini buldular. Yaşlı bir kadındı kuzunun sahibi. Kuzuyu çaldıklarını, pişirip yediklerini itiraf ettiler ve parasını ödemek istediklerini söylediler. Kadın parasını almayı reddetti ve kendilerine beddua etti.

- Ben o kuzuyu parası için değil, bu havalide Nimetullah Efendi diye mübarek bir zat varmış, ona ikram etmek için yetiştiriyordum, diye açıklamada bulundu.

Peki Senin İlmin Bu Noktanın Neresinde

IV.Murat zamanında İbni Kemal adında bir alim varmış.
Ancak ilmiyle mağrurmuş, kibirliymiş.Bunun için halkla pek iletişim kurmaz, onlarla oturup kalkmazdı.

Bir gün, bir çoban İbni Kemal'i ziyarete gelir ve bir sorusunun olduğunu söyler.Ancak kapısında adamları vardır ve çobanın önce bunları geçmesi gerekir.Kapıdakilere bir sorusunun olduğunu söyler ve şöyle cevap alır:

"senin sorun varsa; müftü var, hoca var, onlara sorsaydın ya"

Çoban: " ben onlara da sordum ama cevap alamadım, Kemal efendiye soracağım"

Adamları iletir, oda aynı karşılar ve sonra huzuruna alır.

Çoban sorar:
-Allah'ın ilmi ne kadardır?
İbn-i Kemal bir daire çizer ve Allah'ın ilmi bu dairenin içinde kalan alan ve dışında kalan alandır.
Peki tatmin oldum der çoban.

-Peygamberin ilmi ne kadardır?
Dairenin içinde kalan alandadır.
Peki bundan da tatmin oldum der çoban.

-Bu zamana kadar gelen 124 peygamberin ilmi ne kadardır?
İbn-i Kemal dairenin içine bir daire daha çizer.Bu dairenin içinde kalan alandadır ilimleri der.
Çoban bundan da tatmin olur ve ,

-Pirlerin, mevlevilerin ilmi ne kadardır? diye sorar.
Bir nokta yapar bu kadardır der.
Çoban son bir sorum var der.

-Peki senin ilmin bu noktanın neresinde?